Görece hayli yakın zamanlara dek, insan uygarlığının erken evreleriyle ilgili anlayışımız, şehirleşmenin dördüncü binyıl sonlarındaki Sumer ve Mısır kent-devletleriyle başladığı görüşü üzerine kurulu, genel kabul gören bir modelle sınırlıydı. 1900’lerin başlarında birçok saygın bilim adamı, Eridu, Nippur ve Ur’un “kent” olarak adlandırılabilecek ilk insan yerleşimleri olduğuna ve bunları Nil Vadisi boyunca dizilen Memphis, Thebes, Heliopolis gibi kentlerin izlediğine inanıyordu. Bu büyük kadim uygarlıkların öncesine ait tüm sosyal örgütlenmeler, üzerinde “tarih öncesi” yazan büyük bir kutunun içine yerleştirilmişti.
O halde tarih, neydi; ya da meseleyi doğru biçimde ortaya koyarsak, tarih ve “tarih öncesi” arasındaki ince çizgiyi hangi ölçüt belirliyordu? Yerleşmiş düşünceye göre ana kriter, insan aklının en etkileyici ürününün, yani yazının geliştirilmesi ve yoğun biçimde kullanılmaya başlamasıydı. Arkeologların o dönemde bulabildikleri en eski yazı örnekleri Güney Mezopotamya’nın Sümerlerine aitti ve Mısır’daki çağdaşları neredeyse aynı zamanlarda o büyüleyici Medu-Neter’i ya da Helenlerin verdiği adla “hiyeroglifleri” geliştirerek, onları izlemişti.
Bu nedenle, Sümeroloji uzmanı Samuel Noah Kramer, Mezopotamyalıları çok önemli icatlarla taçlandıran ünlü kitabına “Tarih Sümer’de Başlar” adını vermişti. Kramer’i Sümerlerin modern insan uygarlığının öncüsü olduklarını düşünmeye yönlendiren şey, yalnızca hecelere dayalı bu yazı sisteminin dahice tasarlanması değildi; tarihin kozmogoni ve kozmolojiden ilk eğitim sistemine ve ilk yasal düzenlemelere dek birçok konudaki “ilk”lerini bu halka mal etmişti kitabında. Dolayısıyla onun düşüncesine göre “verimli hilal”in en güney uçlarında yer alan topraklar, tarihin başladığı yerlerdi.
Sümer ve Mısır uygarlıklarının öncesinde kurulan tüm insan yerleşimleri (yazıyı icat edemedikleri için) tarih öncesine aitti ve bunlar yetenekli, çalışkan ama bir biçimde “ilkel” çiftçi kabilelere ev sahipliği yapan basit tarım köylerinden ibaretti. Kapsamlı bir kozmoloji ve kozmogoni anlayışı ancak yüksek soyutlama düzeyi ve gelişmiş bir sembolizme sahip toplumlarda ortaya çıkabilirdi ki, pre-neolitik dönemin bu niteliklerden yoksun insanları, yalnızca, doğanın bilinmeyen güçlerinden duyulan korku ve boş inançlar üzerine kurulu basit bir “totemizm” geliştirebilmişlerdi.
Derken, 1960’ların başında, Sümer ve Mısır’dan daha eskilere ait dönemlerin insanlarıyla ilgili görüşlerimizi güçlü biçimde etkileyebilecek bir şey oldu: Ünlü bir İngiliz arkeoloğu, James Mellaart, Orta Anadolu’da etkileyici “kentleşmesi” ve üst düzey sosyal örgütlenmesiyle bilim çevrelerini şaşkınlığa düşüren, geniş bir neolitik yerleşimin kalıntılarını çıkarmıştı ortaya. Konya’nın Çumra ilçesi yakınlarındaki bu yerleşimin adı, Çatalhöyük’tü. Sürmekte olan kazılardan gelen verilerin ışığında yapılan ilk araştırmanın ardından, Çatalhöyük yaklaşık olarak İ.Ö. 7500-5700 arasına tarihlendi ki bu, yerleşimin Sümer kentlerinden en az dört bin yıl daha eski olması demekti.
Eskiliğinin ötesinde site, o güne dek keşfedilen neolitik kentler içinde en iyi korunmuş olanıydı. Ama Mellaart’ı en çok etkileyen şey ne bu neolitik kentin nüfus yoğunluğu (10,000 dolayında insanı barındırdığı tahmin ediliyor) ne de yayıldığı geniş alan olmuştu. Çatalhöyük’ün büyüleyici yanı, şaşırtıcı derecede gelişmiş duvar resimleri ve yerleşimi inşa eden gizemli insanların “kültürleri”ni yansıtan çok sayıdaki figürinlerde saklıydı.
