Ezbere onbir sayabilen erkeklerden ol(a)madım hiç. Bütün soyut ve somut konularda, fotoğrafik özellikleriyle gurur duyduğum belleğim, başta futbolcu isimlerini art arda sıralama olmak üzere futbol konularında beni hep mahcup etti. İstediğim, “bundan dört sene önceki falanca maçta feşmekanın yerine oyuna giren filanca da aynı pozisyondan doksana takmıştı” gibi uzman bilgilerine sahip olmak bile değildi. Tuttuğum takımın kadrosunu, elbette yedekleriyle, isim ve sırt numaralarıyla bir nefeste sıralayabilmekti. Olmadı hiç. Ergenlik çağında başka takımları tutan arkadaşlarım, bana kendi takımımın kalecisinin yedeğinin antrenman performanslarını belletmeye çalıştıklarında, gerçekleri mi, yoksa daha sonra dalgalarını geçmek için uydurma bilgileri mi anlattıklarını anlayamıyordum. Gazeteleri her Türk aydın aday adayı gibi en dar açılı köşe yazılarına kadar okuyan ben, spor sayfalarına da samimi olarak ilgi duyuyordum, okuyordum, ofsayt kuralını biliyor olmanın haklı gururuyla pozisyon analizlerini, maç kritiklerini anlar gibi irdeliyordum, ama gazeteyi kapattığımda isimler aklımdan çıkıyordu. Hani yeteneksiz olsam, kötü bir oyuncu olsam ve mahalle maçlarında en son ben seçilsem, diyecektim ki, “oğlum Korkut, Tanrı resim yapmanı ve şarkı söylemeni istemediği gibi, futbol konusunda da bir nasip vermemiş sana.” Çok (u)mutsuzdum.
Ortaokul çağlarımda Pazartesi sabahları benim için, Cumartesi öğleden sonraları “doğru” giyinme-saç şekillendirme işkencesinden bile daha tahammül edilmez oluyordu. Herkes, o zamanlar tek kanallı televizyondaki programları tam konsantrasyonla seyrettiğinden, bütün takımların bütün oyuncularının bütün performanslarını bilirken, ben kısıtlı kapasiteme sığdırdığım, büyük takımların yıldız futbolcularının golleri dışındaki bölümlerde, duyma problemimden de gelen bir antrenmanla, anlar gibi yapıyor, kafamı sallıyor, ve hep yorum yapan arkadaşımın takımını haklı çıkaran onay sesleri çıkarıyordum.
Lise yıllarında durum biraz daha farklılaşmıştı. Kızların futbolu sevmeyen erkekleri daha çok sevme ihtimali aklıma düşünce, erkek arkadaşlarımın yanında bile, “ben çok sevmiyorum abi futbolu” deme cesaretini gösterdim. Erkekler futbol konuşurken ben kızlarla başka konular konuşmaya başladım. Erkek arkadaşlarım benim garip olduğumu düşünürken, hin oğlu hin bazıları, benim aslında futbolu sevmeme rağmen kızlara ilginç gelebilmek için böyle numaralara başvurduğumu iddia ettiler. Kızlar ise beni hayal kırıklığına uğrattılar. Evet, futbol sevmeyen erkekler çok iyi arkadaş oluyorlardı. Ama sadece arkadaş. Sonra erkekler futbol konuşurken, kızların “kız konularını” kız-kıza konuşmaları normalken, bu kısıtlı sürelerde bir erkek arkadaş-sırdaş istemiyorlardı. Olsundu, ben kızların arkadaşlığı için bu fedakarlığa da katlanırdım. Hem arada farklı düşünen kızlar da çıkıyordu.
Lise yıllarındaki bir diğer farklılık maçlara gitme izniydi. Özellikle ortaokul yıllarında pek gelişmemiş olan fiziğim -ben kendimin büyüklüğünü de bilirim- ve ezilme tehlikesi nedeniyle maça gönderilmezken artık maçlara gidebiliyordum. Dünya rekoru kıran 2.Lig maçına ve bir milli maça gerçekten gittim. Bunun dışındaki maç izinlerini başka meşgalelerle değerlendirdim. Okulumuz voleybol ve basketbol dışındaki branşlarda Allah’tan faaliyet göstermezdi de, her yıl, okul takımına kim girdi-kim giremedi listelerini ezberlemekten kurtuldum. Bunun iki faydası daha vardı: Okul maçlarına bu sayede kızlı erkekli gidebildiğimiz gibi, sadece 5 ya da 6 kişiden oluşan bir takımı ezbere sayabilmek de daha kolaydı.
