Eski Dünya’nın (bizim tanıdığımız ve izini bulduğumuz) ilk uygarlıkları, aşağı yukarı İ.Ö dördüncü binyılın sonlarından itibaren biçimlenmeye başladı: Gelişmiş bir kent yapısı; yerleşik ve sistemli bir tarım etkinliği; derinleşmiş ve çeşitliliği artmış bir toplumsal işbölümü (ki mimari, madenciliğin ilk örnekleri ve genel anlamıyla zanaatların gelişimi sağlamıştır bunu); yazının gelişimiyle büyük bir sıçrama yaşamış “kültürel kimlikler” ve otoritenin merkezinde yer alan, kurumsallaşmaya başlamış bir inanç sistemi, bu uygarlıkların “varoluş harcı”ndaki önemli unsurlardı. Ekonomik yapılanma esas olarak tarımsal üretim üzerinde yükseliyordu ve ticaret hareketlenmeye başlamış olsa bile henüz “yerel” bir etkinlik olmanın pek de ötesine geçebilmiş değildi. Toprak üzerindeki haklar, uygulamada bölgelere göre farklılıklar göstermekle birlikte, tapınak rahiplerinin ve kendisi de Başrahip olan “Kral”ın denetimindeydi ama mülkiyet, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde toprağı işleyene aitti. Tapınaklar ve Krallık, tarım üretiminden büyükçe bir payı kendine ayırmakla birlikte toplumsal yapı içinde sınırları netleşmiş “sosyal sınıflar” oluşumuna sıcak bakmıyordu hiç. Ordu harcamaları ve yerel yönetim giderleri (imar etkinlikleri ve festivaller gibi) toprağı işleyenlerden alınan “katkı” ile karşılanırken, az sayıdaki yönetim görevlisi ve subay dışında, Kral’ın ve rahiplerin iktidarına ortak olacak sınıfsal tabakalaşmalar söz konusu olmuyordu. Bir başka deyişle, bugün ortodoks tarih anlayışının vurguladığı “Köleci Toplum” dinamikleri ufukta bile görülmemişti. Bir “kurum” olarak kölelik, sarayda, tapınaklarda ya da evlerde çalıştırılan hizmetkârların ya da bazen taş ocaklarında çalıştırılan esir alınmış “yaban kabile” üyelerinin ötesine uzanmıyordu; dolayısıyla, ülke halkının bir sınıfsal farklılaşma içinde “köleler ve köle sahipleri” gibi bir ayrışma yaşaması, hele tarımsal üretimin merkezine köle emeğinin yerleşmesi gibi bir durum söz konusu değildi. İşte İ.Ö 3100 dolayında ortaya çıkan Mısır, Sümer, Harappa ve Minos gibi, Eski Dünya’nın başlıca öncü uygarlıkları, böyle bir tablo çiziyorlardı tarihin söz konusu evresinde.
Uygarlık tarihinin bu ilk evresinde, “devletin hegemonya araçları” sanıldığı gibi despotik bir askeri/polisiye örgütlenmeye değil, tapınak rahiplerinin sahip olduğu “gizemli evrensel bilgi”ye ve bu bilginin kitlelere sunuluş biçimi olan “din”lere yaslanıyordu. Rahip, “bilinmeyeni bilen”di; göklerdeki yıldızların hareketini, zamanın akışının ölçülmesini, mevsimlerin dönüşümünü yalnızca o anlar ve o izlerdi. Bunu, “Tanrısal” bir bilgelikle yürüttüğü düşünüldüğü için, tarihin ilk dönemlerinden itibaren rahiplere hem saygı duyulmuş, hem de onlardan korkulmuştu. Tarımı bilen; ekim ve hasat zamanını doğru planlayan; hava durumu ve yağmurlar, nehir taşkınları hakkında “önceden haber veren” bu insanların, toplumsal örgütlenmenin merkezine yerleşmelerine kim itiraz edebilirdi ki? Söyledikleri her şey gerçek çıkıyor; yaptıkları her uyarı doğrulanıyordu. O halde “otorite”, rahibe ait olacaktı. Başlangıçtan itibaren “Kral” dediğimiz yöneticiler, sanılanın aksine “kahraman askerler”den değil, “bilge rahipler”den çıktı. Yönetim kademelerini, daha alt düzeydeki diğer rahipler oluştururken “Kraliyet Sarayı” da, aslında “gözlemevi” işlevi gören ama halka “ritüel merkezi” olarak sunulan tapınaklar olacaktı.
