Bizler aşktan korkuyoruz… Neyse çok genellemeyeyim çünkü korkmayan da olabilir belki o yüzden kendime indireyim durumu. Ben aşktan korkuyorum!!! Her ne kadar korksam da, kaçsam da, sonrasında yaşayabileceklerim için endişe etsem de… itiraf ve kabul ediyorum ki, Aşk benim ruhumun motor yağı…

Onsuz kaldığım uzun dönem boyunca her ne kadar farklı alanlarda, farklı güzel şeyler deneyimlemiş olsam bile hiçbirisi bana aşkın verdiği ilhamı,enerjiyi, coşkuyu, varolma hissini ve enerjisini vermedi. Ve yine kabul ediyorum ki geçmişimizdeki çeşitli ilişkilerden dilimiz yandığı için kişiye duyulan aşklardan korkup “Aşk”tan söz edilince “çiçek aşkı, kedi aşkı, köpek aşkı, çocuk aşkı, tanrı aşkı…” gibi konulara lafı getirsek de bir başkasına duyulan ve hele de bir de karşılığını aldığınızı hissettiğiniz aşkın ruhunuza kattıkları süper benzinle, Irak’tan gelen ucuz motorinin arabanızın motoruna kattıklarının farkı gibi…

Bizler aşktan korkuyoruz… Neyse çok genellemeyeyim çünkü korkmayan da olabilir belki o yüzden kendime indireyim durumu. Ben aşktan korkuyorum!!!

Ne büyük ve absürd bir itiraf. Ruhumu ateşleyen, beni doruklara çıkartan harika bir duygudan korkuyorum, onu yaşamayı ne kadar sevmeme rağmen. Zaten absürd bir dünya burası. Birisine “sen iğrenç insanın tekisin” dediğinizde karşınızdaki bunu kabul edebiliyor, ama “sen ne kadar güzel bir varlıksın” dediğinizde ise ne yapacağını şaşırıyor, eli ayağı birbirine dolaşıyor ve hatta size bunu söylememenizi bile istiyor. İşte böyle absürd bir dünya içinde absürd bir duygu aşık olmaktan korkmak!!!

Tabii ki nedenleri var. En temel nedenleri geçmiş kırgınlıklar, karşılık alamamışlıklar, terkedilmişlikler diye uzayıp gidiyor. Hele bu muhabbetler açıldığında suçlayabileceğiniz o kadar kişi, olay, neden vs. mevcut ki… “Değerimi bilemedi”, “Zaten beni haketmemişti”, “O bana layık değildi”, “Ona güvenmiştim ama beni yıktı, kalleş adam”… diye farklı biçimlerde uzatın durun istediğiniz kadar ya da illa devamını öğrenmek istiyorsanız gidin bir meyhaneye köşede bir arkadaşıyla iki tek atıp dertlenen tipler memlekette promosyonla kolaların yanında dağıtılacak kadar çok nasılsa… 🙂 Ha bir de bunun tersi bir durum var ki o da dışarı pek söylenmeyen ama içimizde kendimize çoğunlukla farkında olmadan tekrar ettiğimiz cümleler topluluğu… “Zaten sen sevilmeye layık değilsin”, “Yeterince güzel değilim”, “Off salağım ben salak”, “Zaten sen dost olmaya gelmişsin bu dünyaya, senden sevgili mevgili olmaz”, “10 kilom daha az olacaktı ki…”, “Napalım ki bir Ferrarimiz yok”.. Bunlar da uzar gider ama biz çoğunlukla dişlerimizi sıkıp küfretmekte olduğumuz için bunların sesi çok zor duyulur, fakat bilinçaltınıza işlediği için hayatınıza fena halde yansır.

