Tik… tak… tik… tak…

 

Ohooo daha 2 saatim var! Tamam, hallederim.

 

Tik… tak… tik… tak…

 

Çıkmıyooooor… Yanlış heralde iptal olacak bu… Offff! Saat kaç oldu ki?

 

Tik… tak… tik… tak…

 

Susadım ben sanırım… Bu sandalye de çok rahatsız.. Ne diyorum ben?! Konsantre olmam lazım! Ha gayret!

 

Trrrrrrrrrrrrrrrrrrr!

 

Zilin çalışıyla birlikte salondaki öğrenciler derin birer nefes verirler. Onlara şans getirmesini umdukları “yumuşak uçlu kalem”lerini yavaşça sıranın üstüne bırakırken sınav kağıtlarına son bir kez göz atarlar. İşte hepsi bundan ibarettir. Onca göz yaşı, stres, uykusuz geçen geceler, aileyle edilen sayısız kavga, lisenin son senesinin ellerinden akıp gidişini göremeyecek kadar meşgul oldukları günler… Hepsi şu kulak tırmalayıcı zil sesini duymalarıyla son bulmuştur. Uçup gitmiştir. Geri gelmeyecektir. “Gelmesin de zaten”, diye düşünürken salonu yavaşça terk eder üniversite adayları. “Yeter ki adam gibi bir yere gireyim, paçayı kurtarayım…”

 

Dışarda ise sanki içeriden kendi gençlikleri çıkacakmışçasına garip bir tedirginlik ve hatta sıkıntı içinde bekleyen anne-babalar vardır. Onlara göre bu sınav bazen “aman canım ne var biz de girdik zamanında, abartıyorsun sen de, kes zırlamayı”, bazen ise “yahu bu gençlerin işi de zor hakkaten. Bizim zamanımızda bu kadar değildi bu işler, çalışırdık girerdik… artık neresi tutarsa! Şimdi özel dersler, dershaneler, onlar bunlar… Allah kolaylık versin vallahi ne diyeyim” olmuştur bugüne kadar. Oysa çocuklarını sınava emanet (yoksa teslim mi demeli?) ettikleri şu 3 saatte içtikleri 3 paket sigara aslında ömürlerinden 3 yıl tüketmiştir. Belki de içeride 180 soruyla boğuşan çocuklarından kat kat fazla enerji harcamışlardır bir ileri bir geri yürürken. Yine de “Olsun…” derler. “Yeter ki çocuğum adam gibi bir yere gireyip paçayı kurtarsın”.

 

Velilerin çocukları bir bir kapıda görünmeye başlar. Koşa koşa yanına giderler. Yaşanacak olan diyalog ne olursa olsun, her birinin ilk sorusunun “Nasıl geçti?” olacağı muhakkaktır. Cevap alternatifleri şöyle sıralanır genelde; “iyi geçti”, “eh işte” veya “kötüydü, zordu.”. Böylece ilk tur tamamlanmış olur. Ama yarışın bitmesine daha çok vardır. Sınav çıkışı dört nala dershaneye veya televizyon başına koşularak cevapların gelmesi beklenir.

 

Baştan okuyorum. 1’inci soru; A.

Oley doğru.

2 C.

Doğru.

3 E

Doğru

(…)

24 D

Do.. Bir dakika? D mi???

 

Bu hatalardan kim bilir kaç tane yapılmıştır. Kağıda atılan her yanlış çizgisi kalbe saplanan bir ok gibidir adeta. Gözlere biriken yaş miktarıyla doğru, geleceğe yönelik hayallerle ise ters orantılıdır. Tom ve Jerry’nin hemen her bölümünde iki ayrı omuz üzerinde tasvir edilen şeytan ve melek cevapların kontrolü aşamasında vücut bulurlar. Çıkan her yeni yanlışta melek şöyle fısıldar kulağa “Sakin ol… Belki bundan sonra fazla çıkmaz…”. Şeytan ise şöyle der: “Aptalsın sen işte aptal, baban demişti zaten senden bir şey olmaz diye!”

 

Cevap anahtarının alınmasıyla birlikte yapılan net sayısı aşağı yukarı belli olmuştur. Geçen yılın puan değerleri baz alınarak tahmini bir puan hesaplaması yapılır ve yine tahmini olarak şu veya bu üniversite kazanılır. Yine de, özellikle iyi bir netice bekleyenler için, kaydırma yapmış olma veya adını yazmayı unutmuş olma gibi ihtimaller kabuslarda sıkça konu edilir.

 

Derken (yaklaşık 1 ay sonra) ÖSS Sonuç Belgesi diye bir şey gelir posta kutusuna. Kimisi için enterdiye eş değerdir bu kağıt parçası, kimisi için ise endülüjansa… Tekrardan dershaneye gidilir. Danışmanlarla görüşülür.  3’üncü kişiye hiçbir şey ifade etmeyecek diyaloglar yaşanır:

        

Aaaa Aylin gel gel… Kaç yaptın kız söyle bakalım?

