Tembel değilim ben. Ama bazen kendime de öyle göründüğüme göre herhalde dışarıdan tembel görünüyorum. Çok uyumam, kahveci Cengiz’in her karşılaşmamızda tekrarlanan ısrarlı davetlerine rağmen kahveye gitmem, boş oturmayı sevmem, televizyon karşısında pineklemem, bilgisayarı oyun oynamak için, interneti eğlenmek ya da “sosyalleşmek” (kibarcası buymuş) için kullanmam… Hep bir şeylerle uğraşırım, ama ortaya çok az “sonuç” çıkar. Bunun sanırım en önemli nedenini bugün fark ettim. Tamam, şu aralar kötü günler geçiriyorum, yıllardan sonra geçici olarak bir buçuk ay sigara bile içtim teselli olsun diye; ama yine boş durmuyorum ki. Durmuyorum da, niye yapmam gereken yığınla birikmiş iş dururken, hatta daha öncelikli kitap projelerim de varken ben kim bilir ne zaman yazmaya başlayacağım müstakbel ve hatta muhayyel bir kitabıma malzeme depolamak için yarım günümü harcadım bugün? Mühürlenmiş gibi aylardır bir kere açmadığım binlerce klasör bilgisayarımda mahzun mahzun beklerken, onlara belki yıllarca açmayacağım bir yenisini neden ekledim? Belki “gizli tembellik” diye de bir şey var…

Bugünkü “bila fasıla, gayrı hâsıla” çalışma ya da tembellik konum, son Bizans İmparatoru Konstantin Dragazes idi. Google’ın kılavuzluğunda, bu adla ulaştığım Türkçe sayfalardan ve Constantine XI Palaeologos adıyla ulaştığım İngilizce sayfalardan “bir gün mutlaka” işime yarayacak olanları derleyip toplayıp yığdım bir kenara. Artık günün birinde açılmayı bekleyen bir klasörüm daha var, başım göğe erdi sayılır. Bu ne serseri bir merak, bu ne başıboş bir tecessüstür Allah’ım, sen bana akıl ver…

Vasiyetim olsun, geride sadece derKi sayfalarında beş on yazı bırakarak yakın gelecekte mortoyu çekersem, projelerimi ve bunlar için topladığım malzemeleri bir CD’ye kaydedip elime tutuşturarak gömsünler beni…

*****************

 

Bir arkadaşımla ilgili olduğu için sayfalardan birinin bir kopyasını da masaüstüne aldım. 2001 yılında gerçekleşen 23. Uluslararası Kazı, Araştırma ve Arkeometri Sempozyumu ile ilgili bir haber bu. Ben kodesteyim. ODTÜ Felsefe bölümünden arkadaşım Erkut Arcak’ın Beşiktaş’taki Askeri Deniz Müzesi’nde 36 sultan kayığı ile birlikte sergilenen kürekli kadırganın bilinmeyenleri ile ilgili bulgularını aktardığı “Sultan’ın Kadırgası” başlıklı bildirisi birden fazla gazetede haber olmuş. Ben Hürriyet gazetesindekini seçip kaydettim. Erkut Belçikalı bir arkeologun üzerindeki ejderha figürlerinden yola çıkarak mezkûr kadırganın benim bugünkü zaman hırsızım Dragazes’e ait olduğu ve ondan Fatih Sultan Mehmet’e geçtiğine ilişkin kayda değer iddialarına da değindiği için bu habere de ulaşmışım Google’dan. Bugünkü gizli tembelliğimin tek bir tesellisi olacaksa, benim tam aksime bir başarı timsali olan arkadaşım Erkut hakkında hep “bir gün” yazmayı düşündüğüm yazı için vesile yaratması olacak…