Mellaart’ın “Çatalhöyük kültürü”nün belirleyici unsurlarını spiritüel karakteriyle birlikte keşfetmesi, fazla zamanını almayacaktı. Yerleşimin birçok bölümünde gün ışığına çıkarılan, birbirine benzer görünümdeki çok sayıda figürin, zaman içinde buranın sakinlerinin doğum, ölüm ve evrenin temel ilkeleriyle ilgili düşünceleri hakkında kapsamlı bir fikir vermeye başlayacaktı. Aralarında şu ünlü “oturan- doğuran kadın” heykelciğinin de bulunduğu söz konusu figürinler, “kült objesi” olabilecek her tür diğer bulguyu gölgede bırakarak, belirgin bir dişil ilahi güç çevresinde oluşmuş bir dünya görüşünü ortaya koyuyordu. “Kutsal odalar”ın iç duvarlarındaki betimlemeler, “yaşamın yenilenmesi” ve bitmeyen doğum-ölüm-yeniden doğum döngüleriyle bağlantılı, hamilelik ve “rahim”i evrenin yaşam veren kaynağı olarak işaret eden spiritüel kavramlar üzerine yoğunlaşmış gibi görünüyordu. Çatalhöyük insanları, bugün “Ana Tanrıça Kültü” dediğimiz inanç sistemini ilk geliştirenlerden biriydi.
Çoğu bilim adamı altmışlı yıllardan itibaren Mellaart’ın çalışmalarını izleyerek, yalnızca Çatalhöyük’te değil, Anadolu, Kuzey Mezopotamya ve hatta batıda Balkanlar ve Doğu Avrupa’ya dek uzanan geniş alanda ortaya çıkmış pre-neolitik yerleşimlerdeki tanrıça kültünün genel karakteristikleri üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Artık tarihçilerin önündeki masanın üzerinde, bazı temel ilkeleriyle birlikte eşsiz bir evren anlayışına sahip bir kültür yer almaktaydı. Söz konusu önemli bilim insanları arasında, yetmişlerin sonlarında atalarımızın spiritüel yaşamlarına ışık tutan yoğun araştırmaların öncüsü olmuş, ünlü Litvanyalı arkeolog Marija Gimbutas’ın adını mutlaka belirtmemiz gerekiyor.
Bunca az ipucuyla, parçaları dört bir yana dağılmış bir büyük bulmacayı çözmek hiç de kolay altından kalkılır bir iş değildi; ama Gimbutas ve meslektaşları, erken neolitik ile Bronz Çağı arasındaki boşluğu doldurmak için çalışan tarih öncesi uzmanlarının yoğun çabalarına katkıda bulunabileceğiumudu veren bu karmaşık resmi çözme çalışmalarına, bir noktadan başlamak zorunda olduklarını biliyorlardı. Yapılacak ilk iş, bazıları bizzat Gimbutas tarafından yapılan çok sayıda kazıda ortaya çıkarılmış devasa boyutlardaki veriyi elden geçirip, kategorize etmekti. Gimbutas Balkanlar ve Yunanistan’dan Ege Adaları’na ve Anadolu’ya dek uzanan bir coğrafyada onyıllar boyunca çalışmıştı ve bu yoğun emek ona, “Tanrıça’nın Dili”, “Tanrıça’nın Uygarlığı” ve “Yaşayan Tanrıçalar” gibi anıtsal önem taşıyan kitaplarında kullanabileceği değerli malzeme birikimini sağlamıştı.
Gimbutas’ın çalışmalarının sağladığı değerli katkıyla birlikte ortaya çıkmaya başlayan resim, binlerce yıl önce neolitik düşünürlerce geliştirilip kullanılan sembolojinin karanlıktaki bölümlerine ışık tutarak tarih öncesi dönemlere ilişkin düşünce ve anlayışımızdaki boşlukları doldurmaya yardımcı oldu. Bu, insan tarihin en eski kozmoloji ve inancını yeniden ortaya çıkarmak demekti; daha azı değil.
