“Rahula, sakın yalan söyleme. Bilinçli olarak yalan söyleyen bir insanın yapamayacağı kötülük yoktur.”

— Budha’nın oğlu Rahula’ya verdiği ilk vaaz.

Ben kelimeleri kullanabilen bir insanım ve kelimelerin gücünü biliyorum. Kelimeleri kullanarak karşımdaki insanın düşüncelerini yönlendirebileceğimi anladığımda, bunu başarmak için iddiamın doğru olmasına gerek olmadığını da anlamıştım. Bunu fark ettiğimde henüz ortaokula gidiyordum. Kendi kendime, “Karşımdakini yenilgiye uğratmak ya da ikna etmek için iddiamın doğru olmasına gerek yok,” dediğim günü anımsıyorum. Bu, beni şaşkınlığa düşüren bir keşif olmuştu. O zamana kadar tartışmayı haklı olanların kazandığını sanıyordum.

Ardından ciddi bir şekilde düşünmeye başladım. Bu güçle ne yapacaktım? Bunun bir güç olduğu ortadaydı ve ben bu gücü kullanacak yeteneğe sahiptim. O gün bu gücü en zor yolda kullanmaya karar verdim: Hakikati anlatmaya ve asla hakikate dayanmayan bir iddiayı savunmamaya; çünkü hakikatı şu ya da bu çıkarımız sebebiyle her göz ardı ettiğimizde karanlığın yavaş yavaş dokunduğunu, örüldüğünü biliyorum. Bu anlayış kararlılığımı bugün de sürdürmemi sağlıyor.

30’lu yaşlarıma ulaştığımda bu sefer bu gücü kullanan, bu yeteneğe sahip olan diğer insanları yeterince gözlemlediğimde, bu yeteneğin ne kadar tehlikeli olabileceğini ve hali hazırda ne kadar kötü niyetle kullanıldığını anladım. Bu ikna gücü, özellikle de cahil bir kitle üzerinde kullanıldığında, ihtiyaç duyulan yakıt yalanla sağlandığında, yaratamayacağı bir kötülük yoktur. Günümüz dünyası bu güce sahip olan ama kalbi kararmış olan insanları, tüm dünyayı yönetenler ve yönetilenler diye iki sınıfa ayıracak şekilde tasarlamak için kullanıyor. Doğal olarak da bu konuda çok başarılılar. Başarılılar çünkü cehalete ulaşmak her zaman bilgeliğe ulaşmaktan kolaydır.

Bugün ülkemizde ya da dünyada olmakta olan olaylar için söylenecek bir sürü laf var. Hakikat ifade edilebilir. Kanıtlarla yapılan kötülük ortaya serilebilir. Tüm ikna edici teknikler kullanılabilir. Yine de bu bir işe yaramayacaktır. Niçin mi?

Zaman geçip de bu konudaki gözlemlerim ve deneyimlerim arttıkça yeni şeyler keşfetmeye, olayın diğer açılarını ve boyutlarını da görmeye başladım. Artık 40’lı yaşlarımın sonuna yaklaşırken bugün biliyorum ki mesele iddianızın doğruluğu değil, mesele ne kadar ikna edici olduğunuz da değil, tüm mesele ne kadar yıkıcı olmaya kararlı olduğunuz. Yıkıcılık, yıkılanla işbirliği yaparak, salgın bir hastalık şeklinde kitlelere yayılırken, yıkmak yerine yapmaya uğraşan insanların elinde çok ama çok önemli bir niteliğin kıtlığı çekiliyor: uyanışa doğru içten gelen bir istek ve kararlılık.

Yıkıcılıkla başa çıkabilecek, cehaletin karanlığını aydınlatabilecek güç ne yazık ki bu aydınlığa sahip olan insandan gelmiyor. Kalbi aydınlık ve zihni uyanık olan insanın diğerlerini uyandırma gücü ne yazık ki yok. Bu güç, kalbi kararmış, aklı bulanmış bir insanın sahip olduğu bir güç. Zihnini kuşatan karanlığa rağmen içinde cılız bir uyanma, aydınlanma alevinin yandığını fark eden ve bu alevi büyütmek için içten gelen kahramanca çabayı gösterebilen insanlara ait bir güç. İşte bu sebeple kitleleri uyandırmak bu kadar zor. Kitleleri uyandırma gücü kendisi uyanmış olan insanda değil, uyumakta olan insanda var da onun için.

Bu sebeple gözünde az toz olanlar, görebilecek olanlar bu kadar değerli, bu kadar önemli.

Bunun ötesinde ve haricinde söylenecek bir şey yok. İçinde cılız da olsa yanan ateşin farkında olmayan insanlara edilecek her laf, ne kadar bilgece de olsa, boşa harcanan, israf edilen bir çabadan başka bir şey değil. Bu sebeple bilgenin ne zaman konuşacağını ne zaman susacağını bilmesi gerekir.

İçinde harekete geçme, ışığı keşfetme ve onu büyütme gücü olanlar için öğretmenler vardır. Diğerleri öğretmenleri göremeyecektir. Kurtulmak isteyen insan kendine uzatılan eli kavrayacaktır. Diğerleri kendilerine uzanan eller onu kavrasın diye bekleyecektir. Kurtulmak yerine kurtarılmak isteyen insan cehaletin bataklığa batıp gidecektir.

İsa’nın sözlerini unutmayın: “Dileyin, size verilecek; arayın, bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacak…”

Cem Şen

1968 yılında doğdu. 1981 yılında savaş sanatları eğitimi almaya başladı. 1987 yılında Zen Budizm’in Türkiye’deki temsilcisi olan İlhan Güngören ile tanıştı ve 1987-1990 yılları arasında Güngören’in asistanlığını yaptı. Bir yandan Güngören’i Zen çalışmalarında ve Tai Chi Ch’uan derslerinde destekleyen Cem Şen aynı zamanda Namık Ekin, Mustafa Aygün gibi eğitmenlerle savaş sanatları eğitimini sürdürdü. 1990 yılında ilk çeviri eseri yayınlandı. Aynı yıl çalışmalarını tümüyle Taocu çalışmalara yönlendirdi. Sırasıyla Mantak Chia, Master Wang, Master Wu, Eric Steven Yudelove gibi ustalardan eğitim alan Cem Şen aynı zamanda bu ustalardan farklı Taocu sistemleri öğretme yetkisi de aldı. Halen ustalar ile çalışmalarını ve dünyanın farklı yerlerinde bulunan yaşayan büyük bilgelerle iletişimini ve arayışlarını sürdürmektedir. 1991 yılında Dharma Yayınları’nı ve ardından 2003 yılında bu yayınevinden ayrılarak Klan Yayınları’nı kurmuş olan Cem Şen’in içlerinde “Enerjinin Dansı: T’ai Chi Ch’uan” ve “Dolmuşa Binme ve Dolmuştan İnme Sanatında Zen” adlı kitaplarının da bulunduğu 8 kitabı ve yaklaşık 40’a yakın çeviri eseri bulunmaktadır.