Aklıma düşen soru şu; “Bir insanda olmazsa olmaz özellik hangisidir?”
“Özellik” diyorum! Nedir kişiyi “özel” kılabilen?
Bir insan, hayatını nesini geliştirmek, ne üretmek için yaşamalıdır?
“İnsan, OLmak” için doğmamış mıyızdır?
Hamlet üzerinden verilen mesaj açık değil mi Shakespeare tarafından; “OLmak ya da OLmamak, işte bütün mesele bu!”

Peki neye, hangi ölçüye göre “insan” OLunur?
Hani şu insan hakları “evrensel” beyannamesi var ya, onda en başta hangi unsur yer alıyor mesela,
merak ediyorum? O satırlarda ne yazılı bilemiyorum ama geçenlerde sevgili dostum Tonguç Nacar’dan dinlediğim kıssa bu konuda çoook manidar, sanırım ben payıma düşen hisseyi aldım ama paylaşıp birlikte düşünmeyi istemeden de edemiyorum:

Profesör derse girer ve “Merhaba çocuklar, bugün ki dersimizde, bir insanın değerini tanımlamada matematik ve sosyolojiyi birlikte kullanacağız” der ve geçer tahtanın başına. Kalemi alıp tahtaya 1 yazar,
biraz ötesine de KARAKTER. Sonra dönüp sorar,
– Tahtada ne görüyorsunuz?
– 1=Karakter hocam.
Profesör 1’in yanına bir de 0 koyar ve Karakter’in yanına da Kariyer yazar. Tahtadaki tablo,
(10)=(Karakter, Kariyer) olmuştur. Yeniden öğrencilerine döner,
– Gördüğünüz gibi tahtadaki 1’in yanına 0’ı koyunca elimizdeki “değer” 10’a katlandı, der.
Peki devam edelim diye ekler ve bir 0 daha ekleyip Kariyer’in yanına da Para yazar.
Şimdi durum,
(100)=(Karakter, Kariyer, Para) olmuştur. Yine öğrencilerine döner ve,
– Şimdi elimizdeki değer yüze katlandı değil mi? Diye sorar.
– Peki o zaman bir 0 daha ekleyelim ve Para’nın yanına Şöhret yazalım diye ekler bu kez ve durum,
(1000)=(Karakter, Kariyer, Para, Şöhret) olmuştur. Durmayalım ve bir 0 daha ekleyelim o da Aşk olsun der ve ekler, sonuç;
(10000)=(Karakter, Kariyer, Para, Şöhret, Aşk)
Profesör;
– Gördünüz mü? Elimizdeki 1’in değeri, yanına koyduğumuz 0’larla 10000’e katlandı der. Öğrencilerin bir sonraki adımı merak eden bakışları arasında gidip silgiyi alır ve uzanıp en baştaki 1’i siler. Şimdi tahtadaki tablo;
(0000)=(Kariyer, Para, Şöhret, Aşk) halini almıştır.

Profesör öğrencilerine döner ve “En başta sağlam 1=KARAKTER olmadığında diğerlerinin varlığı ne ifade ediyor gördünüz. Şimdi hayatlarınızı hangi değerler üzerine inşa edeceğinize siz karar verin” der.

Şu profesörün verdiği derse bakar mısınız?
Hangi okulun hangi bölümünde “hayata dair” böyle bir ders verilmekte? Duyan beri gelsin…
Neden rakamsal olarak karakter’i 1 diğerlerini 0’la nitelediğini de düşünmeden edemiyor insan.
Sanırım 0’la nitelediklerinin hiç birinin edinildikten sonra kaybedilmeme garantisi olmadığından.

Yılların emeğiyle oluşan Kariyer bir günde çökebilir.
Para “değişim aracı”dır ve istisnalar dışında hiçbir ailede 3 nesilden fazla durmamıştır.
Şöhret bir etikettir, bugün birine yarın ötekine yapıştırılır.
Aşk; sorarım en uzununun ömrü kimyasal olarak kaç yıldır?
Karakter 1’dir çünkü var olduktan sonra yok edilemez, yıkılmaz bir kaledir.

