Kabullenmesi zor bir durumdu benim için bu duygu, açıkçası. İlk defa çok açık ve net biçimde yüzüme söylenince de sarsıldım. Hani kitaplarda okuruz, birileri söylerken “tabii, tabii” diye onaylarız, orada olduğunu hep bilgi olarak biliriz de … karşınıza çıkıp gözlerinizin içine bakınca, inanın söylediğiniz kadar kolay duramıyorsunuz o duygunun karşısında. Hele bir de size sarılmak istediğinde, onu bile reddedebilecek kadar “değersiz” hissettiğinizi düşünün.

(Olaya bak “ben değersizim” size sarılmak istiyor ve siz, kendinizi buna değer bulamıyorsunuz…) Hayatımda kendimi hiç bu kadar çıplak, çaresiz ve acı dolu hissetmedim, itiraf ediyorum…

Bugüne kadar beni hep bu duygunun yönettiğini kabul ediyorum ve tüm çabalarım, aslında bu düşünceyi bastırmak, ondan uzaklaşmak ve öyle olmadığımı kendime ispat etmek çabasıydı. Gerçi bir bakıma çok iyi sonuçlar da aldım ve ortaya bir sürü şey çıkartmam da çok büyük bir motivasyon oldu benim için, ama artık inatçılığı bırakmam ve bana sarılmak isteyen onca duygu, düşünce, kişi ve ruha kucağımı açmam ve sarılmam lazım doya doya. Bunu gerçekten çok istiyorum ve hissediyorum da… Ben, bugüne kadar kimsenin bana sarılmasına izin vermemişim…

Hayatımda en büyük karmamı kızlar ile olan ilişkilerimde yaşadım ben. Hep birilerinin peşinde koştum, uygun birini görünce ilk olarak hep “Acaba bu o mu?” diye sordum. Sonra onunla iletişime geçmek için çabaladım ve bana karşılık verip “beni kabullenmesi”ni umut ettim hep. Hep birilerine “ruhumu açmayı ve paylaşmayı” arzuladığımı söyledim durdum, ama yine itiraf ediyorum ki, ben birilerinin bana dokunması için yırtınırken, meğer ki kendime dokunma arzusuyla yanıp tutuşuyormuşum. Her seferinde birinden red cevabı alıp, içime daha da kapanırken ve “Ya, işte gördün mü Hasan, sen değersizsin ve sevilmeye layık değilsin” onaylamasında bulunurken, aslında evrenin bana “Oolum bak, sana dokunacak esas kişi SEN’sin, başkası değil, gör bunu artık” cümlelerini gözden kaçırmışım ve bilakis, kendimi suçlayıp acımışım. Kendime öyle sıkı bir sahte dünyalar, inançlar ve değerler zinciri yaratmışım ki, bir süre sonra kendimi “bulunmaz hint kumaşı” olduğuma inandırıp mutlu olmaya çalışmışım ve her reddedilişimde de bu sahte dünyanın yıkılışına tanık olup, yeni savunmalar ve duvarlar sistemi oluşturmuşum. Kendimle karşılaştığımda ve kendime sarılmak istediğimde, karşılaştığım yegane his şuydu: “Hayır, hayır, ben bunu hak etmiyorum; ben buna değmem; ben çok çirkinim ve zaten şişkonun tekiyim ve çirkinlerin ve şişmanların bu dünyada yeri yoktur; ben sevilemem.” Neredeyse tüm evren birlik olup, benim ne kadar değerli ve sevilebilir olduğumu bana ispatlamak için sıraya girip, Çankaya Belediye Bandosu’nu tutup, bir de tepeden zeplin geçirerek “Sen çok değerlisin” diye çığırtkanlık yaparken, ben, eşine az rastlanır bir inatla bunları reddediyorum. Bu nasıl derin işlemiş bir inanç, inatçılık ve korkuysa, cümle alem beni ikna edememiş. Bununla yüzleşmek ve çırılçıplak karşısında kalmak, cidden çok zor bir olay.