“Egemen Sınıf” genişliyor
Aşağı yukarı bin yıl kadar sonra, İ.Ö ikinci binyılın başlarına gelindiğinde, hemen bütün büyük uygarlıklarda kaçınılmaz yönetsel dönüşümler yaşanmaya başladı: Güvenli kentler ve teknolojik gelişim ölümleri azaltıp ömürleri uzatıyor, dolayısıyla da ciddi bir nüfus artışı ortaya çıkıyordu. Büyük krallıklar, artık eskisi gibi bir “merkez kent” ve onun çevresinde dağınık biçimde bulunup himayesi altında yaşayan birkaç küçük kasabadan oluşmuyordu: Çok sayıda yerleşim yeri ortaya çıkmıştı ve buralarda da hem tarımsal üretim gelişiyor, hem zanaat etkinlikleri çeşitleniyordu. Bu durum, doğal olarak ticareti de hatırı sayılır biçimde hızlandırmış ve ekonomiye göreceli bir canlanma getirmişti. Diğer yandan, ilk büyük uygarlıklar “kendi topraklarını tanıma ve koruma” sürecini çoktan geride bırakmış; etkinlik alanını coğrafi olarak geliştirme düşleri peşinde koşmaya başlamıştı. Artık askeri seferler yakın çevreyle sınırlı kalmıyor, komşu kent-devletleri ya da küçük bağımsız yerleşim birimleri zaptedilerek “fetihler çağı” başlatılıyordu. Savaşı sık yaşanır bir olgu haline getiren bu dönüşüm hem savaş esirlerini köleleştirerek “ekstra bedava emek” sağlıyordu yöneticilere, hem de çevre kent-devletlerin sahip olduğu kaynak ve zenginliklere “ticaret dışı” yöntemlerle sahip olma açgözlülüğüne kapı açıyordu. Bu dönüşüm, büyük imparatorluklarda “hegemonya mekanizmasını” ve devletin temel yapısını ciddi değişimlere zorluyordu: Devlet şemsiyesi altına dahil edilen yeni yerleşim birimlerinde, “yerel yönetim ofisleri” kurma gereği ortaya çıkmıştı ve bu durum, iktidar sahibi Tapınak Rahipleri’ne ek olarak, yeni bir katmanı, “bürokrasi”yi ortaya çıkarıyordu. Diğer yandan askeri seferler nedeniyle komutanların önemi ve ağırlığı artmaya başlıyor; yeni ele geçirilen bölgelerde onlara toprak hediye ediliyor; savaş esirleri de bu toprağı işleyecek kölelere dönüştürülüyordu.
Mısır, Mezopotamya ve Yakındoğu’nun tamamında eşzamanlı olarak başlayan bu dönüşüm, “Köleci Devlet” şablonunun ilk prototiplerini ortaya çıkarmıştı çıkarmasına ama hegemonyanın paylaşılması, yeni yönetsel sorunları da beraberinde getirmişti: Merkezi yönetim hatırı sayılır biçimde zayıflıyor; başkentlere uzak yerlerdeki yerleşimlerin yerel yöneticileri ve bürokrasileri palazlanıp güç kazanıyordu. Çok sayıda farklı “tapınak erbabı” ortaya çıkıyordu imparatorlukların sınırları içinde ve bunlar arasında bir egemenlik yarışı yaşanıyordu.