Karakteri oturmamış, zayıf kalmış birinin Patron olduğunu düşünün… (Babadan kalabilir, ya da çok iyi bir sağ kolu olabilir. “Mesela iyi yöneten bir eş”)
Karakteri oturmamış, zayıf kalmış birinin çok paralı olduğunu düşünün… (Miras kalabilir daha çok genç yaşta.)
Karakteri oturmamış, zayıf kalmış birinin çok ünlü olduğunu düşünün… (Türkiye’de bu kolayca mümkün.)
Karakteri oturmamış, zayıf kalmış birinin delicesine aşık olduğunu düşünün… (Etrafta binlercesi var, kör kütük aşıkların…) Veya en özel durumu düşünelim, hepsinin bir arada olduğunu; işinin başında, bol kazanan, ünlü ve de aşık birini… Lakin karakteri maalesef oturamamış, hatta kişinin bir karakteri yok, bu sebeple de fazlasıyla değişken. Giyim kuşamından, yapacağı sporlara, yediği yemeklerden, gideceği mekanlara, birlikte olacağı insanlara kadar hemen her şeyini ya “moda” belirliyor, ya arkadaşları etkiliyor, ya annesi, ya da eşi… Yani başkalarının “değer”leri.

Bağ bahçe işleriyle uğraşmış olanlar bilirler, bir ağacın gölgesinde öteki büyümez. Her bitkinin Güneşe bakmak ve ona doğru “büyümek” için kendi yaşama alanına ihtiyacı vardır.

Taklit etmenin bir öğrenme biçimi olduğuna itirazım yok ama bir yere kadar? Aşkın Nur Yengi’nin ilk zamanlarını hatırlayın, tıpkı Sezen Aksu gibi söylerdi ama büyüdü ve kendince bir karakter geliştirdi, varın bunu siz hayatın neresine adapte ederseniz edin. Demem o ki; her çiçek (hatta koyunlar da) kendi penceresinden bakabilmeli, ve aldığını özümseyip dışa yansıtabilmeli ki büyüsün, kendi kökleri oluşsun ve karakteri otursun.

Türk insanının içinde boğulduğu ama farkında olmadığı bataklık bu değil mi günümüzde?
İnsanlar hemen her konuda şekilci olmuş ve bir kısmı yüzünü Arabistan’a diğer kısmı da Avrupa’ya dönmüş. Kimse kendi içine bakmıyor. “BİZ” KİMİZ? Nerden geldik, nereye gidiyoruz? Aslında insanımız bu konuda aç ki “Şu Çılgın Türkler” adlı kitap en çok satanlar listesinin başında!
Peki kim bize dayatıyor bu bizi kendimize yabancılaştıran yaşam standartlarını?
Neden doğudan ve batıdan en çok ithal ettiğimiz şey fikir ve yaşam şekli olmuş.
Türkler’in kendine has geleneklerine ne oldu??? Biz düşünmeyi bilmiyor muyuz ve üretmeyi??? Milliyetçilik değil savunduğum, düşünmek, üretmek gereğine işaret etmeye çabalıyorum. Atatürk’ün yaptığı batıdan her şeyi aynen alıp uygulamak değildi.

Görüntüyü biraz daha netleştirmeye çalışalım Arap özentisi olan kesimi Allah’a havale edip Avrupa özentisi kesime çevirelim merceklerimizi: Dışınız istediği kadar “Avrupalı” görünsün, istediğiniz kadar saçınızı boyatın, kıyafetlerinizi oradan alın veya onlarınkine benzetin, evinizi onların akımlarıyla döşeyin İÇİNİZDE KİMSENİZ “O”SUNUZ! İçinizdeki BEN değişmediği sürece ki buna genetik mirasınız da dahil, siz değişemezsiniz. Bugün üçüncü, dördüncü nesil Almanya Türkleri’nin durumu ortada, arada kaldılar ve kayboluyorlar… Çok azı başarabiliyor Avrupalı gibi düşünebilmeyi ve bunu eyleme dökebilmeyi…

Bu tuzağa düşen ve farkında olmayan epeyce geniş ve maalesef paralı da olan bir kesimin durumu, vahameti açıkça ortaya seriyor. En lüks otellerimizin balo salonlarında şu akış durmaksızın tekrarlanıyor. Şık kıyafetler giymiş, birbirinden havalı ve yüzlerinde maskeleri olan “Avrupa görmüş” insanlarımız ilk bir kaç saat masalarında oturur, birbirleriyle klasik müzik eşliğinde yüzeysel sohbetler ederler, sonrasında müzik de davranışlar da yavaş yavaş özümüze doğru çözülmeye başlar. Türkleşir ve Türkçeleşir ama Türkü’ye kadar gelemez tabii çünkü o adı üstünde “halk” müziğidir.

