Mavi gözlü şairin “Bugün pazar… Bugün, beni ilk defa Güneşe çıkardılar…” dediği gibi bir gündü, ilk defa çıkıyormuş gibiydi sokağa.

O an nereye çıktığı zerre umurunda değildi, dört gündür sırtının tüm kıvrımlarının çıktığı kahverengi kanepesinden zorla da olsa kendini dışarı çıkarmak, göğe bakmak yeterdi. Ve bu şu an ki en büyük başarısı idi ve gerçekti.

Sonbahardı, parlayan sonbahar güneşiydi ne sıcak ne soğuk arada ve belirsiz. Hafif bir ürperti ile birlikte, uzunca maruz kalındığında yakıcı olabilen sıcak. Göğe baktı sevdiği sarışın şair gibi, onun da gözleri kamaştı. Hakikaten ne güzeldi şu hava şu gök şu gökyüzü, ne olursa olsun ne güzeldi. Derin bir nefes aldı derin derin çekti içine, tüm güneşi tüm aydınlığı çeker gibi, içindeki karanlığı yırtsın o karanlığı ışığıyla boğsun gibi derin derin çekti. Ve yine ağır ağır verdi. Bu nefesler her zaman iyi gelirdi ona, o zaman bir kez daha almalıydı nefesi derin ve yavaş yavaş.. Neden dedi o anda içinden bir ses “neden böyle oldu” yine kalbi sıkışıyordu ki aldığı nefesi yavaş yavaş verdi bu kez. Bir boş nefes daha alıp verdi ve bir kez daha çekti içine kendisine şifa olmasını dilediği havayı, bu kez daha ağırdan ve daha yüzeysel almıştı nefesi çünkü biliyordu ki devam ederse yine başı dönecek yine gözleri kararacaktı.

Aç ve güçsüz bedenini zorlamaya niyeti yoktu. Birden sahi dedi ben ne zaman yedim en son, ağzında paslı bir tat, dişlerini bile fırçalamadığını hatırladı ve hiç hoşuna gitmedi bu. Neyse canım bugün de öpmeyiversin kimse dedi kendiyle dalga geçer gibi..

Tam dört gündür aldatılmışlığın, kandırılmışlığın pençesinde öfkeden kıvranıyordu. Her aklına geldiğinde kalbi sıkışıyordu. Yemek yemiyordu kendini cezalandırır gibi, kendine eziyet ederek Onu cezalandırır gibi.. Dört gündür yediği lokma sayısı ne yemekten sayılırdı ne de lezzetten. Ne kalbinin ne zihninin ne de ağzının tadı tuzu vardı. Varsa yoksa o müthiş çaresizlik duygusu o müthiş yetersizlik hissi. Ve çıkamıyordu oradan bir türlü çıkamıyor bir girdabın içinde dönüyor dönüyor dönüyordu, tek ve en yakın yoldaşı ise öfkesiydi.

Öfke iyi bir hatırlatıcı iken, kontrol edilemediğinde ve farkına varılamadığında yakıp yıkar her şeyi. Yakıcı kül edici bu enerji, dört gündür onu pençesine almış alev alev yakıyordu. Zavalı bedenim diye geçirdi içinden, açtı, yorgundu, uykusuzdu ve en önemlisi mutsuzdu oldukça mutsuz hem de.  Buydu öyle mi, payına düşen bunlardı öyle mi? Onca çaba onca emek onca yaşanmışlık hepsi boştu öyle mi? Öfkesi bir kişi ya da duruma değil nerdeyse tüm yaşamına idi. Çünkü bir şeye öfkelendiğimizde hooppp ne kadar gizli köşede kalmış aynı veya benzer hatıramız varsa çıkardı hemen ortaya. İyileşmemiş her mevzu ilk fırsatta kendini göstermeye ben buradayım demeye mecburdu. Çünkü ancak varlığını böyle geçerli kılar ve iyileşmesi için sahibinin gözüne ancak böyle sokardı.

Bak derdi o hatıra, kurban olmayı da seçebilirsin ben sana kendini kurban gibi hissettirmek için de buradayım, ayağa kalkman için de.. Sen hangisi olacaksın? Ağlamak mı ağla tabi, bağırmak çağırmak mı yap elbete avaz avaz olsun sesin, kır dök çığlık çığlığa, peki tamam küsmek istiyorsan onu da yap, kal kendinle cezalandır görüşmediğin herkesi… yap hepsini der hatıra, yap hadi… Peki sonra? Peki sonra ne olacak? İnsanının kendine acıması kendini acıtması ne kadar kolay dedi birden.. bunu neden yaparız, sahi neden yaparız kendimize bunu, neden bile bile kötülük ederiz en değerli varlığımız özümüze?