Mezopotamya’da bu dönüşümün liderlerinden biri, Akat Kralı “Büyük Sargon” olmuştu. Sargon (ya da Akatçadaki söylenişiyle “Şarru-Kin”, yani “adil kral”) kalabalık göç hareketleri sonrasında çözülmeye başlayan Sümer uygarlığının kültürel mirasını almış ve Sami topluluğuna maletmişti; dahası, “yayılmacı” hükümdarların da ilk örneğiydi bölgede ve Akat İmparatorluğu’nu Yakındoğu’nun en etkili gücü haline getirdi. Ne var ki bürokratik genişleme ve bunun sonucunda merkezi yönetimin hem iktidar gücü hem de ekonomik olarak zayıflaması, torunu Naram-Sin‘den itibaren (İ.Ö 2200) bu güçlü devleti de sarsmaya başlayacaktı. Tıpkı bir köpekbalığının yüzmeye devam etmesi için enerji kazanmaya ve bu amaçla yoluna çıkan her canlıyı yutmaya zorunlu olması gibi, Naram-Sin de yeni ortaya çıkan “emperyal devlet”in varlığını korumak ve artan masraflarını karşılayacak ekonomik güce ulaşmak için “savaş ve fetih hareketlerini süreklileştirmek” durumunda olduğunu ilk fark eden hükümdarlardandı. Suriye’ye dek çıktı, Ebla kentini ele geçirip yağmaladı ve kendine bağladı; ardından Kenan dolaylarına yürüdü, önüne çıkan her yerleşim birimini yuttu. Ama bütün bunlar, büyüdükçe hantallaşan imparatorluğun çürümesini engellemeye yetmedi. Artık Başrahip-Kral ve tapınak ileri gelenlerinden oluşan basit bir iktidar çekirdeği değil, yerel yöneticileri, bürokrasisi ve askeri/polisiye gücüyle çok daha genişlemiş bir “egemen sınıf” söz konusuydu ve “iktidar nimetleri” bu sınıfın her kademesini doyuracak biçimde yeniden düzenlenmeliydi. Ama nasıl?
Yasalar, reformlar, dönüşümler
Benzeri sorunları Mısır da çok ciddi biçimde yaşıyordu. Eski Krallık döneminin sonlarına doğru (aşağı yukarı İ.Ö 2200 sonrası) Aşağı ve Yukarı Mısır bölgeleriyle sınırlı kalmayıp doğuda Sina’yı, batıda Libya çöllerini ve güneyde Nubya’yı da içine alacak biçimde büyüyen ülkede hem etnik yapı çeşitlenmiş, hem de farklı rahip gelenekleri arasında sürtüşmeler yaşanmaya başlamıştı. Dahası, yaygınlaştırılmış iktidar mekanizmalarının palazlandırdığı yönetim bürokrasisi, “Büyük Ev”in (“Pero” – Firavun) ekonomik anlamda giderek daha fazla sıkıntı yaşamasına neden oluyordu. Zenginleşen ve nüfuzlarını artıran bürokratların keyfi uygulamaları, Orta Krallık’tan itibaren tıpkı Mezopotamya’da olduğu gibi Mısır’da da yeni ve heterojen bir “egemen sınıf”ın tanımlanması gereğini ortaya koyuyordu. Savaş ve fetih politikalarının süreklileştirilmesiyle oluşturulmaya başlayan “köleler ordusu” tarım alanlarında kullanılarak zenginlik artırılmak istendi. Ancak yerel halklar, olan bitenden tedirgin olmaya başlamış; imparatorlukların etki alanları içindeki kentlerde kaos ve huzursuzluklar yaşanmaya başlamıştı.
Aşağı yukarı İ.Ö 18. yüzyıl başlarında, Akat İmparatoru Hammurabi, “tanımlanmış sosyal roller”i de içeren ünlü yasalar sistemiyle yeni dönemin yaşama ve yönetme koşullarını belirleme çabasını başlattı. Aslında Hammurabi’nin yasaları bir hukuk sisteminden çok, eski dönem gelenekleri ve alışkanlıkları uzantısında, uyulması gereken bir “ilahi ve ahlaki” kurallar bütününü tanımlıyordu ve yaptırım gücü de çok tartışılacak durumdaydı. Ama yine de, bu öncülük Mısır’da da izlendi ve “yerleşik yerel halkı rahatsız etmeyecek”, savaş tutsakları ve fethedilen bölgelerin esir alınmış köylüleri üzerine kurulu bir “köleci devlet” anlayışını biçimlendirmeye başladı. Hükümdarın “kendi halkı” asla köle olmayacaktı; ama yönetici sınıfın artan ekonomik gereksinimlerini karşılamak üzere kölelik, tutsaklar aracılığıyla kurumsallaştırılacaktı.