“Futbol sadece futbol değildir” ve “yirmi iki adamın bir buçuk saat bir topun peşinden koşması” algılamalarının uzlaşmaz çelişkisi içinde geçen üniversite yıllarımda hayat yine zorlaşmıştı Bir erkek yurdunda kalmayanların asla anlayamayacağı -aslında erkekleri anlamanın bir erkek yatakhanesinde bir süre yaşamaktan başka yolu da yoktur- ciddiyet ve yoğunlukla dolu tartışmaların dışında kalmak, siz istemeseniz bile mümkün değildi. Kulüpçülük kızdırmalarını savuşturmayı öğrenmiştim, ama şimdi karşıma “tandem”, “libero”, “antrenman dozajı” gibi yabancı dilde, ve belki de sadece bu nedenle anlaşılmaz görünen kavramları, anlamak ve kullanmak zorunda kalıyordum. Sıkılıyordum. Dört yılda bir yapılan Dünya Kupası okullar kapanmadan başlamasın diye dua ediyordum. Çünkü etrafımdaki herkes, haritada yerini kesinlikle gösteremeyecekleri ülkelerin futbolcularını ve antrenörlerini, kuzenlerinden bile(gerçek bir hikaye) iyi tanıyorlardı. Tam finallerin sıkıştığı zamanlarda, olası çeyrek finalistler beni hiç ilgilendirmiyordu.
Artık arkadaşlarım bana daha hoşgörülü davranıyorlardı. Özgür düşünce ortamında, futbolu sevmemek -elbette gizli eşcinsellik şüphesini not etmek kaydıyla- daha normal karşılanıyordu. Benim gibi insanların var olduğunu öğrenmek, “artık yalnız değilim” hissi benim de futbol konusuna daha objektif yaklaşmamı sağlamıştı. Berberde, kahvede, birahanede karşılaştığım diğer erkeklerin futbolu neden bu kadar oburca sevdiğini düşündüm. İnanmazsınız, bu konuda kitap bile okudum. İkna olabildiğim bir sonuca ulaşamadım. Anlayamadım. Futbol seyrederken doktorasını yapmış arkadaşlarım, genç profesyoneller, hatta köşe yazarları, dünyayla ve diğer bütün zamanlarda kafalarını meşgul eden bir numaralı süje olan kadınlarla bile bağlarını kopartıyorlardı. Yolda arabayı durdurup, sıradan çocukların oynadığı bir mahalle maçını seyretmek için, ümitvar bir akşam yemeğine geç kalmayı göze almak, veya normalde sırtüstü yatıp dinlenmek -leşlik yapmak- isteyeceği bir hafta sonu sabahının köründe, deplasmanlara koşmak, anlayamadığım için saygı duyduğum tercihlerdi. Ama terslik bendeydi.
Şunu fark ettim: Ben aslında futbol gurmesiydim. Çok seçici olmak kaydıyla, güzel golleri, çalımları, estetik mücadeleleri seviyordum. Sevmediğim daha maç başlamadan “hala mı gol yok” diyen mantık seviyesiydi. Benim yakınlık duyduğum takımın derbi karşılaşmaları, A milli takımın önemli maçları filan gibi heyecan duyabileceğim maçları izlemeyi seviyordum. Ama naklen. Banttan bir maçı izlemeye dayanamıyordum. Goller, güzel hareketler, ilginç pozisyonlar iyiydi de, yorumlar ve analizler gereksizdi. Berabere, hele hele golsüz berabere biten bir maçın özetine bile dayanamıyordum. Kumarı, balık tutmayı ya da avcılığı sevmediğim gibi, futbolun da “hadi bakalım rasgele, belki güzel bir hareket olur” beklentisini sevmediğimi, hayatımı zamanı belirsiz olumlu sürprizleri bekleyerek geçirmek yerine, keyiflerin daha garantili olduğu konulara yönelik yaşamayı seçtiğimi anladım.
Artık bir aile babasıyım ve çok daha kabul edilir bir tercih bu. Bekarken ve bekar arkadaşlarlayken açıklama gerektiren eksikliklerim, (benchmarking talepleri de dahil) büyük kalite ödüllerine aday olmaya başladı. Pazar ve Pazartesi akşamları, diğer geceler gibi, seyretmeye değer özel bir şey yoksa kapalı duruyor televizyon. Kitap okuyor, bu tür yazılar yazıyorum. Baskı bitince ben de kendimi aştım. Arada bir ve özellikle bu yıl “golleri” izlemek için haberlerin sonunu izlediğim oluyor. Yabancı takımlara giden Türk futbol adamlarının transfer dedikodularını takip ediyorum. Hatta iki derbiyi naklen seyrettim, teknik aksaklıklar nedeniyle üçünün de dakika ve gollerini takip ettim.
Hala ezbere onbir sayamıyorum. Ama daha fazla gayret gösteriyorum. Çünkü sorumluluklarım var. Kendi tercihlerimi empoze etmekten korktuğum ve özgürlüğümü ödünç verdiğim çocuklarım, bakalım neyi tercih edecekler ve tercihlerini cesur ve dürüstçe yaşayabilecekler mi?