Popüler müzik dinlenir bir süre, sonra alkolün de etkisinden dolayı devreden çıkmaya başlar beyinlerdeki limbik sistemler, yani üst bilincin gücü azalır, duygular bastırılamamaya başlanır
ve alt beyinlerden dışarı yavaş yavaş çıkmaya başlarlar. Bir de bakmışsınız, gecenin başında kasım kasım kasılan, o şık kıyafetlere bürünmüş “Avrupalı” vatandaşlarımız omuz omuza vermiş, popüler müzik eşliğinde halay çeken Türk özlerine dönmüşler. Mesela Ferhat Göçer isimli sevgili müzisyen kardeşimizin çok satmasında bu kesimin sınıf atlamış olma kaygısı büyük etken, nasıl mı? Klasik müzik dinleyince sosyetik olunuyor ya… Oysa ki Ferhat Göçer bir klasik müzik icracısı değil…

Normaldir, karakter oturmayınca olur böyle şeyler. Çünkü karakteri gelişmeyen kişiler “çocuk” kalır ve duygusal tepkiler verir.

Ne demişti Ulu Önder: “Köylü Milletin Efendisidir”. E bunlar da modern köylülerimiz canım… Zaten “Köylülük” orijininde kötü değil güzeldir, çünkü saflık ve doğallık içerir. İçlerinden geldiği gibi yansır duyguları dışarı, maskeleri yoktur, bilmez köylü önce menfaatini düşünmeyi, çünkü o hala komşusu açken tok uyumaması gerektiğini düşünmektedir…

Yok canım mı diyorsunuz? Köylüler de mi değişti artık… E değişir tabii, daha bir nesil önce köyünde mutlu mesut yaşarken kalkıp büyük şehre gelen ve canım fırsatlar ülkem sayesinde birden Jeep’lere binmeye lüks otellerde gezmeye, sosyete dergilerine poz vermeye başlarsa o insan, ortaya Ultra Köylüler çıkar tabii…

Bu aralar sıkça “sosyete” tarifi veriliyor, neden? E o gerçekten sosyete olarak doğmuş veya olmuş kesim de rahatsız önüne gelene bu sıfatın verilmesinden, oysa neymiş kıstas, en az üç nesil İstanbul’lu olmak, okumuş olmak aklıma ilk gelenler. Yani bir şeyleri özümsemiş ve hazımsızlık sorunu çekmiyor olmak, sonradan görüp de sürekli bak bende de var, ben de sizdenim diyerek gösterme yarışında olmamak… Ve en önemlisi hayatını “El alem ne der” kaygısıyla planlamamak! E paralı olmakla “zengin” olmak bu yüzden çoook ayrı kavramlardır ya zaten!

Ah şu para yok mu? Ah şu menfaat yok mu?
Ah şu kendini başkalarıyla kıyaslama hastalığı yok mu?
Bulaşmaya görsün bir insana…
Yürüyen kompleksler ordusuna dönüşür kişiler…

Bu arada sıkça kullandığım bu kelime için sözlüğe baktığımda bir kez daha dehşete düştüm. Psikolojide kompleks = ruhsal karmaşa, yani duygularla düşüncelerin çelişmesi. İçinizden geleni bastırma çabası.

Tabii ki içinden her geleni ortaya çıkaramaz insan, kişisel değerleri belirler neyi ne kadar yaşayacağını, ki mesele de burada eğer kişisel değerlerinizi oluşturamadıysanız, yani KARAKTER’inizi, “mutluluk” sorunu başlar… Başkalarının değerlerine göre davranmaya, yürümeye, konuşmaya, giyinmeye, spor yapmaya, mekanlar seçmeye başlarsınız.

