Hiç düşündünüz mü sevgilinize en son ne zaman mektup yazdınız?

Teknoloji düşmanı birisi değilim, hatta bilgisayarları da severim. Günde en az 8-10 saat başındayım, yani en çok kullananlar listesindeyim. Bilgisayarın hayatıma el atmasından sonra yukarıdaki soruyu kendi adıma sadece “mesaj attım” veya “mail gönderdim” şeklinde yanıtlayabiliyorum.


Aslında son mektubumu “ne zaman”, “kime” yazdığımı dahi hatırlamıyorum. Farkında mısınız, “mektuplaşma” hayatımızdan sessiz sedasız çıkıp gidiyor.  Bunu en çok da  bugünlerde hazırladığımız Yüzyılın Aşkları belgeseli için çalışırken hissediyorum. Orada okuduğum “aşk mektupları” hissettiriyor bunu.

Unuttuğum el yazımı hatırlatıyor hepsi bana. Eksikliğimi onlara dokunarak, hem de mektubun en mahremi olan aşk mektuplarını okuyarak gideriyorum.

Gerçek kahramanların elleriyle yazdıkları sıcak aşk hikayeleri bunlar.

Aşkın en saf halini barındıran kimi mutlu, kimi hüzünlü kimi de vuslat arzusu dolu mektuplar.

 

Eren (Ernestine Leibovici) & Bedri Rahmi Eyüboğlu

Romanyalı ressam Ernestine ile Türk ressam Bedri Rahmi 1930’lu yılların başında Paris’te tanıştı. Onları bir araya getiren şey resme olan tutkularıydı.

Tutkuları büyük bir aşka dönüştü.

Aşklarından geriye sandıklar dolusu mektup ve evlerinin duvarlarına sığmayacak kadar çok resim kaldı. Evlenmeden önce bir süre ayrı yaşamak zorunda kaldılar.

İlk mektup Bedri Rahmi’nin Paris’te bulunan Ernestine’e yazdığı mektup, tarihi 25 Temmuz 1933. 
 

Memişcik,

              Senden köprü üzerinde ayrıldıktan sonra olup bitenleri sana anlatmamı ister miydin? Hayır hayır. Bu anıları atlayalım. Bu anılar çok zor anlardı. Sadece boğazıma sıkışan, beni boğan, nefes aldırmayan bir şeyler olduğunu sana söyleyebilirim. Ayaklarımın üzerinde zor durabiliyordum. Valizlerimin üzerine bitap ve yapayalnız oturakaldım. Saatimin 13.05 olduğunu fark ettim. Benim Bucişim 10 dakikadır, yoktu. Her neyse, yolculuk başladı… Beyaz dalgalarla epey oyalandım. İki sene önce, Trabzon’dan ayrılırken seyrettiğim dalgaları hatırladım. Bu sefer bu dalgalar bana, bana fazla bir şey söylemediler.”

 

Ernestine’in 2 Eylül 1933 tarihli mektubu :

“Concorde” meydanının yanındaki bankoların birinin üzerinde, uzun süre önce bana söylediklerini hatırlıyorum. “Zor günler bizi bekliyor” demiştin. Çok doğruymuş. İşte, sen Türkiye’ye döndün. Ben de Paris’te kalıverdim. Gözlerimden yaşlar fışkırıyor. Ama ne yapayım, onları tutup biriktirmek içimde fırtınalar yaratacak. Sana ne demeliyim? Sana her şeyi söylemek isterdim. Bunları yazınca, boğazım tıkanıyor. Aramızdaki mesafeyi düşünüyorum. Şu hayatın cilvesine nasıl dayanabileceğim bilmiyorum. Hayat, omuzlarıma çok ağır gelmeye başladı. Evet ümitlerle, cesaret verecek bir sürü de neden var ortalıkta, ama sevdiğim insandan, bu kadar uzak ve çaresiz kalmak da inan bana, hiç kolay değil… Sana yemin ederim ki çok zor. Gözlerimi kapayıp, başımı sallamak ve “Bütün bunların hepsi bir rüyaymış” demek isterdim. Fakat bunu bir türlü yapamıyorum. Çünkü, rüyalar çok müphem. Halbuki sen, benim içimde capcanlısın. Seni, ta küçük çocukluğumdan beri hayal etmiştim.

Nonoşum. Aslan Nonoşum.”

 

Nâzım Hikmet & Piraye Altınoğlu

Nâzım – Piraye aşkı 1930’da başladı. 13 yıl mahpuslara kapatıldı. Bir kadına yazılabilecek en güzel mektupları, şiirleri yazdı hapisteyken Nâzım. Pirayeevlatlarıyla kömürsüz kışlar geçirdi onu beklerken.

Piraye sadakatin şiarı, Nâzım tutkunun şairi oldu bu aşkta..
 

