Puslu dağların pusulu patikalarında kaybettiklerime…
Dün akşamın acısı dinmedi içimde. Öfkeyle karışık bir acı kaldı geriye. Sessizliğim çocukları da etkiledi.
Onlar bugün görevlerini eksiksiz yapıyorlar, sanki ben yokmuşum gibi davranıyorlar.
İki saatlik bir tırmanışın sonunda bu gecenin son, üçüncü pusu noktasına sessizce girdik.
Timin bütün silahlar yerini aldı. Hava aydınlanıncaya kadar buradayız.
Botlarımın altına yapışan çamuru bıçağımla temizledim.
Saat 03.00.
Yıldızların parlaklığı azalmaya başladı bile.
Şimdi bizden aşağıda kalan nehrin, “Hezil”in sesi var sadece.
Oysa dün ne kadar farklıydı bu ıssızlık.
Susmak bilmeyen o silah sesleri, telsiz anonsları, zifiri karanlığı gündüze çeviren aydınlatma havanlarının paraşütleriyle inerken yaptığı o ışıklı dans ve bu dansa eşlik eden izli mermiler… Ya o koku… Barut kokusunun aldığı mesafe nasıl da etkilemişti beni. Birden susmuştu silahlar, barut kokmamaya başlamıştı, karanlık bulanmıştı acıya… İçimde derin bir yara kanamıştı adeta.
Tam o sırada anons etmişti muhaberedeki telsizci çavuş 320’yi, yani beni.
– “320 – 300”
“Dinliyorum 300”
“352’yi kaybettik”
“Tekrarla 300”
“352, 352 kaybettik komutanım…”
Bu Murat’tı. 352 onun kod numarasıydı.
Foça’daki günlerimiz canlandı gözümün önümde. Tam 7 ay olmuştu oradan geleli.
…
Eski Foça güzel bir tatil beldesiydi gerçekten. Herkes o günlerde denizin keyfini çıkarıyordu.
Deniz askere yasaktı…
Benim içinse Foça zor günler geçirdiğim bir arenaydı adeta.
Murat’la İstanbul Tuzla’da aynı bölükteydik. Jandarma Komando kurası çekip Foça Komando Okulu’na geldikten sonra artık tim arkadaşıyız.
Ve daha da ötesi, “kanka” olduk onunla…
İkimiz de Şırnak Silopi yolcusuyduk.
Nadiren verilen izinlerde 3-5 bira içmeden asla sokamazdım nizamiyeden içeri onu.
Kapıda bekleyen Yüzbaşı, bir ona bir bana bakar, o ince narasıyla ama kocaman bir tebessümle “haydi yav, gece henüz bitmedi!” diye yırtınırdı. Belli ki gece yine eğitime çıkılacaktı.
Çakırkeyif bir halde, bir yandan üzerimizdeki sivil kıyafetleri çıkarırken bir yandan da söylenir dururduk.
Ben daha az söylenirdim Murat’a göre. Bana bu yüzden imrendiğini söylerdi hep.
Tam bir İstanbul itiydi. İTÜ Endüstri mezunuydu. Cep telefonu hiç susmazdı. Yasak olmasına rağmen bir yolunu bulur yine içeriye sokardı. Borsadaki kağıtlarının durumuydu daha çok onu ilgilendiren.
Bir de arada küfrederek andığı eski sevgilisi arardı. O arayınca mavi gözleri heyecanla fıldır fıldır dönmeye başlardı. Genelde konuşmaları kavgayla sona ererdi. Kapatırken bir küfür daha savururdu peşinden.
Bu telefonlardan sonra ben onun tepesindeki kele bakarak, “yine gitti bi tutam” diye takılırdım.
Sonra istemsiz olarak saçlarına dokunur, göz ucuyla şöyle bir aynaya bakardı.
Az kalmıştı Foça’daki eğitimin bitmesine. Bu yüzyılın en sıcak Temmuz’unu neredeyse yarılamıştık.
“Gece eğitimi” vardı yine bir gün.
Murat botlarını isteksiz bir biçimde ağır ağır bağlıyor, ben de üniformamı giymiş hazır bir vaziyette onu izliyordum.
Enerjisi bitmişti sanki. Elleri titriyordu.
“Beni Şırnak’tan önce burada öldürecekler!” diye söyleniyordu.
Omzuna dokunarak, “Hadi oğlum acele et, iki hafta sonra kurtulacaksın bütün bunlardan” dedim ve çıktım.
Arkamdan “Ne kurtuluş ama Şırnak’a gitmemenin bir yolunu mu buldun paşam?” diye bağırıyordu.
Ben koridordan acımasızca “Hadi sallanma asker!” diye seslendim gülerek geriye.
Binanın önünde toplanan yedek subay timleri depodan silahlarını çoktan almışlar, sırt çantalarını hazırlıyorlardı.
İki hafta sonra Komando Okulu’na, komando kayalıklarına ve her gece sırtımda 50 kiloluk bir yükle 20 km yürüdüğüm ucu bucağı olmayan bu araziye el sallayacaktım, ne güzel…
Evimizde geçireceğimiz iki hafta izinden sonra da Güneydoğu bekliyordu bizi…
Acaba bitecek miydi?
O an bu düşünceyi ertelemek zorunda kaldım.
Silahımı ve sırt çantamı alıp sırama geçtim.
Murat ise komutanın küfürleri eşliğinde sallana sallana girdi sıraya.
Gece eğitimi başlamış, timler karanlık tepelere doğru yola koyulmuştu…
Hep hayranlıkla izlediğim bu yüzlerce metrelik insandan sıra, koyu yeşil bir yılana benziyor, kıvrıla kıvrıla ama sessizce yamaçtaki patikadan yukarıya tırmanıyordu.
Bizim için gece eğitimi sürprizlerle dolu bir korku tüneliydi aslında. Komutanlar sinsi tuzaklar hazırlardı hep.
Bizi pusuya düşürmeye çalışan özel gösteri ve tatbikat timleri tıpkı PKK’lılar gibi giyinir ve en az onlar kadar acımasız olurlardı.
Her timin ayrı bir dinlenme noktası vardı.
Bir saat sonra nefes nefese nihayet bizim timin istirahat noktasına ulaşmıştık.
Henüz herhangi bir sürpriz yoktu ortalıkta.
Sigara içmek kesinlikle yasaktı. Silah bırakmak, sırt çantasını çıkarmak ve botların bağını çözmek de öyle.
Sadece seyretmek serbestti. Ben de öyle yaptım…
O gece Foça adeta Ege denizinin boynuna asılmış ışıktan bir gerdana benziyordu.
Küçük kent halen cıvıl cıvıldı.
Eğlence yerlerinin ritimleri kahkahalara karışıyor, sahildeki restoranların neşeli müşterilerinin çatal bıçak sesleri bize kadar ulaşıyordu.
O ara Murat’la göz göze geldim. Gizlediği telefonuyla mesaj göndermeye çalışıyordu oradaki dünyaya.
Acı bir tebessümle hatırladığım o an, O’nun belleğimdeki en belirgin resmiydi.
…
Şimdi aylar sonra Cudi’nin başucunda Kırmızıdere’nin Hezil’le kesiştiği noktadan seyrediyorum dünyayı.
Saat 04.00’e geliyor…
Pusudayım…
Murat’ı öldürdüler bir başka pusuda…
Yanımdaki köy korucusu anlatmıştı; Hezil’de boğulmuş İkinci Kılıçarslan atıyla…
İçimdeki acıyla boğuşuyorum aynı sularda…