Sakin, sıradan, ışıklı bir gündü.

Güngörmüş çınarların gölgesi suya vuruyor, sevecen bir meltemle kıpırdayan sularda dantelli oynaşmalar yaratıyordu.
Arada paslı, eskimiş şilepler geçiyordu.

Karşı tepeler yemyeşildi.
Rumelihisarı’nın burçları gözüküyordu.
Yorgun bir vapur yanaştı iskeleye, bir iki yolcu indi.
Güneş suya vuruyordu, ışık parlak taşlar gibi sekiyordu dalgaların üstünde.
Yosun, midye, yaprak kokularıyla, gölgelerle, ışıklarla zaman eski bir vapur gibi sükunetle akıyor, beni de kendi sükunetiyle sarmalayıp yaşlı bir yolcu gibi yanı sıra götürüyordu.
İnsanın, menziline varmış bir at gibi bütün yükünü indirdiği, geçmişini unuttuğu, geleceğine aldırmadığı o huzurlu anlardan biriydi.
Gözüm, sularla kıpırdayan bir ışık yansımasına takıldı.
Nasıl oldu anlayamadım, o ışık bir an öylesine güçlü bir şekilde beni içine çekti ki sanki herşey gerçekliğini kaybetti, bir anın içinde o sedef parıltılı öğleden sonra parçalandı, kuşkulu sisli, belirsiz bir hale dönüştü.
Hayatımızı, hayattan daha büyük gerçeklerle, evrenin sonsuzluğuyla, milyarlarca yıldan beri akıp giden zamanla kıyasladığımızda hissettiğimiz manasızlığı, yetersizliği hissettim.
Gerçekle ilişkim koptu.
Kısa bir baygınlıktan çıkar gibi o ışığın içinden çıktığımda, zihnimde yıllar önce okuduğum bir cümle vardı.
“Hayat, tanrının gördüğü bir rüya mı yalnızca?”
Eve döndüğümde, toz ve kağıt kokulu bir sahaf dükkanından aldığım, mavi kapaklı kitabı aradım, kütüphanedeki raflardan birinde unutulmuş olarak duruyordu. Migeul Unamuno’nun “Sis” romanı.
Telaşlı bir şekilde sayfaları karıştırarak o cümlenin bulunduğu yeri aradım.
“Benim başımdan geçenler, etrafımdakilerin başından geçenler hakikatmi, hayal mi yoksa tanrının bir rüyası mı sadece?O uyandığı zaman kaybolacak bir rüya olmasın bunlar, eğer ona dualar ediyor, ezgilerle onu yüceltiyorsak, bu, onu uyutmak, sallayarak rüyalara dalmasını sağlamak isteğinden doğamaz mı?”
Bir başkasının rüyası mıydı bizim yaşadığımız? Kaderimizin bir başkasının zihnindeki bulanık görüntülerle belirlendiği bir rüya mıydı bu?
Eğer öyle değil de, hayat çok belirgin, çok net, çok gerçekse o zaman, bazen bütün geleceğimizi belirleyen tesadüfler neydi?

Benim bir öğle vakti Boğaz’a gitmem, orada etrafıma bakarken bir ışık yalazının içine çekilerek bir anda gerçeklerden ve hayattan kuşkuya düşmem bir tesadüf değil miydi?