Bir defa şunu kabul etmemiz gerekiyor: Kimse bize birşey yapmadı!!! Biz kendi kendimize yaptık… Suçlanması gereken birisi varsa herşeyden önce BİZİZ ki zaten kendimizin ağzına etmekte üstümüze olmadığı için ruhsal olarak mümkünse kendimizle yüzleşmeyi suçlamaktan öte bir defa olsun kendimize gülümseyerek yapalım. 😉

Ben şunu kabul ediyorum ki ben aşk bağımlısıyım. Daha doğrusu birileriyle birlikte olmak yada onun ilgisini görmek benim için bir bağımlılık, eroin gibi. Öyle bir bağımlılık ki bunu elde etmek için ruhen dizlerimin üzerine çöküyorum ve yalvarıyorum karşımdakine o farkında olmasa bile. Resmen ondan dileniyorum kendi içimde gözden kaçırdığım bazı şeyleri bana vermesi için. Evet, aşk harika; aşk coşturucu, aşk muazzam ama bizler de bize keyif veren hislerin tadını çıkartmaktan çok, onları gelecekte kaybetmemek için depolamaya acaip yatkın varlıklarız. O AN’ı yaşamak gibi bir durum yok bizde. Hemen geleceğiniz garanti almaya çalışma faaliyetleri başlıyor. Eh sizi sürekli “mutluluk gelecektedir” sloganları içinde büyüyünce ve yaşam denilen süreç geleceğini garanti altına almak için didinip çabalama süreci olunca bu yaşamımızın her yönüne yansıyor. Biriyle çok güzel anlar yaşayınca hemen devamını garantilemek için çabalamaya başlıyoruz. Tamam bu noktada sevgili olma gibi kavramlara asla itiraz etmiyorum ama birbirine söz vermeler, geleceğe dair planlar yapmalar, hele de sürekli aile çevresinden gelen “eee evlenme yaşında geldi” muhabbetleri arasında kendini direk evliliğe göre programlamalar vs. Herşey o kadar otomatik gelişmeye başlıyor ki bir süre sonra ilişkide bozulmaya başlıyor ve sıradanlaşıyor. Bir de reddedilmiş aşklar var ki o da zaten bir yandan kendimize “bak işte gördün mü ben sana demiştim sen zaten sevilmeye değmezsin” onaylamasını yaratırken, bir yandan beklenilen değeri alamadığını düşündüğün için adamı intihara kadar götürüyor. Buraya kadarını zaten hepimiz biliyoruz… Peki nerede bunların çözümü???