Değerli kişi gittiği yeri değerli kılandır, gidebildiği yere göre değer kazanan değil! Ve kişinin değeri yanında durduğu diğer kişilere endeksli olamaz. Az bulunduğu için değerli olan altınla yan yana duruyor diye tahtaya altın etiketi vurulabilir mi? Türkiye’de bu da mümkün…

Bu konuda bir parantez açıp ilginç bir saptama yapılabilir. Mesela bir kadının bir erkeğe yönelmesinde önemli etkenlerden biri erkeğin yanındaki diğer kadındır. Yani diğer kadın referans alınır, “O kadın bu adamla birlikte olduğuna göre bir bildiği vardır” içsesine uyularak. Oysa kendi kişiliği oturmuş biri bunu yapmaz. Kendi değerleriyle sorgular ve karar verir dolayısıyla sorumluluğunu da alır ilişkinin, beğenisinin. Karakter her konuda çoook önemli diye boşuna söylemiyorum ya…

Özellikle de aşk konusunda… Aşk birine körkütük bağlanmak değildir.
Ayn Rand’ın o muhteşem tanımıyla; “SEN’i Seviyorum diyebilmek için önce, BEN demeyi bilmek gerekir.

Birinin mutlu aşk talep edebilmesi için önce kendi kişisel değerlerini tanımlamış olması gerekir ki onu yakalasın ve yaşasın. Değerler çatışmasına dönüşmemesi için o ilişkinin iki karakterin de oturmuş ve uygun olması gerekir. Olmazsa ortaya ne çıkar? Cevap basit. Yöneten ve yönetilen!
Ne diyor şarkı;
“Aşk incelik ister canım, hoyrat olma!
Beni böyle sev, değiştirme, boş ver anlama…
Bir güç savaşı değil bu, kendi haline bırak…
Galibi yoktur ki hiç, aşk bu unutma.”

Toplumumuza baktığımızda genellikle erkeklerin yönetildiğini görürüz. Öyle sanıldığı gibi “ATAerk”il bir toplum değiliz. Tabii kadınlarımız bunu çaktırmadan ve iç güdüsel yapıyorlar hala, ki ne büyük bir hata yaptıklarını bilseler hemen vazgeçerlerdi.

Bu aralar okumaktan büyük keyif aldığım konu psikoloji ve bir derya keşfedip balıklama daldım içine. Karşılaştığım gerçekler beni hayrete düşürdü çünkü o kadar çıplak ve çarpıcılar ki… Karakter denilen şeyin oluşumunda en önemli etken aile, genetik mirasın sadece DNA olmadığı da 1989 yılında bu buluşlarıyla Nobel alan iki bilim adamı tarafından kanıtlanmış, nasıl ki DNA yoluyla çeşitli genetik rahatsızlıkları alabiliyoruz aynı şekilde RNA moleküllerimiz sayesinde atalarımızın bilgi birikimleri de beyinlerimize taşınıyor. Şimdi anladığım kadarını anlatayım…

Hiç düşündünüz mü kelime neden ANAdolu ? Anavatan değil, Anayurt değil, ANAdolu!
Çünkü bölgenin tarihi geçmişine atfediliyor. ANAdolu, Tanrıçalar diyarı…
Nedense belli bir zamana kadar düşünürüz hep tarihi, şimdi epeyce gerilere gidelim mi?
Mikroskop keşfedilmemiş, ortada henüz tıp yok, üreme prensipleri bilinmiyor, evlilik kurumu da henüz inşa edilmemiş.

O dönemde yaşadığınızı düşünün, kadın doğuruyor, dolayısıyla yaratan olarak görülüyor ve tapılan bir varlık, yani TANRIÇA. Ki bugün dahi şarkılarımıza yansımış “Sen, Tanrı’dan sonra inan, tapılacak kadınsın. Seni her gün görmeden, inan yapamıyorum. Bir tanrıya bir de sana, severek tapıyorum.” Kibele, bugün ki adıyla Sibel’ler işte böyle oluşmuş. Bu öyle kısa bir zaman dilimi de değil, yüz yıllarca sürmüş ve dönemin güdüsel programları kadın beyinlerinde kayıtlı halen daha.

