Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden…
Sınırsız, formsuz, özgür bir varlıkken ortalama bir metre yetmiş santimlik elbiseye girip de aynı özgürlüğü ve zamansızlığı tatmaya çalışırsa insan, eh işte biraz aceleci olabiliyor.
Bir işin sonuna varması için sabır gösterilmesi gereken süreçte sabredememek, insanın hatası değil. Dünyanın fuzuli kavramalarından olan “zaman”ın suçu. Daha doğrusu o görece kavramı keşfedip takvimler, saatler icat eden atalarımızın. O ataların da bizler olabileceği olasılığını düşünmek daha da korkunç. Sen şimdi oturup takvim yaptın, zaman diye bir kavramı kabul ve tasdik ettin, içinde bir hayat yaşadın. Yetmedi, o takvimin bir başka bölümünde yeniden bu sıkıştırılmışlık hissine geri dönmeyi seçtin. Dönerken de genlerine, bilinçaltına yahut adına ne demek istersen o veri bankana “Yalan dostum, zaman diye bir şey yok. Zaman dediğin üç günlük eğlence” kodunu koydun. Oldu mu sana içsel çatışma? Oldu…
“Bizim oralarda zaman yoktur, siz buralarda zaman denen nesneyi kolunuzdaki saatle ölçüp biçiyorsunuz ama az biraz sakinleyip düşünseniz, anlayacaksınız zamanın illüzyon olduğunu” dedi mi rehber varlıklar? Dedi. “Şimdi oralarda olmak vardı. Gidiversek bir koşu” isteği canlandı mı içinde? Canlandı. İşte eskilerin dediği gibi zurnanın zırt ettiği yer burası. Bir koşu gidilecek yer için kullanılan o “bir koşu” zaman dilimi yok! Oturup düşün şimdi bu ne yaman çelişki. Yahut sen yorulma, senden önce düşünen filozoflar, teologlar, ustalar var, açıp okuyuver. Düzeltiyorum, bir koşu gidip okuyuver.
Bu “bir koşu gidip yapıvermek” işini yapmaya öyle uzun uzadıya zaman yok. Biliyorum, zaman gerçekten yok ama burada bahsi geçen, mevcut yaşam düzeni içinde öyle oturup kendini dinleyecek, kitap okuyacak, meditasyon gibi boş işlerle geçirecek denli atıl zaman yok. Şanslıyız ki bizim yerimize bunları yapmış, mevcut ve hatta belki geçmiş hayatlarını bu gibi manevi uğraşlarla geçirmiş öğretmenler var. Bir koşu gidip eğitimlerine katılınca olacak bu iş. Tabi bir koşu gidilecek kadar yakın ve kolay ulaşılabilir olunca, eğitim de bir koşuda bitsin istiyor insan. Aydınlanmanın bir anda olduğu gerçeğini, tecrübenin de bir anda edinilebileceği gerçeğiyle karıştırıyoruz. Zamanı, hayat döngüsünü, tecrübelerin yalnızca tecrübe ederek elde edilebileceğini ve bunun için zamana gereksinim olduğunu yadsıyarak her şey bir anda olup bitsin istiyoruz.Hâlbuki kadim bilgeliklerin tapınaklarının dağ tepelerine yahut yerin kat kat altına yapılmasının ve oralara bol bol basamaklar konmasının bir nedeni var. Âdemoğluna eziyet olsun diye inşaat tekniklerinin sınırlarını zorlamadı elbette atalar.
O basamaklardan zaman içerisinde çıkıp inerken düşmeyi de öğreniyor insan, kalkmayı da. Zamansızlığı en çok o basamaklarda yalnız başına adım atarken deneyimliyor. Düşünmeye en çok orada “zaman” buluyor. İnsan olma yolunda ağır ağır çıkarken merdivenleri, zaman içerisinde öğretmen, usta, tam yetkili öğretici, büyük üstat ya da popüler adıyla grand master gibi teknik unvanlar ediniyor. Kendi mi alıyor bu unvanları, yoksa “zaman” kavramını yaratan insanın göreceli algısından sebep “hiyerarşi” kavramı mı doğuyor? Zaman ve unvan, insanın yarattığı algısal tanımlamalarken nasıl oluyor da aydınlanma yolunda yürümüş ve sevgi, birlik gibi kavramları idrak etmiş insanlar ellerindeki sıfatlara içeriğinden daha çok değer veriyor? Bu noktada insanın en karmaşık keşfi olan ego giriyor devreye.
