Yılbaşı hüznünü atlatalı yıllar oldu, oldu mu gerçekten?

Bazen aksi belirtiler boy gösteriyor ama…

Gerçi sadece yılbaşı değil, hüzünlerle sevinçler yılın veya haftanın belli günlerine yayılabiliyor. Herkesin özel- iyi- kötü sayacağı zaman dilimleri farklı olabilir, ancak kişi için en özel tarihlerin doğum günü ile yılbaşılar olduğunu düşünmüşümdür hep..

 

Şimdiki bilincim- öğretilerimle, günlere anlam yükleyenin kendimiz olduğunu ve yaptığımız yüklemeler çerçevesinde ilgili günleri iliştirdiğimiz anlamlarla yaşadığımızı bilsem de, bunları hiç bilmediğim hatta aklıma bile gelmeyen yıllar da vardı.

 

O yılları anımsadığımda, geçmiş günlerin anısına yılbaşına ithaf etmek istediğim satırlar çıkıyor ortaya.

 

Benim için doğum günüm ve yılbaşı eşdeğer ağırlıkta önemli günlerdi.Ve ne tesadüf ki her ikisi de Aralık ayında yer alıyor. Bu ayı çok sevdiğim sonucuna varsam da, tam doğum günü macerasına göğüs germişken, ardından bir yenisi- yılbaşı geliyordu. Yılların deneyimi üzerine, “ Bir ay için bunca zorluk fazla”  diye düşündüğümden, önce doğum gününün önemini sildim. Yılbaşını unutmaya oranla daha kolay oldu, çünkü geçen yıllarla yeni girilen yaşın rakamını anımsamak istemeyiş, alınan hediyelerle, mum söndürülen pasta heyecanını aşmaya başlamıştı. Artan o rakama hiç uymayan duygu dünyası gerçekliği, doğum günlerinin özel günler gurubundan kolay çıkarılmasını sağladı..

 

Yılbaşı için ise durum hiç de bunca basit değildi…

 

Çünkü yılbaşının ne ifade ettiğinin öğrenilmesi genel çoğunlukla paylaşılıyor ve her geçen yılla daha da pekiştiriliyor, durmadan anımsatılıyordu. Bu nedenle her ne kadar bir hüzne dönüşse de, unutması zaman aldı.

 

Oysa hiç de hüzün olarak başlamamıştı, tam tersine coşku ve sevinçti. Bugünkü bilince gelene kadar sürüklenilen bir masal gibiydi yılbaşı harekatı. Harekat diyorum, çünkü ciddi bir emeği, inancı, direnci, her şeyi içinde taşıyordu ve düşmana karşı güç kazanmak, en azından karşıdakinin düşman olduğunu anlamak yıllar aldı.

 

İlk karanlık çağ diye adlandırdığım dönemimde, çok severdim yılbaşı kavramının tüm getirilerini. Aralık ayına girince başlayan yılbaşı programı heyecanı, o gece en güzel nasıl kutlanır, en güzel giysi hangisidir, en neşeli hali nasıl olur insanın, her şeyin “ en” olması için girilen büyük çaba, zihnimi- bedenimi coşkuyla kaplardı.Hele ki hediye seçimi, işte en eğlenceli kısım buydu, tüm tanışlara- akrabalara, gene en sevecekleri, sevinçten havalara uçacakları hediyeleri arayıp bulmak, bunları değişik kağıtlara sarıp, şaşırtıcı şekilde sunmak, paketi açtıkları andaki sevinçlerini düşlemek  hediye arama çabasının yoruculuğunu yok ederdi..

 

Yılbaşı günü sonrasında sorunlar- kırıklıklar, hüsran ortaya çıkmıyor değildi, ama olsun henüz karanlık çağda olduğumdan “Bu sefer böyle geçti bu gün, kısmet işte, seneye kesin harika olacak” diye bir avunma nedeni bulabiliyordum. Tarih 1 Ocağı gösterirken, bir sonraki yılbaşının pürüzsüz ve muhteşem olması için ne tür önlemler alınması gerektiğine ilişkin planlar yapmak mutlu ediyordu ya, yeterliydi bu….