Semavi dinlere baktığınızda kadına karşı bir tavır alındığını görürsünüz. Erkeğe doğurganlık verilmiştir bilerek ve Adem’in kaburga kemiğinden Havva yaratılarak. Hatta Hıristiyanlığın kutsal üçlemesinde kadın dışlanmıştır, Baba Oğul ve Kutsal Ruh. Ve İslam’ın en veciz cümlelerinden Kelime-i Tevhid “La İlahe İllallah” diyor yani Tanrıça yoktur Allah vardır. Büyük bir yanılgı düzeltilmeye çalışılmış, Kadının kendini yaratan yerine koymasına karşı birçok yaptırım getirilmiş. Yaratan Rahim değil Rahman’dır o hem Rahim hem Rahman olandır prensibi geliştirilmiş.

Bu konuda yakın zamanlarda Digiturk’te izlediğim tarihi bir film de belge niteliğindeydi. “Hz. Süleyman ve Saba Melike” olarak adlandırılmış bizimkilerce yurdum insanına sempatik görünmesi için, oysa oradaki Hazret Süleyman değil Solomon. Yani Yahudi bir Kral ve Yul Brynner oynuyor. Tek Tanrıya inanan İsrail Krallığı’nı Firavunla birleşerek yıkmak isteyen Kraliçe Saba Melike, veciz bir cümleyle akıl veriyor Firavun’a “inancı mızrakla yok edemezsiniz” diyerek ve o inancı yok etmek adına yola düşüyor. Amaç halkının bağlılığını kazanmış ve adaleti dillere destan Solomon’u ve ona olan inancı yok etmek. Kadın bu, kafasına koydu mu yapar… Tabii karşısına gerçek yaradan çıkıp haddini bildirene kadar!

İkisinin arasında geçen bir diyalog enteresan bilgiler içeriyor. Saba Melike’nin söylediğine göre topraklarını hep kraliçeler yönetmiş ve dinleri Pagan. Filmin aktardığı dönemin yaklaşık İ.Ö. 970-931 olduğu düşünülürse, “ANAerkil” yaşamın yakın zamanda halen sürdüğü rahatça gözlemlenebilir. Söylediğim gibi henüz evlilik kurumu yok ve putlarına tapınırken düzenledikleri Hieros Gamos (Kutsal Birleşme) ayinlerinde birbirileriyle çiftleşiyorlar. Ki bu filmde de, bir başka film olan “Gözleri Tamamen Kapalı”da da Hieros Gamos günümüz insanına çok yanlış aktarılmış. (Bu ritüelin aslıda ne olduğunu, hangi ihtiyaçtan doğduğunu ve orijinalinde nasıl uygulandığını merak edenler sevgili derKi yazarı arkadaşım Atheneris’in Hieros Gamos’u A’dan Z’ye anlattığı yazısından okuyabilirler ayrıntıları.(Okumak için Tıklayın))

Bütün bunların karakterle ne ilgisi var demeyin, kadın beyninde RNA’lar tarafından taşınmış tüm bu kayıtlar saklı duruyor. Ve eğer bir dişi, kadın olamadan anne olursa, o kapağı açarsa, yani rahimsel enerjisini kullanmaya başlar ve Tanrıçalaşırsa kendine ve ailesine farkında olmadan hayatı zindan edebilir. Nasıl mı? Yarattığını düşündüğü varlığın tüm seçeneklerini kendi belirlemeye ve bunu en doğal hakkı olarak görmeye başlayarak. Bakın etrafınıza ne kadar da çok değil mi böyle anneler? Ülkemizde epeyce bir nesil maalesef 19-20’li yaşlarında daha kendi büyümeden anne olmak ve çocuğuyla büyümek zorunda kalmış.

Bu şartlarda büyümeye çalışan özellikle erkek çocukları genellikle bunu başaramamış ve başaramayacak da; çünkü hep güdülmeye alışıklar… Oysa kız çocukları annelerine karşı strateji geliştirmeyi daha çok küçük yaşlarda öğrenmeye başlarlar ki bu da erkeklerle aralarında mantık yürütme açısından giderek büyüyen bir fark açar.