Bu politika, yüz yıl kadar hem Babil’de, hem de Mısır’da şiddetle uygulandı. Ne var ki, merkezi krallıkların zayıflayışı engellenemedi. Diğer yandan, katmanları çeşitlenen yalnızca egemen sınıf da değildi: Ekonomik dengesizlik ve eşitsizlikler, “sade vatandaş”ı da ciddi biçimde yoksullaştırmaya başlamış, endişe ve homurdanmalar artmıştı. Yavaş yavaş isyanlar, iç karışıklıklar ufukta belirmeye başlıyordu ama imparatorluklar hâlâ güçlüydü ve büyüyen askeri/polisiye mekanizmalarıyla, despotça yöntemler kullanarak denetimi elde tutmayı sürdürüyordu hükümdarlar. Ta ki, o “meş’um” güne kadar…
Eski Dünya sallanıyor
İ.Ö 1649’da, Doğu Akdeniz’de başlayan bir deprem dalgası, bütün dünyayı hatırı sayılır biçimde sarstı. Ege’de, güçlü Minos Krallığı’nın görkemli kenti Akrotiri yerle bir oldu; Girit ve Kıbrıs defalarca sallandı; tsunamiler Lübnan dolaylarındaki Byblos’tan, Mısır’ın delta çıkışındaki yerleşimlerine dek bütün Akdeniz kıyılarını vurdu. Art arda gelen depremlerin şoku tam atlatılır gibi olmuştu ki, bu kez Ege’de Thera Yanardağı, dehşet verici biçimde faaliyete geçti. İnsanlık tarihinin bu en büyük volkanik patlamasında, İtalya’dan Karadeniz kıyılarına, Mısır’dan İran’a dek çok büyük bir bölge, karanlığa gömüldü: Binlerce metre yukarı püsküren kül ve duman, gökyüzünü tümüyle kaplamıştı çünkü. Gündüzleri güneş, geceleriyse ay ve yıldızlar görünmedi uzun süre. Nehirlere yağan kül ve sülfür atıkları, suları tıpkı efsanelerde anlatıldığı gibi “kan gibi kırmızı” yaptı, zehirledi. Hayvanlar öldüler, tarım alanları ve tarlalar ışıksızlıktan çürüdü, daha da kötüsü, iklimde “volkanik kış” denen değişim yaşandı ve “yaz sabahlarında don olayı” görüldü.
Bu büyük felaketler zinciri, yalnızca can kaybı ve ekonomik çöküntüye yol açmakla kalmamış, halkların üzerinde de “psikolojik çöküntü” yaratmıştı. Merkezi krallıklar tümüyle çöktü, ordular dağılmaya, yöneticiler daha güvenli buldukları yerlere kaçmaya başladılar. Tam bir “kaos” görüntüsü egemen olmuştu eski dünyanın görkemli uygarlıklarına. Ve bu kaos, tarihin en büyük “kırılma noktası”nı oluşturdu. Güçsüz düşen imparatorluklar, o güne dek sınırlardan içeri sokulmayan göçebe çapulcu kabilelerin yağma ve talanlarına uğradı; hanedanlar ve eski dönemin egemen sınıfı tam bir hezimeti yaşadı. Sözgelimi Mısır’da, otorite boşluğunu fırsat bilen ve zaten yönetimden hoşnut olmayan yoksul kitleler, yağmacılar işlerini bitirip gittikten sonra krallığa “el koydular”. Tarihçilerin “Hiksos Devri” olarak andıkları bu dönemin, Mısır’ın işgalcilerce ele geçirilmesine değil, bir ihtilal sonucu “varoş insanları”nın tahta el koymasına sahne olduğunu, “2012: Marduk’la Randevu”da uzun uzun anlatmıştım. Babil, aynı günlerde kuzeyden gelen göçebe Hint-Avrupalı kavimlerin saldırılarına direnemeden çökmüş; doğal afetler zinciri Minos Krallığı’nın sonunu getirmiş ve İndüs kıyısındaki Harappa kentleri yerle bir olunca, kuzeybatılı barbar kavimler Hindistan’ın batı ve kuzey bölgelerine egemen olmuştu.