Haberin tarihine baktım: 3 Haziran 2001… Omuzlarım çöktü. Hüznüm kedere dönüşüp mevcut kederime eklendi. Gözlerim doldu, bakışlarımın çakılı kaldığı 3 Haziran 2001 yazısı bulanıklaştı. “görünmez bir mezarlıktır zaman / şairler dolaşır saf saf tenhalarında şiir söyleyerek” diyen Attila İlhan dizeleri geldi aklıma. Hapiste olmanın avantajını kullanarak o gün neredeydim acaba sorusunun cevabını ezberden verebiliyorum: Afyon’da, koğuştaydım! Daha doğrusu, resmiyette “revir koğuşu” diye geçse de, tek başıma kaldığım odamdaydım. Kardeşimin ölümünden altı, eşimin terk edişinden daha az ay sonrasına denk geldiği için ne halde olduğumu da tahmin etmem zor değil. Bunları da düşündüm. Hem 3 Haziran tanıdık bir tarih: Nazım’ın ölüm günü. Ama kederlenmemin sebebi bunlar da değil. Kardeşim, Nazım derken, ölümle ne kadar iç içeyiz aslında. Hakikaten görünmez bir mezarlığın içindeyiz hep(imiz). Ben de… Bugün de… Şu anda da…

*****************

Felsefe bölümünden arkadaşımın kayıkla kadırgayla ne ilgisi olabileceği aklınıza takılmıştır. Bu Erkut evet ODTÜ’de felsefe okuyordu, ama asıl sevdası sualtı araştırmalarıydı, denizdi. ODTÜ’nün benim görmeye bile zahmet etmediğim bir gölü vardı, adını unuttum şimdi, orada eğitim yaparlardı. Herhalde sevdiği şeylerle uğraşıyor olmanın verdiği dinamizmle koşturup dururdu Erkut Arcak. “Sen bu azimle Ankara’ya deniz de getirirsin Erkut” diye takılırdım. O yıllarda benim politik olmayan neredeyse hiçbir konuyla ilgim olmadığı, kendisinin de politik konularla pek ilgisi bulunmadığı için çok paylaşımımız olmadı. Ama severdi beni. Ben de onu. İlgisi, eğilimi vardı sola; belki sadece beni sevmekten onu alıkoymayacak kadar bile olsa. İçeride yattığım yıllarda gözlerimi kapatıp ODTÜ’nün ağaçlarını, ağaçların yapraklarını “görmeye” çalışırken karşıma çıkan az sayıda yüzden biri olurdu Erkut. Hep omzunda sporcu çantasıyla bir yerlere koştururken…

Amatör ligdeki futbolculuğu yanında denizsiz Ankara’nın ODTÜ’sündeki Sualtı Topluluğu’nun kurucularındandı. Başkanı da oldu. Daha sonra ulusal çaptaki Sualtı Derneği’nin de kurucularından olmuş. “Normal”liğe azıcık taviz versem benim de bitirmem gereken yılda, 1995’te mezun olmuş bölümden. Bilkent Üniversitesi’nin Arkeoloji ve Sanat Tarihi bölümünde yüksek lisansa başlamış. Bu arada ODTÜ’deki yıllarında kendi oluşturduğu bir gemi enkazı araştırma grubuyla okul dışı zamanlarında Akdeniz’de İskenderun açıklarında, Karadeniz’de Sinop önlerinde, Ege’de Çeşme’de çalışmalar yapmışlar. 1995 yazında ise Marmaris yakınlarındaki Bozburun’da, sonradan burslu doktora öğrencisi olacağı Texas A&M Üniversitesi (TAMU) Deniz Arkeolojisi Enstitüsü ile çalışmaya başlamış. Sonraki üç yıla bunca faaliyete ek olarak kendi dalış okulunu yönetmeyi ve birçok dalgıca sertifika vermeyi de sığdırmış.