Sürekli annesinin gözetiminde, gayri ihtiyari onun fikirlerine muhtaç kalmış erkek genellikle ikili ilişkilerinde anne yerine koyabileceği kadını arar farkına varmadan, çünkü alışmıştır kolaya, birinin onun hayatını çekip çevirmesine, ki çok klişeleşmiş bir sözdür; “Her başarılı erkeğin ardında bir kadın vardır.” Soruyorum; NEDEN YANINDA DEĞİL DE ARKASINDA? Çünkü ardını toplamakla meşguldür kadın o anneye muhtaç çocuk beyinli erkeğinin. Bir diğer önemli toplumsal tespit cümlesi de, erkeklerin kırk yaşına kadar çocuk kaldığıdır. Peki neden? O yaş civarında anneleri mecburen ama doğal olarak çıkar hayatlarından da ondan. Büyümeye mecbur kalır eğer o yaşa kadar evlenmediyse erkek. Artık kendi başına karar vermek ve sonuçlarına katlanmak yani sorumluluk almak zorundadır danışmadan.

Yok eğer annesi gitmeden onun yerine koyabileceği bir eş bulduysa yandı gülüm keten helva, ömrünü çocuk olarak tamamlar gider o Babacık… Masum gibi görünen birçok küçük jestle mutlu olduğunu düşünür, kravatını karısı seçer, giyeceği takımın rengi karısının elbisesinin rengine göre seçilir ve daha nice örnekler… Maç seyrederken bakın bir babacıklarınıza…

Bu kız ve erkek çocukları, birlikte kurdukları yuvada evcilik oynar ve haliyle çok zaman geçmeden sıkılıp oynayacak başka arkadaşlar ararlar, boşanma oranları ortada…. Ancak büyümüş bireylerin kurduğu müesseselere evlilik denilebilir ki onlar da yıkılmaz kolay kolay!
Düşünün, neden vardır gelin kaynana çatışması?
O çocuk beyinli erkeği hangi “ANAerk”in yöneteceği çatışmasıdır bu iki kadın arasında ve çok daha deneyimli olan KayınANA kazanır daima çünkü o yetiştirmiş bu minik erkekçiği.
Bu kısır döngüyü kırmanın tek bir yolu var.
Okumalı insan, özellikle de ANA olan, yetiştiren KADIN öğrenmeli.
Kendi karakterli olmalı ki çocukları da öyle yetişebilsin!
Kutsal kitabımızın emri de zaten bu değil mi?
Henüz daha ortada bir kitap bile yokken gelen ilk emir OKU!

İnsan olabildiğince fazla kaynaktan beslenerek, analiz ederek kendi değerlerini yaratmalı.
Ama önce düşünmeli sonra inanmalı her konuda. Özellikle de kendi karakteri konusunda.
Öyle sanıldığı gibi bir kere kazık gibi çakılmış ve değişmeyecek bir şey değildir karakter,
üzerine tuğla koyulabilir, sivrilikleri törpülenebilir. Ve en önemlisi çocuk beyinler büyütülebilir.

İçinizdeki çocuğu seviyorsanız onu BÜYÜTÜN!
Yirmili yaşlarının başlarında anne olmuş, hayatı kendine ve ailesine zehreden, bilmeden iç dünyasında kendini TANRIÇA zanneden ve öyle davranan, aslında mutsuz olan Annelerden olmayın. Çocuk yetiştirir gibi erkek yönetmek zorunda kalan eşlerden olmayın.
Bunu içgüdüsel olarak çok güzel başaracağınıza hiç şüphe yok çünkü örnekleri her yanımızda,
lakin ellili, altmışlı yaşlarınıza geldiğinizde fark edersizin ki aslında kendi hayatınızı yaşayamamışsınız Tanrıça’lık yapmaktan, sürekli yönetmekten…

Toplumu bireyler oluşturur ve o bireyler de ailelerde yetişir değil mi?
Batılı sorunu işte tam da orada, daha henüz çekirdekteyken çözmüş. Annelerin tanrıçalaşması engellenmiş. Ki yavrusu o çınarın gölgesinde kalmasın, kendi güneşine yönelebilsin,
Büyüyebilsin…
Dağ başını duman almış, büyüyelim derKidaşlar…

Kerem Seven