Neden kabul edilmek istenmediğini anlamak zor olsa da hepimiz bir tür  ‘mutasyon’  geçirmekteyiz. Bunda ne çekinilecek ne de utanılacak bir taraf var. Aksini savunmak Taş Devri’ndeki ilkel atalarımız ya da avcılık-toplayıcılıkla geçinen daha yakınlardaki köleci ve feodal büyüklerimiz gibi kalarak,  o günlerden bugüne  ‘gelişememiş’  olduğumuzu savunmak anlamına gelmez mi?  Oysaki esasında bunun için  ‘burada’yız.  Bu gerçeğin bir bilim farkında bir de mistikler…  Uzun dönemler için karşı konulması mümkün olmayan bu süreç gittikçe artan bir ivme ile hız kazanmaktadır ve doğası gereği  kesintisiz biçimde  devam edecektir. Sorun, bu sürekli değişim ve gelişime kimlerin,  ne kadar ayak uydurabileceğinde ve aydınlanmalarını ne denli bilinçli bir biçimde gerçekleştirebileceklerindedir.

 Mevcut Düzen…

Kuşkusuz öncelikle bu sürecin doğru anlaşılması gerekir.  Çünkü mevcut  ‘Yönetim Sistemi’nin ya da  ‘Kurulu Düzen’in  amacı, böylesine kaçınılmaz ve zorunlu olan değişim sürecinde, o toplumun bireyleri konumundaki kişilerin  farkındalık potansiyelini  görevli  kişi ve kurumları vasıtasıyla  baskı altında tutmak ve bu sayede kişilerin olağan gelişimlerini olabildiğince engellemektir. ‘Sistem’,  bu amaçla  birbirine bağlı  üç kurumu kullanır.  Bunlar  ‘eğitim’,  ‘inançlar’  ve  ‘siyaset’tir.  Tabii her üçünün de insanların zihinden bilince yönelmelerini engellemek amacıyla  ‘kodlanmış-koşullanmış’  yani  ‘organize edilmiş’  biçimlerini…   Bunun da  düzen adına, güvenlik adına, kutsal amaçlar, devletin bekâsı, dinsel-ebedî mutluluk, uyumluluk-birlik-beraberlik… adına yapıldığı söylenir. Bütün bu ve benzerlerine inandırılmış olan kitleler,  halklar,  gruplar,  cemaatler  ve  kişiler  bu güçler tarafından  her defasında kolaylıkla manüple  veya  motive edilebilir; zihinsel bakımdan yeniden ve yeniden yapılandırılabilirler.  Her ülkenin   ‘şirketokrasi’si  için kısa yoldan ve güvenle çözüme ulaştıracak yöntem, kontrolleri altındaki (veya oldukça iyi ilişkiler içinde bulundukları)  ‘siyaset’  kurumuna başrol vermektir. Ama tabii senaryosunu kendileri yazma, prodüktörü de kendileri olma koşuluyla. Sırası geldiğinde veya değişen koşullar onu gerektirdiğinde  ‘din’  kurumumun da acımasızca kullanılmasında ne sakınca olabilir ki?  Nasıl olsa  rötuşlanabilecek veya değiştirilebilecek söylemleri   ‘kabule hazır yığınlar’  önceden oluşturulmuş,  çoktan aralarına   ‘görevli’   kanaat önderleri ve  cemaat liderleri  yerleştirilmiştir.

“Düzen”in Yöneticileri

Siyasetçilerin  onda dokuzundan fazlası  gerçekte  sadece birer piyondur. Çoğu ülkelerde zaten parlamento üyeliğine seçilebilmeleri de, liyâkatlerine bakılmaksızın  tepeden iner gibi görevlendirilmeleri ve durup dururken aday yapılmaları da,  sadakatle  ‘hizmet’   göreceklerine inanılmaları koşuluyla  genel başkanlarının  veya parti üst düzey yönetimindeki birkaç görevlinin iradesine kalmıştır.  Dikkat edilirse   dinadamının da   siyasetçinin de  çekindiği kişiler   ‘birey olabilmiş’,  dik durabilen  özgür kimselerdir; ve  ‘yönetenler’, örgütleri içerisinde böyle kimseleri görmek istemezler.  Çünkü  bu  ‘organize olmuş yöneticiler’, kendilerine  veya  temsil ettikleri  görüş ve inanca   sorgusuz sualsiz  ‘biat’  edilmesini bekler, ancak böylesi bir tutumu yüceltip  kutsarlar.  Yani egemen güçler  bir türlü   ‘birey olamayan’   sözde-bireyler  yaratmaya çalışırlar ki,  onlardan oluşan topluluklar da  ancak  ‘yığın’  olabilirler…  Amaç, insanların doğal haldeki dönüşümlerini,  önlerine yapay saptırıcılar,  yanıltıcılar  ve  caydırıcılar çıkararak engellemektir.  Bu sayede   belirli tutumlara  ve  üniform davranışlara sahip,  kontrol edilebilir kalabalıklar   oluşturulabilecektir.