Iş yaşantımda, aşk yaşantımda, gündelik yaşantımda hep bu değersizlik düşüncesi egemen olmuş: Mesela işimde, “Beni burada istemeyecekler”; “Ben yapamıyorum”; “Nasılsa atacaklar, bari ben ayrılayayım” cümleleri hakim. Aşk ilişkilerimde, daha ilk ufak terslikte, “Biliyorum beni sevmeyecek ve istemeyecek”; “Ben zaten onu hak etmiyorum ve o benden daha güçlü”; “Aha yine terk edilecem” diye düşünüyorum. Ev yaşantımda, “Ev sahibim beni kovarsa ne bok yerim?”; “Sokakta kalır sürünürüm”; “Apartmandakilerle iyi geçinmeliyim, yoksa kovulurum”; “Allahım ya gürültü yaptıysak ve şikayet edilirsek” fikirlerini kafamdan atamıyorum. Ders anlatırken, “Arkadaşlar, şimdi ebulujjjuuupppp” (dilim dolanıyor ve espriyle geçiştiriyorum, arada kekeliyorum, ama yine espriyle geçiştiriyorum), hala kendime güvenmiyorum. En ufak ters giden bir olayda panikleyerek, “İşte işte, yaa böyle iştee, zaten bu olmayacaktı ben biliyorum; salak, ben yine çaktım; bitti artık, tövbe olmaz” demekten, hemen her olayda, sürekli bir karamsarlıkla ve kızgınlıkla, “Bak işte gene haklı çıktım, ben zaten biliyordum bunun böyle olacağını” diye düşünmekkten kendimi alamıyorum. Spiritüel muhabbetlerde, “Gözümün önüne şöyle görüntüler geliyor, ama tam emin değilim, yanılıyor olabilirim ve yanılmam çok mümkün” (gözümün gördüğüne bile inanmıyorum); “Tabii siz daha iyi bilirsiniz; ben zaten tahminde bulundum” (yine inanmıyorum kendime); “Ben mi, ben n’aptım ki?” ifadeleri ile değersizlik duygum tavan yapıyor. Beni sevdiklerini söylediklerinde, refleks tepkiyle, ama hiç içimde hissedemeyerek, “(gülümseyerek) Ben de seni…” dedikten sonra, birisi beni övdüğünde, bilinçaltımdan “Hadi lan oradan, ben mi?” diyorum, kendime hiç inanmadan… Ayrıca, sürekli bir yanılmaktan, hata yapmaya korkmaktan, salak durumuna düşmekten, yanlış ata oynamaktan korkma hallerim de var; çünkü bu durumlarda, kurduğum o sahte duvarlar yıkılabilir ve dünyaya ve kendime tanıttığım “bulunmaz hint kumaşı” kimliğim zedelenebilir.

Hep karşımdakine yönlenmiştir benim kameralarım. Hep “sizi” düşünürüm ve değerli bulurum, hep “sizin” için çalışır, çabalarım. Hep karşıdakilere yardım etmek içindir benim hayatım, ama birisi benim için bir şey yaptığında, şaşırırım. Sevişirken bile hep karşımdakinin mutluluğu için uğraşırım, ama bana dokunulduğunda kasılır kalırım; biraz izin verdikten sonra, ani manevralarla kontrolu gene elime alırım ve karşımdakine dönerim; benim mutluluğum, hep karşımdakini “tatmin etmiş olma” duygusu olmuştur, ama ben, acaba kaç kere tatmin oldum??? Bu yüzdendi, benim bu kadar çok seks muhabbeti yapıyor olmam. Çünkü, hiç tatmin olmuyordum; çünkü, kimseye izin vermiyordum bana dokunması için; çünkü kendimi buna “değer” bulmuyordum, ama bir yandan da ruhum çığlık çığlıyaydı, “Değerli olduğumu hissetmek istiyorum” diye ve birileri bana dokunsun diye yalvarıyordum ve onlardan karşılık gelmeyince de yıkılıyordum… Mesaj hep şuydu: “Sizi” bırak artık Hasan, “BEN”e ve “BİZ”e dön. Sen kendine dokunmadığın sürece, kimse de sana dokunmayacak ve bunu yapmadığın sürece de kuyruğunu kovalayan kedi gibi, hep bir şeylerin peşinde koşup duracaksın. Kendi kendime sorup duruyordum, “Neden hep aynı şeyler başıma gelip duruyor yıllardır?” diye. Görmem gereken buymuş. “Bunu zaten bilmiyor muydun?” diyebilirsiniz, ama inanın, bilgisini bilmekle onu yaşamak öyle farklıymış ki…