Sevgili Erkut’un sualtı, felsefe, arkeoloji ve futbol ile dolu dolu geçirdiği ODTÜ yıllarında aynı ODTÜ’yü bir “büyük anlatı”nın peşinde ben de “dolu dolu” yaşadım! Bir dönem bizim örgüt oradaki en güçlü sol yapı haline geldi. Zaten benim yeniden sınava girip ODTÜ’ye gelişim de bunu amaçlayan bir örgüt kararı gereğiydi. En büyük katkı benim değildi, çünkü koşturanlar vardı, ben konumum gereği daha ziyade oturuyordum; ama işte, benim de en büyük olmayan katkımla, gücümüzü tek alana yoğunlaştırma kararımız hedefine ulaştı. Ben kâğıt üzerinde aranıyor göründüğüm için ortalarda görünmedim; gazetelerin çok sevdiği şu “perde gerisindeki” kimseler pozisyonunda, ODTÜ’deki öğrenci hareketinde etkinliğim oldu. Ayrıca kampüs içindeki bankamatiğe para getiren zırhlı araç soyulabilir mi; stadyumun tribünlerine ‘68’lerde yazılan, daha doğrusu “kazılan” ve uzaktan hâlâ okunabilen DEVRİM yazısını bir gece yanıcı bir madde ile canlandırsak mı (1980 sonrası ilk kez); mücadelemizi teknolojik gelişmelere uydurmak için hangi bölümde, hangi binada “kamulaştırabileceğimiz” neler var gibi son derece “felsefî” sorularla ilgilendim. Ülke ya da ODTÜ gündemine gelen sorunların yanı sıra dünya devrimler tarihi ile Türkiye devrimci mücadele tarihindeki “belirli gün ve haftalar”da da günün anlam ve önemine ilişkin bildiri, pankart, afiş, pul, kuş vb gibi hazırlama işleri ile ilgilendim.

İlk aklıma gelenleri saydım, bari bazılarının sonuçlarını da söyleyeyim de eli telefona giden bir “sayın muhbir vatandaş” varsa boşa kontör harcamasın: Kampüs içinde 1980 sonrasının Ankara’daki ilk sansasyonel ve para miktarı en fazla soygununu gerçekleştirenler soygundan altı ay sonra, benden bir yıl önce yakalandı. Müebbet aldılar. Ben bana getirildiği söylenen soygun parasını üç hafta sonra İstanbul’a götürüp örgüt liderine teslim etmekten de yargılanıp ceza aldım. On-on beş kişilik bir grup aysız bir gecede (galiba Deniz’lerin idam ediliş yıldönümüydü) koyu renk giysiler giymiş olarak gizlice stada girip stadyumdaki “devrim” yazısını bir kimyasal madde ile alevlendirdi. Ama bu tarihî eylemi ölümsüzleştirmek için fotoğraf çekmekle görevli salak filmleri banyo ederken yaktığı için örgüt dergisi yurtlardan olayı izleyenler arasındaki bir öğrencinin çektiği bulanık bir fotoğrafla yetinmek zorunda kaldı. ODTÜ’den halk adına el koyarak devrimin hizmetine soktuğumuz bilgisayarlardan biri benim terk ettiğim evde “ele geçirildi.” Bir teki bile örgüt üyeliğine kanıt sayıldığı için bazen “duvara yazı yazdığı için on yıl yatacak” haberlerine konu olabilen diğer saydıklarım ise benim dosyamda “…ve sair faaliyetler” olarak yer bulabildi. Velhasıl, Erkut’unkine hiç benzemese de, benim ODTÜ yıllarım da dolu dolu geçti. Silahlı eylemim yoktu. Yöneticilikten yargılandım, üyelikten ceza aldım, on yıl yattım.

Mayıs 2003’te hapisten çıktım. Ama eve ancak bir ay sonra gelebildim. Çünkü askerlik yapmamıştım. Askerlik yapacak durumda da değildim, ama bunun Ankara Gülhane Askerî Tıp Akademisi’nce görülmesi, onaylanması gerekiyordu. Hastane pijamalı bir “asker şahıs” oldum birkaç haftalığına. Orada en yaşlıydım. Hakiki bir “en ‘büyük’ asker,” yani 36 yaşında bir er olarak dikkat çekiyordum. Tabiî ilginç de bir tarihim vardı. Kısa sürede hastanenin asker olmayan elemanlarıyla, hemşireler ve sivil memurlarla senli benli oldum. O muhabbetler unutulup gitti, ama hep “siz” üslubuyla konuştuğum, kliniğin diyetisyeni Mendane Hanımla konuştuklarımı unutmam mümkün değil.