“O mavi gözlü bir devdi.
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
                          bahçesinde ebruli
                                          hanımeli 
                                     açan bir ev…”

 
Nâzım Hikmet’in Piraye’ye hapishaneden ilk mektubu :
 

“1 Haziran , 1933

            Hatçem,

            Sağ salim Bursa’ya ulaştık. Rahatımız iyicedir. Mahkemenin ne zaman başlayacağı daha belli değil. Bu da tabii… Çünkü buraya geleli daha 24  saat bile olmadı.

            Aramıza dağlar denizler girdikten sonra hasret ve göreceklik bir kat değil, kat kat arttı. Tez kavuşsak derim. Sen de öyle dersin, bilirim. Ama bakalım hadisat ne der?

            Hapishane penceresinden, yığın yığın yeşillikler arkasından Bursa’nın beyazlıkları ve Keşiş’in dumanlara karışan etekleri görünüyor. Ben seni düşünüyorum. Senin çocukluğun bu yeşillikler arasında, bu kocaman, karlı dağın yamacında geçmiş. Ne tuhaf şey değil mi? senin en güzel günlerinin geçtiği bu gök altında benim şimdi, bir türlü bitmek tükenmek bilmeyen saatlarım uzayıp gidiyor… Her ne hal ise, geç şimdi bunları…

            Hiç olmazsa haftada bir bana mektup göndermeyi unutma! İhmal etme! Kavuşalım derim, kavuşalım tezden…

                                                                                                Nazım Hikmet”

Piraye’nin Nâzım’a yanıtı :
 

“Nazımcığım,.

            Kuzum şekerim, metin ol, hepsi geçer. Ben metin olmaya çalışıyorum. Sen gittiğinden beri ekseri zamanım yatakta geçiyor. Hiç olmazsa temyizi uzatmasalar. Sen artık ümidini kesmişsindir, bilirim. Metin ol. Hiç ümidini kesme. Elbette bir insaflı insan bulunur, belki kavuşuruz. Ne diyeyim, bilemiyorum. Ben üzülmemeye çalışıyorum, sen de öyle yap. Bakalım başımıza daha neler gelecek! Metin olalım. Herkesi kendimize güldürmeyelim. Dostumuz kadar düşmanımız da var. bir şey yapmış olsaydın, bu kadar üzülmezdim. Bir hiç için, bir şey yapmadan yatıyorsun. Kabahatsizsin. Ama kime anlatırsın. İsmin çıkmış bir kere. Ellerinden öperim.”

 

İpek Kumbaracıbaşı & Yüksel Menderes

Başbakan Adnan Menderes’in büyük oğlu Yüksel Menderes babasının 17 Eylül 1961’deki idamının ardından, ailenin üstünden eksik olmayan o darağacının gölgesinde İpek Kumbaracıbaşı ile büyük bir aşk yaşadı.

Öyle bir aşktı ki Türkiye’yi altüst eden bir dönemi kapatan idamların gölgesinde filizlendi, olgunlaştı ve bir yuvaya dönüştü.

Öyle bir aşktı ki sancılı bir dönemin izlerini taşıyan Yüksel Menderes’in intiharının içinde yer buldu.

Menderes ailesinin büyük dramına eklemlenen hüzün ve acı dolu bir aşk öyküsü kaldı geriye..

İlk mektup İpek tarafından Yüksel Menderes’e, Adalet Partisi Aydın milletvekili adayı olarak seçim gezisinde olduğu dönemde yazılmış :


“Hayatım Kocacığım,

        Seni sevdiğimi her gün biraz daha fazla hissediyorum.

       Beni şefkatinden, sevginden, alakandan yoksun bırakma. Bıraktığın zaman kendimi derin bir uçurumun kenarında düşmek üzere görüyorum. Beni canlandıracak ve tekrar hayata bağlıyacak sen ve senin (bazen dışına sızan) sevgindir. Senin küçücük karın İpek”


Son mektup onlar ayrıldıktan sonra, Yüksel Menderes’in ölümünden hemen önce yazdığı :
  

“Yıllar önce beni seven, benim de sevdiğim eşsiz sevgilim… İpeğim… Canım İpeğim…

            Sana bazı günlerimizin hatırası olarak benden kalan biçare buseyi bırakırım. Ne olur eşsiz sevgilim, aşkımızın eseri olan çocuklarımızı sen kabullen. Seni sevdim. Yanından uzak olsam da yine sana yakınım. Gerisi boş. Bir an için var, sonra yokuz. Ne olur kabir acımı paylaş.

            Seni severek sana veda ederim.”
 

Yüksel Menderes mektubunu bitince kahverengi takımını giydi. Kravatını taktı.

Babası  Adnan Menderes’in büyük boy portresini, İpek’le evlilik fotoğraflarının bulunduğu albümü ve yorganını alıp mutfağa taşıdı.

İpek’le evlendikleri gün çekilen fotoğraflarına ve babasının resmine son bir kez baktı.

Sonra yorganı yere serdi, havagazını açtı ve sırt üstü yorgana uzandı…

Öldüğünde tarih 8 Mart 1972’ydi…