Benlik duygusu olarak tanımlanabilen ego kavramı temel olarak yaşamsal sürekliliği her şart ve durumda devam ettirmek mekanizmasına dayanır. Bunun için de canlıların her hücresi “Ben değerliyim. Her şeyden çok ben önemliyim” düşüncesiyle kodlanmıştır. Çok basit ve gerekli bu zihinsel mesajın fonksiyonel kullanım yerine odak noktası olarak belirlenmesi sonucunda insan benmerkezci, bencil bir tavır sergiler. Kendini, kendisiyle öyle doldurmuştur ki yalnız, mutsuz, kısıtlanmış hissediyor olmasının faturasını kendi olmayan her şeye keser. Sonuç daha çok yalnızlık olunca da, “Egom yüzünden. Ben şu egomu bir güzel döveyim de aklı başına gelsin. Nerdeydi şu aydınlanmayı bir günde öğreten masterin telefonu” söylemiyle eğitim, seminer, kitap, artık Allah ne verdiyse bir koşu gidip alıvermek için harekete geçer.
Almak fiili dünya üzerinde önemli bir enerji frekansı olan “para” ile aynı kefeye konmuştur. Bakkaldan iki yumurta almak için, iki yumurtalık para vermemiz gerekir. Kitapçıdan kitap almak için kitap bedeli kadar para vermek gerekir. Öğretmenden ders almak için o dersin verileceği saatin karşılığına biçtiği değer kadar para vermek gerekir. Doktordan teşhis ve tedavi desteği almak için o sürecin karşılığına biçilen değer kadar para vermek gerekir. Dikkat ederseniz, burada bahsi geçen para, yumurtanın üretim sürecinin, kitabın yazılışı için yaşanması gereken deneyimlerin geçtiği hayat süresinin, öğretmenin ve doktorun verdiği hizmeti verebilmek için eğitimini aldığı dönemde sarf ettiği emek ve zamanın karşılığı olan para değildir. Çünkü para, Lidyalı atalarımızın da bilgece keşfettiği gibi yalnızca o anda mevcut olanı almaya yardım eden fiziksel bir enerji biçimidir.
İnsanoğlunun zaman, unvan, ego gibi muhteşem keşiflerine para kavramını da ekleyince, aydınlanmak denen yere ulaşmak için adım adım çıkılacak dört basamak gözler önüne seriliyor. Hepimizin bildiği gibi bu basamaklardan geçmek ortalama bir insan ömrünü alıyorken Basamak nerede? Neden orada? Kim koymuş? Nasıl geçileceğini anlatmış mı? gibi soruları yanıtlayacak rehberlere, öğretmenlere ihtiyaç duyuluyor. Bu öğretmenlerin parayla pulla işinin olmaması gerektiği varsayımı o basamaklara hiç basmadan bir koşu atlayıvermek isteyen insanın ideal imajı oluyor.
Bir öğretmen, nasıl yapılacağını tarif ederek öğrettiğinde değil nasıl yapıldığını göstererek öğrettiğinde iyi bir öğretmendir. Bir öğretmen o basamakları öğrencisiyle birlikte yeniden çıkarken benzer deneyimleri yeniden yaşamayı da seçmiştir. Yeniden tırmanacak, yeniden düşecek, yeniden kalkacak yani o basamakta ne yaşanacaksa öğrencisi gibi kendi de yeniden deneyimleyecektir. Tüm bu sancılı “zaman” içerisinde, öğrenci ile öğretmen arasındaki tek fark, acıya direnip onu ızdıraba dönüştürmemeyi idrak etmiş olmaktır. Öğretmenin öğrenciden daha “üstün” olması gerektiği inancı, insanın göreceli zihninin ego ile yaptığı evlilikten doğmaktadır.
Basamakları, “üstün” öğretmenlerin “ücretini” ödeyerek bir koşuda atlayıvermek eğilimimizin altında yatan zihinsel kalıbı görüp kabul ettiğimizde, boşa harcanmış para, maddî sömürü, ticarî kaygı, eksik bilgi gibi sorunlarımız kalmayacaktır.
Her bir basamağı hakkını vererek sakince adımladığımızda bacak ve bel ağrılarımız da şifalanacaktır.
Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde gümüş rengi bir yığın yaprak…