O zamanlar kilo almam gerektiği için (hey gidi günler) her sabah aç karnına tartılıyor, öğleye doğru gelen doktorlara bilgi veriyordum. Tek dijital tartının bulunduğu Mendane Hanımın odasını her sabah tartılmak için ziyaret ediyordum. Bir gün onu önündeki İngilizce kitapta bir paragrafla boğuşurken gördüm. Kendisi doktoralı bir diyetisyendi. İngilizcesi de iyiydi. Ama bazen ana dilimizde bile -hele felsefî metinlerde- kaya gibi cümlelere toslarız ya, önündeki kitapta tek başına bir paragraf oluşturan İngilizce bir garabet sayfanın ortasına kurulmuş, okurunu uğraştırıyordu. Biraz inceleyip cümleyi çözdüm. Bu vesileyle tanışmış olduk. Yüksek puanlarla iyi okullar kazanıp sonra Türkiye devriminin daha yüksek çıkarları öyle gerektiriyor diye okul bırakmak şeklinde özetlenebilen, başarı ve aptallık harmanı eğitim geçmişimi öğrendi. Ondan sonra Mendane Hanımla da her sabah konuşmaya başladık. Bir gün “ha bak hep soracağım unutuyorum, onunla aynı yıllarda mı okudunuz bilmiyorum, Erkut Arcak’ı tanır mıydın? Teyzemin oğluydu benim,” dedi. Ben heyecanla “aaa tabiî tanıyorum, aynı sınıftaydık, çok severim Erkut’u” falan diye cümleleri sıralamaya başlamıştım ki birden sustum. “’Teyzemin oğluydu’ dediniz… Anlamadım. Erkut’a… bir şey mi oldu?” diye sordum.

Evet, Erkut’a bir şey olmuş: Ölmüş! O günlerde iki yıl oluyormuş. Birkaç hafta sonra yıldönümüymüş. Amerikalı kız arkadaşı Cory ile daha on gün önce evlenmişken, daha otuz yaşında, ölmüş. ABD dönüşü Ankara’da anne babasının evinde arkadaşlarıyla toplanıp yemek yemişler. Onları uğurlarken, gülüşürken, merdivenlere yığılıp kalmış. Hep sevgiyle, güzellikle hatırladığım sevgili arkadaşım, dalgıç, eğitmen, sualtı arkeologu, ODTÜ SAT başkanı, SAD kurucusu, bilim adamı, konuyla ilgilenenlere göre “Türkiye’deki denizel arkeolojinin geleceği” olan Erkut, ölmüş. Amerika’daki, TAMU’daki tez hocası Dr. Cemal Pulak’ın üniversitenin dergisinde ölümünün ardından yazdığına göre ana ilgi alanı ortaçağ ve Osmanlı denizciliği ile gemi yapımcılığıymış. “ABD’deki çalışmalarını tamamladıktan sonra Türkiye’de akademik bir oluşum içerisinde denizel arkeoloji programı kurmayı hayal ediyor(du)” imiş. Ama ölmüş… Önce şok, sonra keder ve her hatırlayışımda hâlâ hüzün…

Sonraki günlerde Mendane Hanım Erkut’un anısına abisi Enver Arcak’ın hazırladığı internet sitesini göstermek istedi bana. İlk kez bir internet sitesi görecektim. Ama fotoğraflar da var deyince, kardeşimin fotoğraflarına hâlâ bakamadığımı, görüntülerle tetiklenen çağrışım yağmurunun üzerimde çok etki yaptığını belirterek, bakmak istemedim. Sağlık durumumu zaten bildiği için fazla açıklamam gerekmedi. Daha sonra, İstanbul’da inceledim siteyi. Erkut’tan aldığım bir Bertrand Russell kitabının üzerinde adının yazıyor olmasının ötesinde, Enver’i tanımıyorum. Ama kardeş acısını tanıdığım için kolaylıkla empati kurabildim. Bugün hâlâ on günlük evliliğinden kalan soyadını kullandığını internet taramalarımda öğrendiğim Cory Arcak’ın acısı ise biliyorum ki daha farklı ama eminim yine büyüktü.

