Neredeyse bir saat oldu. Girişteki bekleme odasının her ayrıntısını gözüm kapalı anlatabilirim. Koltuklar biraz eskimiş, duvarlar ve döşemeler pırıl pırıl. Belli ki yeni taşınmışlar, eski ofis mobilyalarıyla. Sağ elimle belli etmeden kenardan çıkan küçük iplikleri koparıyorum, sonra avcumun içinde yuvarlayarak koltuğun altına atıyorum. Avuçlarımın terlediğini fark ettim, şimdi tokalaşırken ne kötü olacak! Büfedeki çocuk içinde sigara, gofret, meyve suyu dolu poşetlerle üç, dört kere geldi. Susadım, acaba sekreter kızdan içecek bir şey istesem ayıp olur mu?
Çaprazımda, her iki yanında büyük süs bitkileri olan bir masada oturuyor. Telefonlardan birini gelen aramaları aktarmak için, diğerini de Esra ile konuşmak için kullanıyor. Esra da başka bir yerde çalışıyor ve anladığım kadarıyla nişanlısından yeni ayrılmış. Bizim sekreter de, Esra da çok yoğun çalışıyorlar. Hatta bir ara hangisinin daha yoğun olduğu üzerine konuşurlarken neredeyse tartışmaya başlayacaklardı. Bir Esra arıyor, bir bizimkisi. E onların da söylediği gibi, şekerim başka türlü zaman geçmiyor!
Karşı koltukta iki kişi daha var, yer olmadığı için biraz sıkışık oturmuşlar. Onlar da benim başvurduğum pozisyon için mülakata gelmişler. İşin kötüsü, ikisi de aynı şirkette çalışıyor. Her gün ofisi paylaştığın biriyle, görüşmeye geldiğin şirkette karşılaşman kadar doğal bir şey olamazmış gibi anlayışlı anlayışlı gülümsüyorlar. Birbirlerini ilk gördüklerinde yüzlerinde oluşan ifadeyi asla unutamam. Donup kalma, şaşkınlık, sonra hızlı bir toparlanma (İş dünyası, olur böyle şeyler…) ve “Sen ne zaman başvurdun? Ben başvurmamıştım, internetten özgeçmişimi bulmuşlar, davet ettiler bir tanışayım dedim…” gibi “şeffaf” açıklamalar yapma konusunda amansız bir yarış…
Şimdi ikisi de gözlerini bana dikmiş, süzüp duruyorlar. Sanki iki dost takım, tek rakipleri de ben! Bak yine avuçlarım terliyor…
İşte biri çıkıyor, sekreterimiz ismimi söyledi. Sıra bende, oysa canım yerimden kalkmayı hiç istemiyor. Sanki yıllardır bu eski koltukta, sekreter, yapay bitkiler, büfedeki çocuk ve iki dosttan oluşan dünyanın bir parçasıyım. Kaç gündür aklımda kurduğum onca cümle, görüşmeler üzerine okuduğum her şey son bir saatte uçup gitmiş gibi. Sakin ol, kendine güven, dik dur ve gülümse.
Aydınlık ama dar bir koridordan geçerek görüşme odasına giriyorum. Masada çay-kahve bardakları, yarı dolu bir kültablası, bir kenarda özgeçmiş olduğunu düşündüğüm ters çevirilmiş kağıtlar duruyor. Sıcak ve havasız, belli ki bu saate kadar çok kişi girip çıkmış. Ve karşımda, görüşmecilerim. Tokalaşıyoruz, hafifçe yüzüm kızarıyor. Önce oturacağım koltuğu işaret ediyorlar, çantamı nereye koysam diye düşünürken ilk soru geliyor.
“Sibel Hanım, bugüne kadar dört kere iş değiştirdiğinizi görüyoruz. Bir yerde en fazla bir buçuk yıl çalışmışsınız. Bu kadar sık iş değişmenizin sebebi nedir?”
Bu soruyu bekliyordum ama ilk soru olmasını değil. Önce beni biraz tanısaydınız? İlk iş yerimin ben başladıktan dört ay sonra kapandığını anlatıyorum. Diğerinde yöneticimle düştüğümüz fikir ayrılıklarından bahsediyorum ve üçüncüsünden kariyerim için daha iyi bir adım olacağını düşündüğüm bir teklif nedeniyle ayrıldığımı söylüyorum. Hakim karşısında dili çözülüvermiş bir suçlu gibiyim. Arada bir bana, bir birbirlerine anlam yükleyemediğim bakışlarla bakıyorlar.
“Evet, peki ya sonuncusu? Oradan ayrıldığınızdan beri, bakıyoruz da yaklaşık yedi aydır çalışmıyorsunuz…”
Evet çalışmadım, çalışamadım. Çünkü her şey sizin şu devasa bitkileriniz kadar yapay geliyordu. Kendime olan bütün inancımı kaybetmiştim. Dereceyle kazandığım üniversitem, keyif dolu geçen okul yıllarım, eşimin ve arkadaşlarımın başarılarıma olan bağımlılıkları ve içinde “ben” olan her şey önemini yitirmişti. Size hiç olmaz mı? Bazen zor dönemleriniz olur ama önemli olan yeniden ayağa kalkıp “Ben de varım!” diyebilmek değil midir? Hem dört ay insan hayatında nedir ki?
