Bir portakaldan ancak portakal suyu çıkar. İçinden ne ananas suyu, ne elma suyu, ne nar suyu akar; sadece portakal suyu. Niye? Niye mi? Bu soru da sorulur mu diyeceksiniz: O bir portakaldır sadece ve içinde ne varsa, dışarıya onu verecektir. Kendi suyunu…
Hayatta da bizi portakal gibi sıkan anlar var ve bu anlarda içimizde ne varsa dışarıya onu veriyoruz. Eğer içimizde kin, nefret, hoşgörüsüzlük, ayrımcılık vb. gibi negatif duygular dolu ise, bu sıkılma anlarında bunlar çıkıyor bizden. Ama eğer sevgi, şefkat, hoşgörü, kabulleniş vb. gibi duygular da doluysa bunlar taşıyor… Ve emin olalım ki hayat bizi sıkıyor. Özellikle de sıkıyor ki içimizi nelerle doldurduğumuzu görebilelim diye… Her birimiz bir portakal ağacı gibiyiz ve portakallarımız da meyvelerimiz. Meyvelerimizin nelerle dolu olduğunu görüp, eğer bu durumdan mutsuzsak değiştirebilme şansı veriyor bu portakal sıkma günleri bize… Eğer ağacımızın gövdesini sarmışsa hastalık ve meyvelerimizden güzelim, canlandıran, vitamin dolu portakal suyu yerine; zift gibi karanlık, yapış yapış, yok edici… bir sıvı akıyorsa, o zaman hasta olduğumuzu görmemiz lazım… Maalesef bu hastalığı normal bir günde anlamak mümkün olmuyor. Çünkü dışarıdan bakıldığında her şey normalmiş, ağaç sağlıklıymış, meyveler çok güzelmiş gibi duruyor. Ama ne zaman alıp o meyveleri sıkıyorsun veya kesip içini açıyorsun; işte o zaman neyin ne olduğu ortaya çıkıyor…
Bir de meyvelerimizin sıkılma süreci var. Sıkanlara kızıp duruyoruz, niye bunu yapıyorsun diye? Hayatımıza mutlaka “sıkıcılar” sokuyor canım evren… Bu anneniz babanız, çoğunlukla eşiniz, yakın arkadaşınız veya hatta bir ülkenin başkanı bile olabiliyor. Bireysel ve kitlesel olarak sıkılıyoruz portakal gibi ve içimizdeki neyse dışımıza çıkıyor… Negatifse hele bizden akan sıvı, başlıyoruz karşımızdakine saydırmaya, “Bana niye yapıyorsun bunu” diye… Ee be portakal ağacı… Sen bir portakal ağacı olarak doluysan vitamin dolu meyveler, tatlı sulu portakalllar… niye kızıyorsun ki benim meyvelerimi niye sıktın diye evrene ve onun araç olarak kullandığı “sıkıcı” kişilere… Elbette ki olacak bu, meyvelerindeki vitamin başkalarının damarlarına karışacak… Kendini var edeceksin başka bedenlerde… İnsanları ve doğanın diğer canlılarını besleyip, canlandıracaksın elbette… Bundan daha güzel bir şey var mı bu hayatta, başka insanlara karışıp, onların gözlerini daha da parlatmak kadar?
Senden akıyorsa simsiyah zift, akamıyorsa turuncu canlı, sevgi, enerji, mutluluk dolu öz; kızılması gereken kimdir burada? Böyle meyveleri veremeyen sen misin, yoksa seni sıkıp da içinin kof veya zehir dolu olduğunu sana gösteren “sıkıcılar” mı?
İşte hayatının sorumluğunu almak budur; ev sevgili fidanlar, ağaçlar, meyve bahçeleri… Bizleri zorlayan durumları, günleri, olaylar, kişileri suçlayıp durmak; ağacın portakal suyu sıkıcısına kızmasına benzer. Biliyor muyuz ki, bir sıkıcı giderse, mutlaka yenisi gelir. Çünkü bizler meyve ağaçlarıyız, meyveler verip duruyoruz, bunun için geldik bu dünyaya, bizi bu yüzden ektiler toprağa… Köklenelim, dallarımızı salalım, meyvelerimizi verelim, ve dünyayı güzelleştirip, canlandıralım diye… Ama eğer yapamıyorsan sen güzel meyveler vermeyi, o zaman dön de kendine bak be ağaç, ben nerede yanlış yapıyorum diye… Çünkü kızarak, öfkelenerek, başkalarını suçlayarak yapamayacaksın bunu… Hiçbir zaman, hiçbir dünyada, hiçbir alemde…