Kahvehanelerde, parti lokallerinde, altın günlerinde konuşulmayan, tarihin teferruatına dâhil bir konuda ayrıntılı bir habere konu olmak gururlandırıcı bir şey. Bu yazıya vesile olan gazete haberlerinden söz ediyorum. O gün tekrar bakmış mıdır o haberlere? O akşam toplanan arkadaşlarına göstermiş midir? İnsanın beyni böyle sahneler oluşturuyor kendiliğinden. Amerika’da okuduğu yılların tatillerinde İstanbul’da, Sultan’ın Kadırgasının iç kısımlarında emekleyerek, geminin her noktasını inceleyerek, dönemin yazılı kaynaklarının yanı sıra minyatürleri bile tek tek tarayarak geçirilen yazların ardından, gelecek için moral verici bir başarı. Ve bu haberin üzerinden bir hafta bile geçmeden bir akşam kanayan bir beyin, baba evinin merdivenlerine yığılıp kalan bir genç adam.

Erkut kardeşimden bir yaş büyüktü. Ve ondan altı ay sonra ölmüştü. Yukarıda, gazetelerde kendisiyle ilgili haberlerin çıktığı 3 Haziran 2001 tarihine bakarken çok kötü olmamın nedeni ise, ölümün bu tarihten sadece altı gün sonra geldiğini fark etmemdi. Zaman gerçekten görünmez bir mezarlık. İçimizde, içindeyiz. İnsan hem öleceğini bilen, ama hem de ne zaman, nerede, ne şekilde öleceğini bilmeyen bir yaratık. “Düşünen hayvan” olmanın bedeli bu herhalde. Al, düşün düşün, çık bakalım içinden. Bir kendi hayatımı düşünüyorum, bir Erkut’unkini. Hayatın kıyısındaki kayalıklarda ölüme açılan uçurumlara meydan okuyarak yıllarca dolaşan, otuz yaşını görmeyeceğinden emin olan benim; ama Erkut Arcak’ın ardından yazan da ben. Hem bunu düşünüyorum, hem benim için de bir dakika sonrası için bile hiçbir şeyin kesin olmadığını. Bir yerde yazmıştım: Her şeyi bildiğini sanan insanlar bile ne zaman, nerede ve ne şekilde öleceğini bilmiyor ya, belki felsefe bile buradan doğmuştur. Hem ölmeyi planlamıyorum, ama hem de bu yazıyı bitiremeden bile ölme ihtimalim var!

Sevgili Erkut şu anda 13 Haziran 2001 tarihli Sabah’taki “Dalgıçın ağlatan vedası” başlıklı cenaze haberinde dalgıç kıyafetiyle ekrandan el sallıyor, önündeki işleri ve hayallerini/projelerini hiç ölmeyecekmiş gibi erteleyip duran arkadaşına…

Adı TAMU’da verilen Erkut Arcak burslarıyla, Türkiye’de onun adı verilen dalış yerleriyle, anısına düzenlenen batık araştırmalarıyla yaşatılmaya çalışılan Erkut, Ankara’da, toprağı dalmayı çok sevdiği ve öğrencilerini eğitmek için seçtiği Kaş’tan getirilen deniz suyuyla ıslatılmış mezarında yatıyor. Nur içinde yatsın. Rahat uyusun. Annemin kardeşim için hep dediği gibi: Topraklar sıkmasın. Geçici mezar taşında yer alan “Sonsuzluğa dalan Erkut Arcak” yazısı “Carpe Diem” (An’ı yakala) olarak değiştirilmiş. Bu Latince öğüdü üzerime alınmam için hayalleri ve projeleri yarım kalmış genç ve sevgili bir ölü ile geçirdiğim şu günün sonundan daha uygun bir zamanlama olmasa gerek…

Mehmet Ördekçi