Gelelim Dinadamlarına…

Benzeri durum dinadamları için de söz konusudur. Onlar da gerçekte siyasetle aynı amaca yönelmiş ve aynı yöntemi kullanmaktadırlar. Kendi sistem  ve  hiyerarşileri içerisinde  liderlerine bağlı  ve  biat etmiş olduklarından; önce önderlerinden destûr  almaya bakar, sonra da ileriye doğru birkaç adım atarak  etki alanlarını genişletecek  o sözde unvanlara sahip olabilmek için  kendilerine yol verilmesini bekler  ve  gözetirler. Düzen  öyle bir  kurulmuştur ki,   onu   ‘yürütenler’   dahi çoğu kez neye ve  ‘hangi organizatörün amaçlarına’   hizmet etmekte olduklarının  farkında değildirler. En güvenilir ve her zaman işe yarayan garantili yöntemlerse,  tanrının adının  sıkça kullanılması  ve  şoven milliyetçiliğin  öne çıkarılmasıdır.
İnsandaki  ‘bilinçli değişim’  ya da  ‘olumlu yönde başkalaşım’  (pozitif mutasyon),  bütün  evrim-karşıtı din adamlarının en çok çekindiği şeydir. Dinsel paradigma  ‘insanın evrimi’  düşüncesine şiddetle karşı çıkar. Çünkü eğer  evrim kuramının  doğru olduğu düşünülürse, bütün doktrinler gibi insan zihnini sanal cenderelere sokan dinsel kalıpların da zamanla eskiyerek yıkılıp gideceklerini kabul etmek zorunda kalacaklardır. Yani gerçek neden, o zaman kendilerinin değer yitirecekleri ve onlara giderek  ‘gerek kalmayacak’  olmasıdır. Başkalarını ne kadar suçlamış olsalar da özünde kendileri böylesine  ‘inkârcı’  oldukları içindir ki, başta  ‘kilise’  olmak üzere organize dinlerin bütün kurum ve dogmaları pozitif bilimin karşısında sürekli yenilmişler; ama yine de asırlar boyu sürdürdükleri bilim karşıtlığından geri durmamışlardır.

Milyonlarca yıl süresince mikroplar, mantarlar, hücrelerle birlikte bitkiler, hayvanlar ve insanlar da gerek doğa koşullarından gerekse de birbirlerinden, kısacası tüm değişen şartlardan etkilenerek evrimin yanında doğal mutasyon da geçirmektedirler (o halde zihinleri saran virüsler de neden altedilemesin ki). Din adamlarının, bir yandan insanın değişimine karşı çıkarken diğer yandan kutsal kitapta Adem’in boyunun 14 metre olduğundan sözetmeleri sizce de ilginç değil midir?  Her gün, her an keşfedilmeyi bekleyen böylesine muhteşem  ve sonsuz yaşamın gizemlerini,  bilimsel bilginin öylesine sınırlı olduğu binlerce yıl öncesinde yazılmış olan hangi kitabın kaç sayfasına sıkıştırabilir  ve nasıl formüle edebilirsiniz ki…?  Dinler ve inançlar geçmişte (kimi yerlerde bugün bile)  öylesine ısrarla ve o kadar kötüye kullanıldılar ki, insanlar ister istemez fiziksel bilimlere ağırlık ve önem verdiler. İyi de yaptılar, çünkü gereken buydu. Ama şimdi birşeylerin eksik kalmış olduğunu derinden derine hissedebiliyorlar. Bu bütünleşmeyi sağlamadan gerçek kurtuluşa ulaşamayacaklardır. Yapılacak tek şey vardır:  ‘Her yönde’  durmaksızın araştırmak, bu sayede fiziksel ve fizik ötesi bilgimizi geliştirmek. Tekâmülün başka bir yolu da görülmüyor.