Bir keresinde genç bir dostuma “Sence tesadüf nedir” diye sormuştum.
O gözlerini kısmış, dudaklarını şişirmiş, parmaklarının ucuyla çenesini ovaladıktan sonra hiç unutamadığım o cevabı vermişti:
“Tesadüf bilinçaltımızdır.”
Tesadüf dediğimiz, hayatımızın beklemedik, tahmin edilmedik olaylara ve insanlara olan kesişmelerine bize bilinçaltımızın hazırlayıp sürüklediğini, bilinçaltımızda öyle biz hazırlık olmasa rastladığımız olayların ve insanların ya yanından, onları fark etmeden geçip gidebileceğimizi düşünüyordu.
Bazen kaderimizi belirleyen tesadüfler aslında bizim bulmak istediğimiz ama bunun farkında olmadığımız olaylar ve insanlardı.
Tesadüfleri,onları çok yadırgamadan hayatımıza almamız, onları kendi geleceğimize katmamız, onları zaten istememizdendi.
Tesadüflerin kaderimiz belirlemekteki gücünü kabul edersek ve bu tesadüflerin bilinçaltımızın hazırlığı sonunda ortaya çıktığına inanırsak, hayatımıza bilincimiz kadar hatta belki de ondan çok bilinçaltımızın yön verdiğine de iman etmemiz gerekiyordu.
Böyle baktığımızda hayat sadece tanrının rüyası değildi.
Biraz da bizim bulanık ve bizi bile şaşırtan kendi rüyamızdı.
Tanrının ve bizim bilinçaltımızın oluşturduğu bir sisin içinde, o sisin arasında gözükenleri asla bilinçli bir şekilde kavrayamadan yaşıyorduk.
Kaderimizi değiştirmeye muktedir değildik ama onunla tanışmış gibi yaşıorduk, kendini aldatmanın en vahşi ve en besleyici yanlarından biri olan bu yanılgı belki de kendi bilinçaltımızın bulanıklığının tanrının belirsiz rüyalarıyla denk gelmesindendi.
Hayat Unamuno’nun dediği gibi bir “sisti” belki.
Ve Unamuno, şöyle bir gördüğü Eugenia isimli bir kadının siluetine aşık olan adamın düşüncelerini anlatırken benim genç dostunum görüşlerine hak veriyordu.
“Hayat bir sistir.Bugün bu sisin içinden Eugenia çıktı. Kim bu Eugenia? Sanırım, ben onu çoktan arıyordum. Ben araya durayım, işte o kendisi çıkageldi karşıma.”
Ne başlangıcını ne de sonunu bilebildiğimiz zamanın içinde küçük su sinekleri gibi kısacık hayatımızı sürüp, kendimize ve yaşadıklarımıza yüklediğimiz o olağanüstü ve biraz komik ciddiyetle yaşarken, ihtiraslarımız, acılarımız, kıskançlıklarımız ve kızgınlıklarımızla tanrıyı rüyasında güldürüyormuyduk?
Tanrı gülümseyerek bir gün uyandığında yok mu olacaktık?
Biz, bir gün bilincimiz kadar bilinçaltımızı da berraklıkla kavradığımızda mı uyanacaktı tanrı?
“İnsan yalnız kalır da gözlerini gelecek zamana kaparsa, rüyasında ebediyetin korkunç uçurumu açılır önünde,” diyordu Unamuno.
Geleceğe bakmak, hep ona bakmak kurtarıyordu belki de bizi, bu sisin içinde yolumuzu bulabilmemiz, kendimizi ve hayatımızı önemsememiz, hayata bir mana katmamız belki de geleceğe bakmakla mümkündü.
Bu anı, manalı kılan, ona bir derinlik katan geleceğe bakmamızdı.
Ya geçmiş?
Geçmiş bize, geleceğe bakmayı ve sislerin arasından görmeyi öğretiyordu.
Tanrı gülümseyerek uyuyor ve rüyasında bizleri görüyordu.
Biz, tanrının rüyasında dolaşırken bilinçaltımızdaki milyonlarca belirsiz görüntü, isimsiz duygu, anlaşılmayan istek, tesadüfleri ve kaderi mi oluşturuyordu?
Kaderimizi şekillendirmekte, bilincimizin, aydınlık düşüncelerimizin, keskin duygularımızın gücünü yüceltmeye çalışırken, tanrısal bir şakanın kurbanı mı oluyorduk?
Sistemin içinde yaşıyorduk. Gerçekle bağımızı, bazen suların üstüne gezinin minicik bir ışık huzmesi koparabiliyor, bizi şüphenin belirsizliğine fırlatıp atabiliyordu.
O sakin, sıradan, ışıklı öğleden sonra kendimi yükünden kurtulmuş bir at gibi hissederken, derinlerimde bir şey beni bir ışıkla sarsılmaya, gerçekten kopmaya, hayattan kuşkulanmaya hazırlıyordu, ama ben o ışık parçası ben içine çekmeden daha bir an önce neye hazırlandığımı, ne tür duygular yaşayacağımı bilmiyordum.
Ama tek bir anda bütün duygularım değişebiliyor, huzurum yokolabiliyordu.
Bir sisin içinde kendime çarpıyordum.
Bu çarpışma parçalıyordu beni.
“Ne büyük acılar, ne de büyük sevinçler öldürür insanı, bu yüzden bu acı ve sevinçler, küçük küçük değersiz şeylerden oluşmuş muazzam bir sisle sarılı gözükürler. Evet, işte hayat dediğin bir sis olup olacağı.”
Hayat bir sis mi, olup olacağı.
Peki ya gölgeleri sularda salınan çınar ağaçları, o gemiler, içimdeki o huzur, o huzurun altına saklanmış özlem, özlemin yanında duran keder, onların arasında aniden kopuveren kahkaha, umutlarım…
Tanrının rüyası mı bütün bunlar.
Öyleyse eğer tanrım, bırak beni rüyanda dolaşayım.
Sen de benim rüyamda dolaşıyorsun çünkü.