 

Tek sorun vardı o günlerde, bu özel gün, değişik ortamlarda, farklı şekilde kutlandığında iyi olacaktı, ancak bunun için de biraz büyümek gerekiyordu. Yapabildiğim tek şey ise aile ile “en”leri yakalamaya çalışmaktı ki, bu da yetmiyordu. Evdeki çeşidi bol sofra, kuruyemişler, şık şıkırdım giyinip, hoş geldin yeni yıl demekle eğlence olmuyordu bana göre. Derken bir olmazı daha anladım, zarif bir eğlence mekanında, konfetiler saçılan ortamda, bey ve hanımların gece kostümleriyle yer aldıkları yılbaşı balosunda figüran olmak da iyi bir kutlama için yeterli değildi. Orada dans edenler varken, onları öyle izlemek, eğleniyormuş gibi yaparak imrenmek, masadaki akrabaların bolca içmesi her şeyi silip götürüyordu. Belli ettim mi anımsamıyorum ama, o yıllarda biri sorsa “Hiç de hoşnut kalmadım” derdim.

 

Bunu izleyen yıllardaki ön aydınlanma dönemimde, klasik süreç devam etse de, tabloya yeni eklenen bir detay daha oldu, üzüntü ve gözyaşı… Her yıl en mükemmeli elde etmenin inadı ile, yılbaşı gününü ve programını masal kılma çabası planları genişliyor, deneyimlenecek yaşantılar listeleniyordu. Ancak ne yapılırsa yapılsın, bunca özenilen o muhteşem gün, çok sıradan günden bile beter geçiyor, aksilikler üst üste geliyor ve mutlak bir gözyaşı yanaktan aşağı süzülüyordu. Bu yıllarda yılbaşımın mükemmel geçmesi inadımı, ülkenin yılbaşı kutlama sektörü de şiddetle kışkırtıyordu. Yılbaşı süsleri, hediyeleri, sokakların ışıklandırılması çeşitlenerek artıyor, yer altı suyu gibi bir yerlerden sokaklara, evlerimize, her yanıma yayılıyordu. Ülkeme, tam bana uyan yeni bir anlayış da gelmişti, yılbaşı karnaval gibi kutlanmalıydı.

 

Kişisel tarihimde ise, sosyal, ekonomik ve bir çok unsurun değişimi ile beraber, yılbaşı kutlama çeşitlemelerim, bir gün oturup bu konuda genel değerlendirme yapana kadar devam etti.

 

Sevilen arkadaşlarla toplanmak, sevgili ile özel bir gece, deniz kıyısında yıldızı bol bir otelde havai fişekler altında olmak, seçkin boğaz manzaralı bir restoranda- şimdilerde star denilen sanatçılarla- balo ortamı, diz boyu karlarda- hiç içilmemiş bir içki (mesela rom) içerek, yollar bitene kadar yürümeye çalışmak….Ve bir çoğu… Lakin koşullar ne olursa olsun, mutlak bu çok anlamlı geceyi bozan ve gözyaşının akmasına neden olan bir unsur çıkıyordu yılbaşlarında.

 

Neler olmuyordu ki 31 Aralıkta tam 12 ye yaklaşılan saatlerde…

 

Arkadaşlarla toplantıda, biri ile başkası ciddi tartışmaya giriyor, çoğu kişi uyumuş oluyordu, ayakta kalanlar bir kenarda sessizce duvara bakıyorlardı, ne coşku- ne neşe var…

 

Sevgili ile özenerek detay atlamadan oluşturulan o romantik ve uysal ortamda, “ Kardeşin hastalandı hemen gel” diye çağrılan sevgili gittiğinde, yılbaşı süsleri ile duvara bakma rolünde yalnız kalıyordum…

 

Deniz kıyısındaki baloda dansöz ya da sanatçılara göz ucu ile bakan beylerine kızan hanımları sakinleştirmek ve şu gece bir bitse demek düşüyordu bana…

 

Boğaz manzaralı restorandan çıkışta, alkollüsün kullanma yakarışlarımı dinlemeyen arkadaşın arabası siste kayboluyor, bariyerlere bindirmiş olarak, sabaha kadar polis bekleyerek giriyorduk yeni yıla…

 

Birbirinden ayrı görünen bu durumlarda yoğun hissettiğim ortak duygu yalnızlık- hüsran ve kırılmışlık oluyordu, elime geçen kartların- fotoğrafların arkasına duygularımı anlatan notlar yazıyordum…

 

Bana göre o günlerde bu duygulara neden olan ise sadece beni bulan aksiliklerdi. Ta ki aydınlanma dönemine girene kadar.