Ana Tanrıça ya da daha doğru olarak Gimbutas’ın ortaya koyduğu biçimiyle “Evrensel Tanrıça”, günümüzden yaklaşık on bin yıl öncesinde Eski Dünya’da yeşermeye başlayan neolitik köylerin insanlarına göre, her şeyin kaynağıydı. O, evrenin özüydü; yaşamı oluşturan ve koruyandı. Doğanın kendini yenilemesi aracılığıyla bütün sistemin sürekli olarak evrilmesini sağlayandı. O, “bir ve tek”ti ama heterojen bir evrenin değişik güçlerinin manifestosu niteliği taşıyan farklı görünümleri içinde barındırıyordu; dolayısıyla bu karmaşık sistemi bir bütün halinde birleştiren o görünümlerin her birini vurgulayan, farklı lakapları vardı. Bununla birlikte, karışık, sezilmesi zor ve fiziksel evrenin özünden ayrı tutulan “soyut” bir varlık da değildi: Görünen ve görünmeyen tüm bileşenleriyle, evrenin ta kendisiydi o; ne daha azı, ne de daha fazlası.
Doğu Avrupa, Balkanlar, Ege Adaları ve Anadolu’daki erken neolitik toplumlar üzerine yapılan çalışmalar, bunların sosyal organizasyonlarıyla ilgili de oldukça değerli ipuçları sağladı. Eski yerleşimlerdeki düzen yalnızca cinsiyetler arası mutlak eşitliği içermekle kalmıyor, dişil nitelikleri de yüceltiyordu – bu, Gimbutas’ın “matrist” ya da “matrifocal” (anne merkezli) adını verdiği ve spiritüel yaşamın liderliğini kadınların üstlendiği bir düzendi. En dikkat çeken nokta, bu erken toplumların kesinlikle barışçı bir karaktere sahip olmalarıydı: Savaşın, silah üretiminin ya da düzenli bir “savaşçı yetiştirme” sisteminin varlığına ilişkin en küçük bir iz bile bulunamamıştı kazılarda. Mutlak bir eşitlik içinde birlikte çalışıyor, üretiyor, hasat yapıyor ve ortaklaşa paylaşıyorlardı.
“Tanrıça Halkı”nın barışçıl yaşamı, kritik bir kırılma noktasının ortaya çıkmasına dek, binlerce yıl sürdü: Asya’nın orta ve kuzey bölgelerindeki steplerden gelen yeni ve yabancı halklar, ülkelerini ve topraklarını işgal etmeye başlamıştı. Bu yeni göçmenlerin metal silahları vardı, ata binmeyi biliyorlardı ve güçlü savaşçı niteliklere sahiptiler. Kendileri de benzer bir savaşçı birlik sistemi oluşturup aynı yöntemlerle direnmediği sürece, neolitik kentlerin naif insanlarının bu bitmek bilmez akın ve işgallere fazla dayanabilmeleri mümkün değildi; dolayısıyla bilinen dünyanın görünümü, şiddet yanlısı, erkek-egemen değerlerin lehine, hızla değişmeye başlayacaktı artık. Bu aynı zamanda, seven, koruyan, şefkatli Ana Tanrıça’nın barışçı egemenliğinin de sonuydu; gazap dolu, kıskanç, cezalandırıcı eril tanrılar, onun yerini almak üzere sahnede beliriyorlardı.
“Tarih çağları” adıyla andığımız son beş bin yıl, kültürümüze her anlamda ağırlığını koyan ve elbette kadınların sosyal statüsünü düşürürken tanrıçanın rolünü de buna paralel olarak arkaya itmekle işe başlayan “ataerkilliğin”, ürkütücü hikâyesine sahne oldu. Tanrıça Kültü birdenbire ortadan yok olmadı tabii; hatta aslına bakılırsa teslim olmadan önce yüzyıllar boyunca yeni duruma direndi. Bronz Çağı’nın “çoktanrılılık” olarak adlandırılan inanç sisteminin içinde tanrıça figürleri de bulunuyordu ama bunların statüleri eril baştanrıya “yardımcı”, “anne” ya da “eş” olmaya indirgenmişti. İ.S. dördüncü yüzyılda Roma İmparatorluğu erkek-egemen tektanrıcılığı kabul ettiğinde, “tanrıça kültü”nün sonu da ufukta belirmişti artık.
Şimdi, aradan neredeyse 1500 yıl geçtikten sonra, modern dünyanın çocukları ya da daha gerçekçi olmak gerekirse onların küçük bir bölümü, tanrıçayı ve “yaşam veren, yaşamı koruyan nitelikleriyle” evrensel dişil enerjiyi yeniden keşfeder görünüyor. Bunlar, yeni milenyumun ikinci on yılına girdiğimiz şu dönemde, dünyaya “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” altın ilkelerini yeniden getirecek bir çağa doğru atılmış ilk adımlar olabilir mi? Bir şey söylemek için henüz çok erken ama en azından elimizde iyimser olmamızı sağlayacak bir şeyler var.
İlk Yayın: (The Wise – Sayı 2)