Yaşanan, gerçek bir “kırılma noktası”ydı ve eski düzenin başarısız hanedanları, olan bitenden ders çıkarmayı iyi bildiler: Zayıf düşmemek gerekiyordu, bu bir. Savaş, haraç ve fetih politikası sonuna dek götürülmeli ve süreklileştirilmeliydi, bu iki. Ve hepsinden önemlisi, egemen sınıflar “kendi halkları”na uygulamadıkları baskı ve şiddete dayalı köleleştirmeyi, bundan böyle sistematik biçimde yaygınlaştırmalıydı, bu üç. Çünkü, nüfus artmıştı ve “cahil kitleler” kontrol edilemez hale gelmişti. Buldukları ilk fırsatta hükümdarlarına “ihanet” etmeye hazır, yönetimi eline geçirmeye istekli bu kitle, bundan böyle “zapturapt” altında tutulacaktı. “Köleci Devlet” şimdi tam anlamıyla örgütleniyor ve uygarlık tarihinin seyrini sürekli bir “sınıf savaşımları” rotasına sokuyordu. İ.Ö 1550’den sonra kendine gelen eskinin büyükleri, despotizmin en kanlı görüntülerini uyguladılar. Halklar köleleştirildi, egemen sınıfın hegemonya mekanizmaları arasında “din” en ağırlıklı unsur olarak kullanılmaya başladı ve yasa sistemlerinin elden geçirilmesiyle devletin reorganizasyonu tamamlandı. İşte o kritik dönemde, o büyük facialar zincirinden sonra olanlar ve alınan kararlar, uygarlık tarihinin bugün vardığı noktanın da belirleyicisi olacaktı.
Yeni “randevu”ya doğru
Şimdi, aradan 3650 yıl geçti ve yeni bir “küresel afetler zinciri” ufukta. Çünkü, “Onuncu Gezegen Marduk”, bir kez daha yapacak yakın geçişini. Bugünün egemenleriyse, yeni bir “kırılma noktası”nın iktidarlarını sarsıp, uygarlık tarihinin gidişatını bir kez daha değiştirmesini hiç mi hiç istemiyorlar. Bunun için telaşlılar, bunun için “aceleleri var”.
Marduk yaklaşıyor; dünyanın “Elit” egemenleriyse, süreklileştirilmiş savaş stratejileriyle dünyada “kaos merkezi” olma potansiyeline sahip (aynı zamanda kritik enerji kaynaklarını da elinde tutan) bölgelere yönelik kapsamlı askeri operasyonlar düzenliyorlar. Tüm bunlar ne için, bir kez daha hatırlayalım: Sayıları yüz bini bulmayan “elit azınlık” üyeleri yüzme havuzlu villalarında viskilerini yudumlayabilsinler; karıları limuzin ya da cipleriyle lüks mağazalardan alışveriş edebilsin; çocukları pahalı okullarda okuyup kayak merkezlerinde tatil yapabilsin diye. Peki ne pahasına? Dünya nüfusunun beşte dördünün ciddi yoksulluğu, dörtte birinin açlık sınırında yaşaması, her yıl milyonlarca çocuğun bakımsızlık ve salgın hastalıklardan ölmesi pahasına. Sefil, zavallı bir açgözlülük; aşağılık bir egoizm ve hırs adına, kökleri 3650 yıl önceye dayanan bu “yanlış uygarlık” inatla ve ısrarla korunmaya çalışılıyor. 2012 yılının son aylarındaysa, bütün bu kokuşmuş sistemleri, “borsa” denen tapınakları, “marka” denen totemleri, “marketing” denen amentüleri zangır zangır sallanacak halbuki. Bunu biliyor ve korkuyorlar; korktuça da daha çok saldırganlaşıyorlar, soysuzlaşıyorlar. Bakalım bu korkularının “ecele” bir faydası olacak mı?