 

Aydınlanma dediğim dönem başladığında, yılbaşının sihrini bozan unsurlar da birbiri ile birleşmeye başlamıştı. Alışılagelmişler ise aynen devam ediyordu; Çam ağacı- ortam süslenir, hediyeler alınır, özel kıyafetler giyilir, hoş yemekler yapılır, eğlenen- mutlu biri rolü oynanır, eski yıl eskisiyle geride kalmıştır, hoş geldin yeni umutlarım diye çığlık atılır ve yılbaşına nasıl girilirse o yıl öyle geçeceği düşüncesiyle gülümsemek gerekir. Ve ağlamak kaçınılmazsa bu ertelenir.

 

Ne var ki umutsuzluk oranı arttıkça, insan mantığa büründürme çalışmalarını daha hızlı yapar oluyor. Ya da gönül gözü bir şekilde kapanmaya başlarsa, mantık  hızlı yol kat ediyor.

 

Veriler birleştiğinde ortaya çıkan tablo tüm gerçeği gözler önüne seriyordu. Her bir bileşen, benzer şartlar yerine getirildiği sürece yılbaşının iyi geçmemesini, aksiliklerin söz konusu olacağını destekler yönde görünüyordu.

 

Bunların bazısı bilişseldi;

 

– Yılbaşına ilişkin beklentiler- uğraşlar, en önemlisi o güne yapılan duygusal yatırımlar öyle fazla idi ki, her ne olursa olsun, hiç bir durum bu üst beklentileri karşılamak için yeterli olmuyordu.

 

– Yılbaşı öğretisinin en önemli telkini, tüm bir yılda yaşanan istenmeyen durumların o yılın bitmesiyle geride kalacağı, yeni yıla tamamen başka biri olarak başlanacağı inancı olduğundan, saat 12 yi geçtiğinde, hele ki 1 Ocak olduğunda derin bir düş kırıklığı yaşanıyordu. Farkında olalım ya da olmayalım, her birimiz bu zaman diliminde sihirli değişimler bekleyip de, bir şey olmadığını görünce hüzne kapılıyorduk. Yani sadece saat 12 yi atlatmak yetmiyor, gerçekle yüzleşmek için 1 Ocağın da geçmesi gerekiyordu.

 

Bazısı da davranışsal- fizikseldi;

 

– Kişiler o özel günün öncesinde ve gün içinde öyle çok detayla uğraşıp yoruluyorlardı ki öncelikle halsiz düşüyorlardı…

 

– Yemek tüketim oranı ile çeşitliliği, alkol alma zorunluluğu hissetme ise, o günü zorlaştıran başka bir konu idi. Hiç yenmediği kadar çok- çeşitli yemeklerin hızla yenmesi, tüketilen alkol miktarı ve çeşitliliğinin abartılması fiziksel rahatsızlanmaya, sarhoş olmaya, erkenden uyumaya neden olduğundan, konuşmaya- eğlenmeye- hoş zaman geçirmeye olanak tanımayan bedensel bir ağırlık gelişiyordu…

 

– Bu durumda kullanılan arabaların kaza yapması, tartışma ve kırıcı zeminlerin oluşması ise, yılbaşının suçu değil, oluşan ve birbiriyle birleşen unsurların sonucuydu…

 

– Bu koşullarda fiziksel olarak rahatsız, manevi olarak çökkün olan kişiler, çevrelerindekilere gereken özeni göstermiyor veya aldıkları hediyeleri beklendiği gibi sevinçle açmıyorlardı, veren kişi de onca uğraşının karşılığını alamamanın kırıklığını yaşıyordu…

 

Tüm bu bileşenlerin bir araya geldiği gün, doğal olarak yaşanan diğer olağan günlere göre “en” muhteşem olacağına, kolaylıkla sıkıcı bir gün haline dönüşüyordu. Kimse birbirine bunu açıkça ifade etmese, çok eğlenmiş gibi yapsa da, anlaşılan oydu ki böylesine hazırlanılan, beklenen ve özlenen bir günde düş kırıklığı kaçınılmazdı.