Yasaklar, Ritüeller…

Hemen bütün din ve inançların  toplumsal davranış, ibadet ve beslenme tarzlarına ilişkin pek de doğal olmayan ama kendilerine göre bir takım yasakları, kısıtlamaları ve ritüelleri vardır. Bunların amacı bir yandan  ‘kurumsallaşma’yı  ve diğerlerinden  yapay da olsa  ‘farklı’  olunmasını sağlamak; diğer yandansa sürekli tekrarlarla  kendine özgü biçimselliği zihinlere  yerleştirmektir. Belirli bir ideolojiye böylesine bağlanmış zihin zaten gelişemeyecek derecede  ‘bastırılabilme’ye  müsaittir.  İşin içine bir miktar  ‘cezalandırılma korkusu’nu eklediniz mi, gerisi kolaydır. Artık o katı biçimde dinselleştirilmiş kişi bir daha kolay kolay arayış içinde olamayacaktır. Kalıplarla düşünür hâle gelmiştir, dünyayı algılayacak penceresi alabildiğine daraltılmıştır. Hele bir de eğitim düzeyi düşükse, iyiden iyite stereotip, yani  ‘basmakalıp’ düşünmesi kaçınılmaz olur.  ‘Kuşku’  ve  ‘arayış’  gibi iki temel besin kaynağının rejenerasyonundan yoksun kalan aklı, özgürlüğünü de yitirmiş olduğundan doğru çözümleme yapamaz, bir türlü arınıp gelişemez. O vakit de buradaki yaşamını bekleme salonunda,  hiçbir zaman için gelmeyecek olan ulaşım aracını bekleyerek geçiren bir zavallı gibi tüketir. Sonunda hiçbir şeyin farkında olmaksızın, gizli bir nevrozun sürekli tehdidinde;
. cesaretsiz  ama  egoist,
. mutsuz  ve  endişeli,
. itaatkâr  ama  fanatik,
. güvensiz  ve  kırılgan,
. olgunlaşamamış  ama  kaygılı,
. bağımlı  ve  hoşgörüsüz,   
sonuçta da sevgi ve şefkat yitimine uğramış biçimde  ‘öbür dünya tesellisi’  ile  buralardan göçüp gider.
Kendini ne için tükettiğini bilmemek, takdir edeceğiniz gibi  çok hazin bir durumdur.  Anatole France’ın  dediği gibi,  “Şu kısacık yaşamımızla ne yapacağımızı bilmezken, bir de  sonsuz yaşam hasreti çekiyoruz”.

Fani Dünya

Aramıza yeni katılanlarla yaptığımız dost toplantılarımızda  konu bazen gelip tam burada takılır. O zaman kendilerine sorarım:  “Sizce  bu dünya mı  daha  önemli’dir, yoksa  ‘öteki dünya’ mı?”  Birkaç alçak sesli mırıldanma, birbirlerine bakışma, derken çoğunluk kararı beklendiği gibi çıkar:  “Tabii ki  ‘öteki dünya’ “.  Bunun üzerine  “İyi düşündünüz mü?”  diye sorarım. Biraz daha şaşırmış olsalar da sonuç değişmez. Sonra  ‘nedeni’  söylenir tabii;  ‘bu dünya gelip-geçici’, diğeri  ‘ebedî’dir.  O günkü grubumuz eğer biraz olsun  ‘yol alabilmiş’  bir topluluksa,  “zaman kavramının bulunmadığı bir boyuta geçilebilmesinin ve oradaki ebedî yaşamın niteliğinin burada, zaman dahil dört kısıtlı boyutun koşullarının dayatmasıyla ve de üstelik  onca  ‘eksik’  algılama kapasitemizle belirlenecek olmasının  mümkün olup olmadığını”  sorarım.  Ama işte  o nispeten  ‘yenilerden’  oluşan bir grupla ise, aramızda genellikle  şuna benzer  ‘sokratik’  bir konuşma geçer:
Bu dünya geçici (fâni) midir?
Evet.
Öteki dünya’da sizleri sonsuz (ebedî) bir yaşam mı bekliyor?
Evet, tabii…
Peki, orada bizlere ceza veya mükâfat olarak nelerin verileceği, tamamen buradaki edim ve elemlerimize mi bağlıdır?
Kesinlikle.
Yani sonsuz bir âlemdeki kaderimizi  burada çiziyoruz, öyle mi?
Evet Hocam.
O halde,  ‘sonsuz’  bir hayatın  ‘belirleyicisi’  olan  ‘burası’,  daha ‘önemli’dir.
Bu konuyu  enine-boyuna  bir daha düşünün, tekrar görüşelim…

Sözün Özü

‘Doğru Bakış’la  dünyamıza  göz atabilirsek, yöneticilerinin öylesine dayatmacı ve akıl dışı araçlarla  toplumları üzerinde  yanıltıcı-engelleyici   ve  doğrudan  veya  dolaylı baskıcı politikalar uygulayabildiği; ya da  herkes için ‘daha fazla özgürlük’   istemenin  suç sayıldığı   tek bir ‘medenî’   ülkenin dahi bulunmadığını  kolaylıkla görebiliriz.  Bir başka yerde belirttiğimiz gibi; uygar toplumlar, insanın doğal gelişimini engelleyen  dinadamları ile siyasetçilerin  etkilerinin eredeyse hissedilmediği toplumlardır.  Din  ve  siyaset çatışmalarından  olabildiğince uzak biçimde,  kimsenin görüş ve inançlarından dolayı ayrımcılığa uğrayıp  suçlanmadığı;  aksine bu tür farklılık  ve  ayrımların en doğal insan hakkı sayıldığı toplumlar, insanları  daha rahat ve mutlu yaşayabilen, hakça bölüşen gerçek anlamdaki  ‘uygar toplumlar’  olabilmişlerdir.

Yoz ve şuursuz biçimde  herhangi bâtıl bir inanca demir atmış olan bağnaz dinselliğin  üstesinden gelebilecek  iki araç vardır.  Birincisi,  deneysel bilim;  diğeri,  özgürlükçü mistisizm.  İnsanlığın kurtuluşu,  sahip olduğu  bu iki kanada güvenip  ikisine birden  sıkı sıkıya sarılmasındadır.

A. Kerim Soley