Aslında benim gördüğüm en temel sorun ve en büyük çözüm, insanın kendisini “kim” olduğunu bilmesiyle ilgili. Ben burada ne yapıyorum?, ne arıyorum?, kimim?, nereye gidiyorum?, ne istiyorum? gibi soruların yanıtlarını verebilmek. Sadece aşk için değil, herşey için geçerli bu. Çünkü diğer türlü size verilmiş hazır kalıpları alıp kullanmaya başlıyorsunuz ama her hazır kalıbında yan etkileri oluyor (Kıç kalkması falan gibi). Size toplumsal bir kimlik veriliyor ve siz artık o kimliğinizle kendinizi var ediyorsunuz? İşte profesör oluyorsunuz, işadamı oluyorsunuz, mühendis oluyorsunuz, aş oluyorsunuz, aşık oluyorsunuz, anne oluyorsunuz vs. Bir de bunun spritüel modelleri var ki master oluyorsunuz, indigo oluyorsunuz, ışık işçisi oluyorsunuz vs. Tüm bunlar size bir süre huzur, mutluluk ve rahatlama veriyor… Ama sadece bir süre… Sonra bu sene yaz aylarında yoğun yaşadığımız sarsıntı dönemleri başlıyor ve tüm bu kimliklerinizin elinizden birer birier uçtuğunu görüyorsunuz. İşinizden oluyorsunuz, eşinizden oluyorsunuz, evinizden oluyorsunuz falan ve deyim yerindeyse “sap gibi” ortada kalıyorsunuz. İşte o “sap gibi” ortada kalmak içinde büyük bir belirsizliği ve bilinmezliği taşımakla birlikte aslında hayatın size sunduğu muhteşem bir “kim olduğunuzu” bulma fırsatı… Bunun farkına varıp çevrenizdeki herşey birer birer silinirken siz kendi içinize dönüp, kendinizle yüzleşmeye başladığınızda, birşeylerin değişmeye başladığınızı hissediyorsunuz. Sonra gözleriniz kapalı kendinizle uzun uzun konuşabiliyor ve kim olduğunu anlamaya başlıyorsunuz. Siz size verilen tüm kimliklerin ve hatta spritüel olanların bile çok çok ötelerinde ama aslında son derece basit bir varlıksınız. Fakat bu yanıtı artık kalbinizle ve ruhunuzla buluyorsunuz ve size yanıtı onlar veriyor. Bu yanıtı hissettiğinizde gözlerinizi gülümseyerek açıyorsunuz ve bir bakıyorsunuz ki sizi terkettiğini sandığınız herşey aynen orada duruyor. Ama artık siz onlara farklı bakıyorsunuz ve bir de bakıyorsunuz ki onlar yerlerine sabit değil ve onların gitmesi ve kalması size kalmış. Dilediklerinizi tutuyor yada yenilere yer açılması için istemediklerinizi yolluyorsunuz falan. Ama yüzünüzde sürekli bir gülümse var içten gelen. Çünkü artık siz “kim olduğunuzu biliyorsunuz” ve dışarıda ne olursa olsun evrendeki hiç bir varlık onu yokedemez yada zarar veremez yada yerinden oynatamaz. Artık sizin için övgüler ve yergiler, şeker ve tuz gibi olmaya başlıyor. Sadece tat için katıyorsunuz ruhunuza her ikisini de ama asla ruhunuzu belirleyen onlar değil. Tüm kimliklerinizden, herşeyinizden olsanız bile artık kendi varlığınızın yeterli olduğunu bilip öyle yaşamaya başlıyorsunuz. İşte bu noktada aşk da bambaşka bir biçimde geliyor size…

Şimdi genelde spritüel yazılarda bu noktalarda “tanrı aşkı”na falan gider akıllar falan. İşte O’nu sevmek, O’na aşık olmak vs. diye cümleler döktürülür. Yani kesinlikle bu da çok güçlü bir aşk eminim ve yaşayanlar biliyordur tadını, fakat ben 28 yaşında bir erkek olarak kuşa, böceğe, tanrıya falan aşktan öte karşı cinse olan aşkımla ilgileniyorum. Çünkü mesela “Moulin Rouge” gibi bir filmden yalnız çıkıp sarılacak kimseyi bulamadığın için ağaçlara, çiçeklere falan sarılmakla, aşık olduğun kıza sarılmak arasında büyük fark var. Zaten paylaşmak bu evrenin yaratılışının sırrı… Eğer öyle olmasaydı neden Tanrı kendini sonsuz sayıda parçalara bölüp evreni paylaşarak deneyimlemeyi seçti ki… (Tanrı ile Sohbet’te şunu söyler: Kendimi parçalara böldüğüm ve maddeleştiğimi hissettiğimde gözlerimi açtım ve bana bakan bir çift göz gördüm karşımda. O da bendim ve birbirimizin gözlerinden kendi güzelliğimizi izliyorduk) O yüzden kimse kusura bakmasın kızlara da bayılıyorum, onlarla aşka da… Ha korkarım ederim, üzülürüm falan orası ayrı… 😉

