Karmik süreklilik uyarınca yeniden var olurken (yeniden doğarken değil; arada fark var), bu var oluş karmik etkilerle şekillenir. Nerede doğacağımıza, bir rahimden mi doğacağımıza, hangi boyutta ya da hangi ülkede doğacağımıza, kimin çocuğu olacağımıza bu karma karar verir. Karma mekana karar verip bedeni oluştururken bizler mekan-beden ve karma arasındaki bağlantıya görmekte zorlanırız. Oysa hepsi aslında tek bir organik yapıdır. Bu sebeple bir bedene ve bir aileye doğmak ile bir ülkeye doğmak aynı karmik etkilerin ürünüdür. Bize bu bedeni oluşturan, bizi bu ülkenin vatandaşı yapan, bu lisanı konuşmamızı sağlayan karma aynı zamanda anlamadığımız, geçmişte oluşturduğumuz bir arzunun, bir açgözlülüğün ve cehaletin sonuçlarından oluşuyor.

Bu geçmiş arzunun ve yanlış anlamanın sonuçları bizi bu ülkenin vatandaşı, bu lisanı konuşan insan ve bu beden olarak biçimliyor. Aynı açgözlülük ve cehalet bu sayede kendini sonuçları ile birlikte devam ettiriyor. İşte bu sebeple kendi lisanımız, kendi ailemiz ve kendi ülkemiz öğrenmemiz gereken dersleri içerir. Neyi anlamamıza ya da doğru anlamamıza

ihtiyacımız varsa hepsi buradadır ve biz onu anlayıncaya kadar burada kalmaya ya da kendini tekrarlamaya devam edecektir. Bu derslerin hepsi aynı zamanda bizim aydınlanmaya giden yolda kullanmamız gereken araçlardır. Bundan dolayı kendi lisanımızın avantaj ve dezavantajları, kendi ailemizin avantaj ve dezavantajları ve etnik kökenimizin avantaj ve dezavantajları aydınlanmaya giden yolda göz ardı etmememiz gereken şeylerdir. Bunların içinde her zaman dikkatimi çeken en önemli konulardan bir tanesi Türk olmanın getirdiği çatışmalı algı. Bu algı bizi bir yandan tek başımıza bir şey yapamaz hale getirirken diğer yandan bir arada da bir şey yapmamızı engelliyor. Türk olmanın bir yandan tuhaf bir özgüven eksikliği varken bir yandan da tuhaf bir yardımlaşmadan uzak durma, ekip çalışması yapmama, bir arada var olamama etkisi var.

Tarih boyunca Türklerin kendilerini en büyük felaketler içinde buldukları zamanlar hep dağıldıkları, büyük başarılara imza attıkları zamanlar ise hep bir araya gelebildikleri zamanlar. Dağılma her toplum için zayıflık, birleşme her toplum için güçtür şüphesiz; öte yandan bu zayıflık biz Türk halkının diğer toplumlardan daha fazla müzdarip olduğumuz bir zayıflık ne yazık ki. Belki de alıngan olmamızdan kaynaklanıyordur bu. Kibirimizden…

Bu sebeple hem bireysel yaşamımızda gönencimiz (refahımız) hem toplumsal yaşamda gönencimiz için hem de karmamızın değişmesi için bir araya gelmeyi ve birlikte hareket etmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Bir araya gelelim ve bir arada olmanın gururunu yeniden hissedelim.

Cem Şen

1968 yılında doğdu. 1981 yılında savaş sanatları eğitimi almaya başladı. 1987 yılında Zen Budizm’in Türkiye’deki temsilcisi olan İlhan Güngören ile tanıştı ve 1987-1990 yılları arasında Güngören’in asistanlığını yaptı. Bir yandan Güngören’i Zen çalışmalarında ve Tai Chi Ch’uan derslerinde destekleyen Cem Şen aynı zamanda Namık Ekin, Mustafa Aygün gibi eğitmenlerle savaş sanatları eğitimini sürdürdü. 1990 yılında ilk çeviri eseri yayınlandı. Aynı yıl çalışmalarını tümüyle Taocu çalışmalara yönlendirdi. Sırasıyla Mantak Chia, Master Wang, Master Wu, Eric Steven Yudelove gibi ustalardan eğitim alan Cem Şen aynı zamanda bu ustalardan farklı Taocu sistemleri öğretme yetkisi de aldı. Halen ustalar ile çalışmalarını ve dünyanın farklı yerlerinde bulunan yaşayan büyük bilgelerle iletişimini ve arayışlarını sürdürmektedir. 1991 yılında Dharma Yayınları’nı ve ardından 2003 yılında bu yayınevinden ayrılarak Klan Yayınları’nı kurmuş olan Cem Şen’in içlerinde “Enerjinin Dansı: T’ai Chi Ch’uan” ve “Dolmuşa Binme ve Dolmuştan İnme Sanatında Zen” adlı kitaplarının da bulunduğu 8 kitabı ve yaklaşık 40’a yakın çeviri eseri bulunmaktadır.