Of hocam ya… 310 geldi…

Sayısal’a bakmış olmayasın sen?

Nerdeee… Eşit ağırlık işte yazıyor burda.

E okuldan kaç gelmiş ki AÖBP?

70 falan işte… 3.50yim ben, anca…

Yapma yahu. Derece bekliyorduk biz de senden.

Of hocam çok düzelttiniz moralimi saolun. Boğaziçi’ne girmez di mi bu puan?

Tabelasını okuyamayacak kadar uzağındasın maalesef.

E ama ben Boğaziçi istiyordum…

Kalmadı, özellerden verelim?

 

Sonrası zaten ortada; belki depresyonun ilk belirtileri belki de üniversite koridorlarında kayıt için oradan oraya koşuşturmaktan yorulmuş, sızlayan ayaklar… Ertelenmiş hayaller veya yepyeni umutlar: Post-Öss Sendromu!

 

İşte budur ÖSS’nin arkasında yatan gerçeğin minik bir özeti. Burada bahsedilen herkesin yakındığı gibi “geleceğimizi 3 saatlik bi sınava sığdıran” sitemdeki teknik hatalardan çok öte bir şey. Sadece dershane ve özel derslere harcanan 10-15 milyardan da fazlası… Bahsedilen, en azından 12’de 1’i test kitabının başında geçmiş olan bir 17 yaş… Bahsedilen, derslere konsantre olamama korkusu yüzünden daha başlamadan biten aşklar, gem vurulan duygular… Yapılamayan soruların dövülebilir nitelikte olmamasından dolayı haketmeyen birinin haketmediği bir anda haketmediği bir şekilde kalbini kırarak boşaltılan  galonlarca öfke, akabinde gelen litrelerce göz yaşı… Anlayışsızlıkla kimbilir kaç kere suçlanmış ama yine de desteğini eksik etmemiş olan anne babalar, onların suratında patlayan sayısız kapı çarpışı… Sadece günde en az 1000 soru çözmek şartıyla rahatlar hale gelmiş bir vicdan, okul sonrası etüt saatlerine ayırılan bir dolu zaman, en sevilen dizinin kaçırılışı, bazen yemek nedir unutan bir mide…

 

Ve tabii tüm bunların merkezinde yer alan, gençlere karpuz muamelesi yapan bir “Öğrenci Seçme Sınavı” ile çevresinde nereye gittiğini bilmeden dönen biz karpuzlar.

 

ÖSS, her sene bir buçuk milyon civarındaki öğrenciye sırat köprüsünden geçiş provası yaptırmak için hazır bekliyor. Çok uzun yıllardır oracıkta, 19-20 Haziran dolaylarında, duruyor ve hiçbir yere gitmiyor. İlginçtir; her giren öğrenci en az bir kez “Ne biçim sistem bu! Benim zekamı, efendime söyleyeyim kariyerimi vs. nasıl 3 saatlik boşluk doldurmaya sığdırabilirler?” şeklinde şikayet etse de, bir gün “önemli bir yer”e gelirse mutlaka şu işe el atacağını söylese de, bugün “önemli yerler” de olan kişiler bu konuya el atmaya hiç niyetli görünmüyorlar. Belki birilerinin onlara gençliklerinde doktor ya da mühendis olmayı ne kadar çok isteyip de istedikleri yere giremeyince hissettikleri hayal kırıklığını, vazgeçmek zorunda kaldıkları hayallerin içlerinde kalmış olan uktesini hatırlatması gerekir.

 

Ya da belki de benim bir zamanlar herkesin yaptığı veya hayatının bir döneminde yapacağı gibi “Karpuz muyum ben seçiyorlar beni? Ne biçim iştir bu? Bir şeyler yapmam ve sesimi duyurmam lazım! Çok öfkeliyim!”  gibi yersiz isyanlardan tamamen vazgeçmem, şikayet etmeyi bırakmam ve gidip birkaç test daha çözmem gerekir….

 

Benjamin Disraeli’ye göre göre öğrenmenin 3 aşaması vardır; çok görmek, çok acı çekmek ve çok çalışmak. ÖSS’ye hazırlanırken çok fazla soru tipi gördüğümüzü, bu soruları çözemeyince acıdan kıvrandığımızı, ve sonrasında o konuyu baştan çalışmak zorunda kaldığımızı düşünürsek aslında bu sınav çok şey öğretir kurbanlarına fark ettirmeden. Bu kadar eleştiriyi hak etmiyordur belki de…

 

Ne dersiniz?

E. B.