Bir de şunu eklemem lazım ki “hayvan aşkı, doğa aşkı, okuma aşkı…” gibi çeşitlendirebileceğimiz aşklar kesinlikle aşk ve onlar da insana muazzam şeyler katıyor ve bir insanla aşkı paylaşmaktan uzak kaldığınızda size en büyük destek onlardan geliyor, fakat burada birçoğunun düştüğü hata kişiyle yaşanan aşktan korkup kaçıp bunlara sığınması ve bu sefer de bunlara takılması. Tamam mesela beni Fransızca aşk şarkıları koleksiyonum hiç terketmiyor ve hep yanımdalar ama onlardan en büyük zevki kendi başıma dinlemekten çok başkasıyla dinlediğim zamanlarda alıyorum. Ayrıca onlar da benim içimdeki eksikliği doldurmaya çalıştığım destekleyiciler oluyorsa gene sorun var işte. Takılır kalırsanız bir noktadan sonra kedileriyle yaşayan ve insanlara küsen tiplere de dönebilirsiniz yada kocasıyla mutsuz olduğu ve aşktan ümidi kesitiği için tüm herşeyini çocuğuna adayan çocuğunun da hayatının içine eden anne modeli gibi olabilirsiniz falan…

Bizler kendimizden uzak kaldığımız süre içinde hareket etmeye korktuğumuz için bir süre sonra kasılıp kalıyoruz, bir süre sonra da paslanıyoruz. İşte bu dönemlerde hayatımıza giren aşklar kısa süreli bu pasların hareket etmesini sağlıyor ve mutlu oluyoruz, ama bu evrenin bize sürekli bir desteğinden öte kendimizi hatırlamamız için bir verdiği bir araç sadece. “Kardeşim sen paslı bir varlık değilsin oturuyorsun öyle kabak çiçeği gibi, bak sana biraz hatırlatmak için hareket şansı veriyorum ama sen ayağa da kalkabilirsin” diyor bize. Ama biz bize hareket verenin o aşk olduğunu zannedip birilerinin bizi sürekli yağlamasını sağlamaya çalışıyoruz. Çok çok az kişi mesajı anlıyor ve kalkabiliyor ayağa…

Benim gibi anlamayanlar ise önce aşka bağımlanıyor, sonra da onun için çabalayıp duruyor; evren de ümidini kesince bağımlılıktan kurtarmak için bir çekiyor senden o yağı, kalıyorsun aylarca senelerce yalnız. 🙂 O noktalarda tabii başka tedavi yöntemleri de çıkıyor karşına. (Bunun elektroşoku var, su tedavisi var di mi? İnsan dediğin taneyle mi sanki. “Laftan anlamayanın hakkı kötektir” modeli deniyor buna evren dilinde…) 😉

Sonra birgün tüm bu tedavi sonrasında bir bakıyorsun ki ellerini falan hareket ettirebiliyorsun, ayaklarını da… Kasılmış tüm kasların açılmış… Hareket edebiliyorsun rahatlıkla, hatta kalçanı bile çevirebiliyorsun ve bunları yapabilmen için kimseye ihtiyacın yok… Sonra çevreyi keşif için yürümeye başlıyorsun ağır ağır… Bir süre nerede olduğunu tanımaya çalışıyorsun… Etrafını tanırken bir bahçeye geldiğini görüyorsun… Bahçe muazzam bir bahçe ve ortasında muazzam bir ev var… Etrafa hayran hayran bakarken birden bahçede bir başkasının varlığını görüyorsun… Dünyalar güzeli bir varlık sana gülümsüyor ve sana kopardığı çiçeği uzatıyor… Onu tanıyorsun ve biliyorsun kim olduğunu… Hiç bir bağımlılık, korku, endişe hissettmeden uzatıyorsun ona elini ve onun kulağına eğilip hafifçe fısıldıyorsun “Aşk ruhun motor yağıdır” diye… Ve ekliyorsun “Ancak sen ona pas giderici makina yağı muamelesi yapmadığında…”… Sonra o sana “ne dedi bu lan bu şimdi” modlarında bakarken yanağına hafif bir öpücük konduruyorsun ve klavyenin başına geçiyorsun ve ilk satırını yazıyorsun…

“Aşk Ruhun Motor Yağıdır”

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...