Son iş yerimde mutsuzdum. Yöneticimin her sabah 11.00 gibi ofise gelmesini, saatler süren öğle yemeklerinden dönüp bana bu hafta sonu da çalışacağımı söylemesini kaldıramadım. Bir buçuk sene boyunca üç gün bile izin alamadan neredeyse haftanın her günü fazla mesai yapmak beni çok yordu. Ortama da ayak uyduramadım. Başlangıçta çok sıcak bulduğum ofisimin aslında kaynayan bir kazan olduğunu fark ettiğimde büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Suçu hep kendimde aradım. Çünkü onlar çoktular. Birbirlerinden nefret etmelerine rağmen güler yüzlü, esnek ve başarıdan sarhoştular. Gerçektim ve uyumsuzdum, o yüzden de giden ben oldum. Ama tabii bunu size böyle anlatmayacağım.
“Son şirketimde, kariyer olanakları konusunda başlangıçta verdikleri sözlere sadık kalmadılar. Önümü göremediğim için ayrılmaya karar verdim.”
Boğazım kurudu. İçecek bir şey istesem mi? Masadaki yarı dolu çay bardağına gözüm takılıyor. Şöyle demli bir çay ne iyi giderdi…
İş deneyimlerimi anlatıyorum. Başarılarımdan, liderlik ettiğim projelerden bahsediyorum. Anlattığım hiçbir şeyin onlara yeterli gelmediği gibi bir his var içimde. Sanki akılları ilk soruda kaldı. En baştan elendim mi acaba?
“Yürüttüğünüz projelerde, teslim tarihine sadık kalamadığınız durumlar yaşadınız mı? Bir gün içerisinde aynı anda birçok işi yapmak zorunda kaldığınızda, işlerinizi nasıl organize ettiğinizi bize anlatır mısınız? Biliyorsunuz bizim gibi kurumsal firmalarda iş etiği her şeyin öncesinde gelir. Bu konuda şimdiye kadar karşılaştığınız bir zorluk, düştüğünüz bir hata oldu mu, olduysa nasıl bir çözüm buldunuz?”
Onlar sordukça ben anlatıyorum. Ne anlattığımın farkında değilim, zaten onlar da pek dinliyor gibi görünmüyorlar, not almayı da bıraktılar.
İşte en kritik soru da geldi: Kendimde gördüğüm “gelişmeye açık” noktalar. Aslında o kadar çok ki… Sorgulamayı seven bir insanım ben. Kendimi sevmediğimden değil, aksine sevdiğimden yapıyorum bunu. Örneğin, yeterince girişken değilim. Bir de hislerimi hiç saklayamamam. Oysa iş hayatında yüz ifadeniz ve ses tonunuz en kötü anlarda bile kontrol altında olmalı, biliyorum. Bir iş görüşmesinde bunları söylememem gerektiğini bildiğim gibi.
“Daima mükemmeli arayan bir yapım var, o yüzden üstlendiğim çok küçük bir iş bile kusursuz olana dek uğraşıyorum. Bazen bu huyum, ekip çalışmalarında herkesten çok sorumluluk almama yol açıyor ve beni yıpratabiliyor. Bunun yerine kişileri yaptıkları işi doğru yapmaya yönlendirmeliyim, diye düşünüyorum. Kendimi bu konuda giderek geliştirdiğimi de hissediyorum.”
Bu cümleleri ben mi kurdum? Sanırım beğendiler. Klasik bir başlangıç ama doğru sonuç diye düşünmüş olmalılar.
“Sibel Hanım, evlisiniz. Çocuk düşünüyor musunuz? Biliyorsunuz çalışmaya başlarsak buradaki ilk yıllarınız çok yoğun geçecek. Yani doğum izni gibi durumlar…”
Henüz eşimle bile konuşmamışken, bu konuyu sizinle paylaşacak olmam ne hoş… Peki kendimi böyle hazırlıksız yakalanmış, “evli ve suçlu” hissetmeme neden olan şey nedir şimdi?
“Çocuk mu? Tabii ki düşünmüyorum. İş, benim için hep ilk sırada yer almıştır. Kariyerimi etkileyecek böyle bir karar almama imkân yok!”
Sahi bu insanlar kim? İnsan kaynaklarından mı yoksa başvurduğum bölümden mi olduklarını söylemediler. Beni arayacaklarmış, öyle dediler.
Eve dönerken reklâm panolarında karşıma çıkıyor: “Tüm dünyada bebekler bizim giysilerimizi giyiyor!” Bebeklerin panodan taşan, dünyadan habersiz gülücükleri caddeyi süslüyor. Çalışanlarının çocuk yapmasını istemeyen bir firmanın ürettiği bebek giysileri pazarda ilk sırada yer alıyor. Gülümsüyorum. Gülümsemem, bebeklerinkine hiç benzemiyor.