Tüm kıskançlıklarımın, tüm öfkemin, tüm sinirlenişlerimin, tüm yargılamalarımın, tüm tavırlarımın, tüm fırtınalarımın, tüm huzursuzluklarımın … altında bu düşünce yatıyordu ve ben bunu destekleyecek deneyimleri kendime çekip duruyordum. “Ben değersizim”, “Ben değersizim”, “Ben değersizim”… Aslında her deneyimim onunla karşılaşmak ve kucaklaşmak için bir fırsattı, ama ben onu reddetmeye bayılıyor ve bataklık kumu üzerine kale inşaa etmeye bayılıyordum: Temelsiz, sadece görünüşte güçlü, ama tek bir darbede surların üstündeki her yeri sallanmaya müsait. Kalenin ortasında da kimseye göstermek istemediğim, kollarını kendine kavuşturmuş, başını kollarının arasına yummuş ve sürekli olarak “Gidin, gidin etrafımdan; beni yalnız bırakın, ben bunlara değmiyorum” diye ağlayıp sızlayan ve sürekli ezik duran BEN vardım. Buna o kadar inanmışım ki, kollarımı çözmeye çalışmakta bile çok zorlanıyorum, kalenin yıkılmış surları arasında cascavlak kalmış halde bile, kollarım kasılmış kalmış ve karşımda bana sarılmak isteyen onca BEN varken, bir türlü açamıyorum onları (çünkü hala korkuyorum).

Aynada, ilk defa kendi gözlerime çok derin bakmaya cesaret ettim ve kendime parmağımı uzatıp dokunmaya çalıştım. İnanın bu, bugüne kadar yapmaya çalıştığım en zor işti: İnsanın kendine dokunmaya çalışmasının bu kadar ağlatan ve bu kadar zor bir deneyim olması da evrenin “eşşek şakası” gibi. Keza, kendinize rahatlıkla “Değersizsin, boktansın…” diyebilip, “Sen çok değerlisin ve her şeyin en güzeline … layıksın” gibi çok güzel cümleleri söyleyememek de… Değersiz, dışlanmış, istenmeyen vs. olduğuma dair inancım sanki genlerime işlenmiş gibi ve sanırım genlerle oynamak, bunları değiştirmekten daha kolay. Ama şunu da biliyorum ki, ben bu süreci başlattım ve belki de binlerce yıldır kapalı duran kollarım adım adım açılacak ve kendini aynada görmeye cesaret edecek. Bunu kendim için yapacağım ve ben de buyum zaten. “Değerli, sevilen ve çok çok özel bir varlık.” (Yazarken bile kollarıma kan gittiğini hissediyorum.)

Ruhum, arada bir test sürüşleri yaptırıyor bana ve bu süreç sırasında hissediyorum, “ben değerliyim”in hayatımı nasıl değiştireceğini… Bu satırları yazarken bile bir şeyler değişiyor. Sanki ruhum altındanmış gibi parlıyor ve bugüne kadar “BEN” olarak düşündüğüm hiçbir şeyin artık olmadığını, onları terk ettiğimi hissediyorum. Tüm olumsuz ve negatif duygulardan artık eser yok, sadece altından parlayan ve bedenimin ve ruhumun her zerresinde hissetttiğim SONSUZ olan bir BEN var ve sürekli kendime şunu hissettiriyor ve söylüyor:

“Ben, çok, ama çok değerliyim…”

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...