Temel varoluş halimiz olgularla, olanla, olmakta olanla bitmez tükenmez bir mücadele.
Bunun soyumuz açısından faydaları azımsanamaz. Şu anda çevrenizde gördüğünüz ve medeniyetimizin ürünü olan hemen her şey tamamen çıplak, korumasız ve tek başına hayatta kalma becerileri yeterince gelişmemiş doğan, ve hayatta kalmak için aşırı gelişmiş beyninden ve zihinsel kapasitelerinden başka bir becerisi olmayan insanın bu bahsettiğim koşullara olan tepkisi, direnci ve mücadelesi sayesinde var belki de.
Ancak bu fazla gelişmiş beynin bir diğer kapasitesi de kendini bilebilmek ve kendi varlığının farkında olabilmek. Ve bunun birtakım sonuçları var. Çocuk sadece korunmasız ve çıplak doğmuyor, aynı zamanda tanımsız, hatta sınırsız da doğuyor. Düşünsenize bir bebeğe kim olduğunu söyleyebilecek, bu ben – bu ben değil’i ayırt edebilmesine yardımcı olacak ne var? Bir bebeğin olabileceklerini ve olamayacaklarını sınırlayan, tanımlayan ne olabilir ki? Bebek sadece, basit bir şekilde var olmakta; ve ne olduğunun, olabileceğinin hiçbir sınırı, hiç bir tanımı aslında yok.
Tanımsızlığın sınırsızlığı
Bunun böyle olduğunu, geçen hafta birlikte eğitim verdiğimiz Sinan Canan’ın da aktardığı “feral çocuklar” – yani hayvanlar tarafından büyütülen çocuk örnekleri kanıtlıyor. Bu hayvanlar tarafından evlat edilip büyütülen bebekler aynen onları büyüten hayvanları örnekliyorlar, onlar gibi davranıyorlar, hatta bir şekilde varoluşsal olarak o hayvanlarla aynı oluyorlar. Tekrar insan cemiyetine katılmaları sağlanabilse bile belli bir yaştan sonra insan davranışları artık öğretilemiyor bu feral çocuklara. Yani bebeğin bırak kim olduğunu, ne olduğunu bile anlatan, kendiliğinden bir şey yok.
Bu yeni doğmuş ve varoluşsal algısı olan bir varlık için çok korkutucu, çok kaygı verici diyor John Welwood, ve bu durum karşısında bebek korkuyla kendini daraltıyor, kısıtlıyor, bazı tanımlara, bir şeylere tutunmaya çalışıyor, bazı şeylere ve tanımlara bunlar ben diyor. Diğer bazı şeyleri de bunlar ben değil, bunlar ben sınırım dışında olarak kabul ediyor. Çoğu zaman da bu tanımlar kendisini ilişkilendirdiği çevreden aldığı, o çevre tarafından kendisine aynalanan şeyler oluyor doğal olarak. Ve bu koyduğumuz tanımlar, hayattaki ilk travmalarımızı, “varoluşsal travmamızı” oluşturuyor. Bu kendini bilmenin büyük korkusuna biz kendimizi sınırsızlıktan, varoluşun sonsuz potansiyel alanından, dar bir alana, aslında var olmayan bir tanımlar kısıtlamasına sıkıştırarak, kendimizi küçülterek tepki veriyor, sınırsız ve tanımsız bir şekilde var olmanın temel korkutuculuğu ile bu sayede başa çıkıyoruz.
Adem ve Havva’nın Varoluşsal Travması
Düşünürseniz belki de tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarındaki cennetten kovulma hikayesi bile bu durumu metaforik anlatıyor. Genesis’te ve benzer metinlerde Adem ve Havva cennette tamamen Tanrının iradesine tabi, var olan hiçbir şeyden kendilerini ayrı görmeden, hiç bir şeyi iyi veya kötü diyerek ayırmadan, bu sayede de mutlu mesut yaşamaktadırlar bildiğiniz gibi. Yedikleri önlerinde, yemedikleri artlarında. Sadece iki meyvenin ağacı yasaktır onlara. Biri yaşam ağacı, diğeri ise bilgelik ağacı. İnsana tapmayı reddeden Şeytan, aslında çok sevdiği Tanrı’sına insanın ne mal olduğunu gösterebilmek için yılan kılığında cennete girer ve yasak ağacın meyvesini yemeğe ikna eder Havva’yı. O meyveyi yiyince Havva birden kendini bilir.
Havva her kendini geliştirmiş kadının erkeğinin uykuda olmasına dayanamadığı gibi Adem’in de meyveden yemesini sağlar. Bu sayede her ikisi de artık kendilerinin, varoluşlarının farkına varırlar. Kendi bireysel varoluşlarına uyandıklarında çıplak olduklarını fark ederler ve utanırlar. Yani olan her şeyden, bütünden, zihnin öz doğasından ayrı düştüklerinde ne kadar korumasız, ne kadar zayıf, ne kadar çıplak olduklarını fark ederler ve kendilerini ayırdıkları bütünlüğün muazzamlığı karşısında tekil varoluşlarından utanırlar.
Çok gecikmeden Tanrı da fark eder yasak ağacın meyvesini yediklerini, ve der ki, artık cennette kalamazsınız. Bu sınırsız, tanımların olmadığı, külli iradenin bir parçası olduğunuz, kendi varlığınızı var olan diğer her şeyden, yani zihnin gerçek ve sınırsız doğasından, yani aslında benim varlığımdan farklı olarak görmediğiniz bu yerde, bu varoluş halinde artık kalamazsınız. Çünkü artık kendinizi biliyorsunuz ve kendinizi benden ve var olan diğer her şeyden ayrı görüyorsunuz. Ve Külli iradeden kendinizi ayırıp cüzi iradeyi sahiplendiniz, yani artık “ben – ben değil”i, doğru ve yanlış kavramlarını, dualiteyi yarattınız kendi zihniniz içinde. Hiçlikten koptunuz ve kendinizi var ettiniz. Birlikten koptunuz ve ayrı birer birey oldunuz. Cennette benden kendinizi ayrı görerek kalamazsınız.