Dalgın yürürken kendini kızıl kahve tuğla ile örülmüş küçük kafenin önünde buldu. Çok severdi burayı evinde gibi hissettiği nadir yerlerden biriydi, Suat abi kapıdaydı yine göbeğine doladığı kareli önlüğü ile her zaman ki sandalyesinde. Üzüm çıktı aniden o sandalyenin altından ve dolanıverdi bacağına, şaşırdı sevdirmezdi çünkü kolay kolay kendini, hissetti mi acaba kendiyle kavgasını acaba kendine göstermesi gereken şefkati ve hoşgörüyü hatırlatmak için mi sürtünüyordu usulca?

Kızıımmm dedi uzayan simsiyah küçük başı okşarken. Kızım sen sevmeye mi geldin beni dedi, sen sevgi vermeyi mi geldin? Sen.. derken ağlamaya başladı, sarsıla sarsıla ağlıyordu ve biraz da utanarak. Off ne lüzümsuz bir haldi bu sokak ortasında ağlamak falan.. ama durmuyordu gözyaşları. Suat abi hiç konuşmadan girdi koluna, kafeye girdiler birlikte, Üzüm de peşi sıra. İlk masaya, çöker gibi oturdu ve bıraktı kendini ne kadar ağladığının zamanını unutarak.. Suat abi, epey bir süre sonra, kağıt peçete bir elinde diğer elinde mis gibi kokan türk kahvesiyle oturdu karşısına.

Çocukluğundan beri tanıdığı, ela ıslak gözlerine baktı “yine kendinle kavgadasın” dedi.

“Evet” dedi sessizce… “çok canım yanıyor Suat abi” dedi “çok yanıyor canım…”

“Neden diye sorsam  dinlesem hikayeni faydası olur mu emin değilim” dedi Suat abi, “çünkü artık öğrendim ki olan oldu ve acının kavganın sebebi olanlardan çok olanların duygusunu bırakmadığın için. O yokluk hallerine sıkı sıkı tutunduğun için.”

Ne olduğundan çok ne “hissettiğimizdir” bizi böylesine girdaplara sürükleyen. Ben gençliğimde bok çukuru derdim buna, her düştüğümde o çukura, çıkmak için kendimi paralarken kahretsin yine niye düştüm ki bu çukura derdim. Sonra çıkmanın en kolay yolunun olanı olduğu gibi kabulden geçtiğini öğrendim dedi. Yani güzel kızım dedi “korkmaktan” vazgeçtim.

Nasıl, dedi sarı ela gözler..

Şimdi mesela sen kendini çok haklı görüyor ve hakkın yenmiş gibi, anlaşılamamış gibi, kendini anlatamamış gibi hissediyorsun değil mi,

Evet Suat abi dedi yine sessizce.

Oysa mesele haklılık haksızlık değil her olana hakkıyla bakabilmektir dedi. Çoğu kez haklı olan, o olayı yaşayan kadardır dedi. Olana her yaşayanın gözünden baksan daha farklı görebilirsin, dene bak dedi nasıl hoşgörüyle tanıştığına şaşacaksın ve belki bir başlangıç olacak bu.

Tüm bunların başında ve sonunda güzel kızım dedi kendinle kurduğun ilişkiye de bakacaksın dedi. Sen kendinle ne kadar sağlıklı bir ilişki kurarsan başkalarına da öyle yaklaşırsın. Başkalarının sana iyi hissettirmediği, mutlu olmadığın yerlerde kalmaya devam etmezsin, çünkü bilirsin ki senin sevildiğini bilmen ve anlaman için bir başkasının seni seviyormuş gibi yapmasına ihtiyacın yoktur. Sen her zaman seven ve sevilen bir varlıksın, bunu seçebilirsin, tüm yaşamın gibi bu da sana bağlı..

Aldatılmış kandırılmış hissetsen bile, başkasının yaptığı kötülüğü taşımak zorunda değilsin. Kandırıldın mı, güvenemiyor musun artık, neden diye sor kendine. Senin güvenin bu kadar mı kolay yıkılır? Sen kendine bu kadar mı güvenirsin? Başkasının ne yaptığı ne söylediği değil, senin kendini nasıl gördüğün ve kendine ne hissettirdiğindir hem ödülün hem de cezan. Yine bu da sana bağlı güzel kızım, hangisini seçersen o olursun..

Çocukluğundan beri hayran olduğu Suat abisine  bir kez daha hayranlıkla baktı, yine duymuştu ruhunun sesini. Hem ruha hem kalbe iyi gelen şifa gibi insanlardandı.

Birden hadi dedi, hadi hadi çıkalım kapının önüne bu kadar söz yeter, bırak o sözler ulaşsın gideceği yere, izin ver özümsesin her bir hücren.. Hem bak Üzüm kurulmuş bile senin yerine, hadi orada içelim kahvemizi dedi eliyle köşe masayı göstererek.

Çıktılar, başını kaldırıp gökyüzüne baktığında gök daha mavi güneş daha sarıydı ela gözleri daha parlak. Gülümsedi, yine yeniden yürüyeceğini, ilerleyeceğini, o bok çukuruna mahkum olmadığını biliyordu.

Sevalinka