 

İşte bu gerçeği kavrayınca yılbaşını terk ettim, boşadım da denebilir. Yılbaşı planlarını- kutlamalarını, süslemeleri- hediyeleri bıraktım. Ben bıraktım ama onun beni bıraktığı söylenemez. Hani terk edilen eski sevgililer olur ya, arada arayıp da “Seni hiç unutmadım, ne olur bana dön “ diye durduk yerde akıl çelmeye çalışan, o da bunu yaptı…

 

Aydınlanmamın az daha ötesine geçtiğim yıllarda, bu terk edişi pekiştirmek için oldukça fazla delil- veri de topladım. Bu sadece insanların saptadığı bir güne odaklı, yıl değişimi diye adlandırdıkları bir dönemdi. Zaman akıp gidiyordu, hatta zaman diye bir şey de yoktu ki, dünya insanının süreci göreli kılma yöntemi idi. Uzaydan bakıldığında belki her şey aynı anda olup bitiyordu… Bu görüşü şiddetle destekleyen kitaplar okudum, izafiyet- kuantum kuramlarından deliller buldum, metafizik görüşlerle rahatladım. Zaman yoksa, yıl değişimi de yoktu, olmayan bir şey için tören de gerekli değildi…

 

Görüşümü destekleyen örnekleri artırdım; Aborjinler doğum günleri olarak, yenilendikleri, yeni öğreti kazanıp- farkındalık edindikleri günü kutluyorlardı. Ne kadar yerinde bir yaklaşım. Yılbaşı da böyleydi işte. Değiştiğimiz, en çok eğlendiğimiz anlar, var olduğumuz insanlarla bulunduğumuz mekandan haz aldığımız ortam hangi güne denk geliyorsa, o gün özeldi. İşte o gün yılbaşı idi, o doğum günü idi… Konu çözülmüştü…

 

Bu çıkarımlardan kime söz etsem ummadığım kadar çok destekçi buldum..

Oysa sanıyordum ki, yılbaşı rahatsızlığı yaşayan, bunu kurgulayan sadece benim, diğer bir deyişle sadece ben aksilik yaşıyorum da herkes çok eğleniyor. Meğer ki değilmiş. Herkes yanlış öğrenmeler ve şartlanmalarla içinde gizli bir yılbaşı hüznü- kırıklığı ve gözyaşı taşırmış.

 

Ve ben yılbaşının gerçek yüzünü gördükten sonra, onu sıradan bir gün olarak yaşadım, hatta ona önem verdiğimi sanmasın diye, aldırmaz- önemsemez… Çok da rahat ettim, her açıdan.

 

Fakat bir kaç yıl önce,  yılbaşı  birden eski sevgililer gibi kendini hatırlatıp, hıçkırıklara boğulmama neden oldu. Şaşırmıştım. Aslında bu durum yeni yıl karşılamalarında arada oluyordu, ama aldırmıyor geçiştiriyordum, o gün bunu yapamadım. Tam plansız yılbaşı gecesi başladığında, hava kararınca, içimde uğuldayan bir vadide cılız sesler duydum. “Birileri çağırsa idi, birileri ile kutlasaydım bu geceyi” diyen. Sanki hani çok istermişim gibi… Tümden yalandı oysa, kaç kişi bir yere çağırmış, bir plana ortak etmek istemişti de “Yok istemiyorum”  diye kabul etmediğim gibi beni aramamaları yönünde de mesaj vermiştim. Çünkü benim için hiç de özel değildi yılbaşı.

 

Neden böyle ağlıyordum peki? Niye yalnızım- arayan yok diyordum…

 

O sırada elime bir kitap aldım, hep olduğu üzere rasgele bir sayfa açtım, orada bana bir mesaj vardı. Hayır… mesaj yılbaşı ile ilgili değildi, gene de yaşadıklarıma gönderme yapıyor gibiydi. Eğer bir şeye kızıyor- ağlıyor- öfke duyuyorsanız, içinizde reddettiğiniz karanlığa ittiğiniz yanınızla buluşun, onunla konuşun, ne istediğini sorun, onu onaylayın diyordu. “Ben bunu biliyorum zaten” dedim, ama denileni de yaptım. Hıçkırığıma, kabul etmediğim karanlık yanımın ne söylediğini sordum….

 

Derinden gelen  bir ses, benim tüm mantık zincirim ve bilgilerime karşın, kendinin eğlenceli, kalabalık, hoş ortamlarda yılbaşı kutlaması istediğini söyledi. “Bana kızıyorsun, susturuyorsun, mantıklı nedenler buluyorsun, beni istemiyorsun ama ben yılbaşını istiyorum” dedi. Bu benim  örtülediğim, susturduğum ilk gençlik çağıma ait sesimdi, unutmuşum onu… Ağlamam durdu birden “ Seni anlıyorum” dedim, gülümsedim ona…

” İstemek senin de hakkın”. Oysa daha önceleri kızıyordum bu cılız sese, bu kez öyle yapmadım, onun arzusu ile benim arzusuzluğum kucaklaştı…

Konuk Yazar