Onun için gelin sizi dünyaya alalım, hoş orası da cennet gibi bir yer, ama onu ve içindeki her şeyi ve herkesi kendinizden ayrı, kendi öznelliğinizin dışında göreceğiniz, onların da bir özne olduğunu fark etmeyeceğiniz için onlardan korkacak, onları nesneye çevirecek, ve bu nedenle direnecek, değiştirmeye çalışacak, kavga edecek, kullanacak ve bozacaksınız. Yani kendinizi mutlu etmeye çalışırken hep mutsuzluk yaratacaksınız. Eğer bir gün, belki bu sefer kendi özgür iradenizle, kendi öz varlığınızı hatırlarsanız, zihninizin doğasını fark edebilirseniz, kendinizle aranızdaki tüm yanılsamaları terk edebilirseniz, özgür iradenizi, varlığınızı, “kendi”nizi asıl olduğunuz şeye ulaşabilmek için “kurban” edebilirseniz, o zaman belki bu cüzi varoluşunuza ölür, Nirvana’da, varlığın gerçek doğasında, cennette tekrar doğabilirsiniz. Ve ancak o zaman yaşam ağacının meyvesinden yemenize müsaade edebilirim.
Anlamı olmayan bir hikaye
İşte bu nedenle bu ilk travma, yani bizim kendimizi bilme yetimizin karşısındaki büyük korku sonucunda oluşturduğumuz tanımlar belki de bizi en fazla kısıtlayan, en fazla canımızı yakan, en fazla ızdırap çekmemize neden olan şeyler, ve bunları göremiyoruz bile. Çünkü bunları, bu tanımlar, erkek – kadın olmak, Türk – Kürt – İngiliz – Çinli olmak, hatta İnsan olmak bile öğrenilmişken bunları öznemiz, kendimiz sanıyoruz. Özne, kendi özneliğini göremediği için de bu tanımların aslında birer nesne olduğu, hatta gerçekte, kendi taraflarından var olmadıkları, adı üzerinde içi boş birer tanım oldukları bile görülemiyor. Bu nedenle de bu tanımlar, ve bu olmayan şeylere sıkıca tutunmamız dünyadaki çektiğimiz acının temel kaynağı. Ancak bu kim olduğumuzla ilgili hikayemiz, adı üzerinde, sadece bir hikaye.
Lady Macbeth’in ağzından Shakespeare’in de dediği gibi:
Erdeminin ve onurunun mezarı olan bu yaşam, yürüyen bir gölgeden başka bir şey değil; sahnedeki zamanını zorlukla ayakta durarak ve yakınarak geçiren, ve sonra adı bir daha duyulmayacak zavallı bir oyuncu: bir aptal tarafından anlatılan, gürültü ve hiddet dolu bir hikaye, hiç bir anlamı yok.
Ve bu travma için anne babamıza bile ihtiyacımız yok. Yani var da, onların hata yapmasına gerek yok, mükemmel bir anne baba olsalar bile, bu travmayı kaçınılmaz olarak yaşıyoruz ve eğer kendimize müsaade edersek bu varoluşsal kopuşu, varoluşsal acıyı, ben aslında kimim sorusunun yanıtını bilememeyi, ben sandığım şeylerin ve kendimi ilişkilendirdiğim şeylerin boşluğunu derinlerde bir yerde hissediyoruz. Buna felsefeciler angst veya varoluşsal ıstırap, Buddha dukkha diyor.
Tanımları bırakırsak ne olur?
Bundan birkaç yıl önce bir danışanımla onu kısıtlayan, sıkıştıran tanımlarından bahsederken (ki o çektiği acının kaynağı olarak onu kullanan diğer kişileri görüyor ve suçluyordu – siz o tanımlarınıza tutunmasanız, bir başkasının sizin üzerinizde nasıl herhangi bir gücü olabilir?), şu soruyu sormuştum:
“Şu anda senin benlik hissini almadan, farkındalığını almadan, aklını almadan, seni özünde sen yapan şeyleri almadan hafızanı, tüm öğrendiklerini, tüm tanımlarını silsek, bunları unutmanı sağlasak, acaba ne olurdu?”
Bir iki saniye bu sorunun yanıtını düşünün.
Danışanımın gözleri parlayarak “o zaman yapabileceklerimin hiçbir sınırı olmazdı ki” demişti. Tabi bu cümleyi kurar kurmaz büyük bir korkuya kapılmıştı.
Aynen öyle. Bu tanımlar bizi bir yandan varoluşsal olarak kısıtlarken, bir yandan da olgular, eylemler, sonuçlar dünyasında da kısıtlıyor. Farkında bile olmadan mutsuz ediyor, yaşamımızı ıstıraba çeviriyor.
Ve dediğimiz gibi bunun için anne babanıza ihtiyaç yok.
Kadim öğretiler, ister Budizm, ister tasavvuf yolu, ister başka yollar olsun, hep bu varoluşsal ıstıraptan kurtulmanın yollarından bahsediyor. Bunun yolu olarak da hepsinin söylediği temel bir yöntem var: Kendini bil.
Ancak bu o kadar kolay değil. Nedenlerinden ve çıkış yollarından gelecek yazılarımızda ve videolarımızda bahsedeceğiz.