Batı dünyasının en köklü ve en eski kurumlarının başında, Katolik Kilisesi geliyor. Vatikan bu kurumun fiziksel varlığının merkezi, Papa da kitlelere görünen yüzü ve yöneticisi. Bu nedenle, son bir haftadır Batı basınında manşetlerin neredeyse tamamını Papa ile ilgili haberler oluşturuyor. Milyonlarca Katolik yas tutarken, yüzbinlerin Papa’ya saygı duruşunda bulunduğunu okuyoruz. Daha henüz toprağa verilmeden, yaygın deyişle “cesedi soğumadan” böyle bir soru hoş karşılanmayabilir şimdi ama, aslında belki de tam sırası: Karol Jozef Wojtya ya da “mesleki” adıyla Papa II. John Paul‘ü nasıl bilirsiniz? Şu günlerde sıkça söylendiği gibi “insancıl bir din adamı” mı, yoksa sağcı, kapitalizm yanlısı, Opus Dei destekçisi bir gerici mi?

 

II. John Paul 1978 yılında Papalık makamını devraldığında, soğuk savaşın en kritik evrelerinden biri yaşanıyordu. “Bloklar arası yumuşama” ve dönemin favori ikiyüzlülüklerinden “barış içinde bir arada yaşama” sloganları ortalıkta yankılanadursun, ABD’nin başını çektiği soğuk savaş ekibi, Sosyalist Blok’un “yumuşak karnı” durumundaki Doğu Avrupa ülkelerinin altını oymaya çalışıyordu yavaş yavaş.

Diğer yandan, Katolik alemi de ilginç bir dönüm noktasının en kritik virajlarından birindeyken, bir önceki Papa 23. John‘un ölümüyle bir belirsizliği yaşamaya başlamıştı. John, başta Latin Amerika ülkeleri olmak üzere, baskıya ve diktatörlüklere karşı mücadele eden halkların yaşadığı ülkelerde, “devrimci” hareketlerin içinde Katolik Kilisesi’nin de yer alması, hatta Katolikliğin bir “direnç ve başkaldırı” unsuru olmaya başladığı bir dönemde, Vatikan’ın da yeniden yapılanması ve ideolojik yenilenme geçirmesinden yanaydı. Desteklediği “Vatikan II” konseyi, bu dönüşüm ve değişimin araçlarından biriydi. Dini ve siyasi literatürde Vatikan II hamlesi, “liberasyon teolojisi” olarak adlandırılıyordu ve dünyanın ezilen halklarının bulunduğu yerlerde Katolik Kilisesi’nin, “Tanrı’nın Halkı”na sahip çıkıp, baskıya ve zulme karşı onlarla birlikte davranmasını öngörüyordu. Büyük oranda, altmışlardaki değişimden ve özellikle de 1959 Küba Devrimi sırasında Katolik rahiplerin Batista diktatörlüğüne karşı Fidel Castro‘nun “Barbudoları”nı (Sakallılar) desteklemelerinden etkilenerek, bir oranda spontane gelişmiş bir eğilimdi.

1978 yılında Vatikan’a Papa olarak adımını atan Karol Jozef Wotjya ise, bambaşka tellerden çalıyordu. Bir Polonyalı’ydı her şeyden önce ve nedense yaşamı boyunca tanık olduğu baskı rejimlerinden Pilsudski diktatörlüğünü ya da Nazi işgali yıllarını değil, Stalinist bürokratik diktatörlüğü hatırlamaya eğilimliydi: Tıpkı, aşırı dindar ve muhafazakâr çoğu Polonyalı gibi, 1970’lerde ülkenin yaşadığı sorunların alternatifinin, Komünist Parti’nin kemikleşmiş yapısını kırmak ve sosyalizm içinde çözüm aramak değil, doğrudan her şeyi yerle bir ederek kapitalist kampa katılmak olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle, göreve geldiği, II. Celestine’den sonraki 110’uncu Papa olarak Vatikan’ı teslim aldığı günde, katıksız bir “soğuk savaş kafası”yla bakıyordu dünyaya. 

 

II. John Paul, dine ve hıristiyanlığa en büyük tehdidin komünizm olduğunu düşünüyor ve bu eğilimi uzantısında Vatikan’ı Batı dünyasının en gerici ve en agresif güçleriyle aynı kulvarda yan yana yürütmekten çekinmiyordu. Onun yaklaşımına göre “özgürlük”, sosyalizmi yok etmek ve kapitalist dünyanın büyükleriyle el sıkışmaktan başka bir şey değildi. Bu nedenle, 23. John’un desteklediği “liberasyon teolojisi”ne hiç yüz vermedi, Vatikan II girişimlerini de sonuçsuz bırakacağını ve lağvedeceğini daha ilk günlerde gösterdi.

John Paul’ün bu tavrı, Orta ve Güney Amerika ülkelerinde bağımsızlık yanlısı hareketleri ve halk direnişlerini destekleyen Katolik kiliseler ve din adamlarıyla Vatikan’ın arasına buzdan bir duvar örmeye başladı zaman içinde. Oysa o din adamları, doğrudan ezilen kitlelerin yanında yer almayı inançlarının bir gereği kabul ederek, sözgelimi Nicaragua’da Sandinist hareketin (FSLN) güçlenmesine ciddi katkıda bulunmuşlardı.

Bugün George W. Bush‘u yönetime getiren gerici muhafazakâr hareket, 1980 yılında bu yoldaki ilk hamlesini gerçekleştirmiş ve Ronald Reagan‘ı başkanlık koltuğuna oturtmuştu. Okyanusun diğer yakasında, Britanya’da iplerin muhafazakâr Margaret Thatcher‘ın eline geçmesiyle birlikte, “transatlantik” nitelik taşıyan bir “Tory – Neocon” ittifakı gündeme gelmişti ki, bugün gözyaşlarıyla uğurlanmaya hazırlanan Papa II. John Paul, daha ayağının tozuyla, Vatikan’ı bu ittifakla yakınlaştırmakta bir sakınca görmedi.

Vatikan – Beyaz Saray flörtüne Başkan Reagan’ın katkısı, Santa Fe’de yaptığı bir konuşmada, John Paul’ün karşı olduğu “liberasyon teolojisi” girişimini içeren Vatikan II’ye yönelik şu sözlerle geldi:

“ABD dış politikası liberasyon teolojisine yalnızca tepki göstermekle kalmamalı, onun karşısına dikilmelidir de. Ne yazık ki Marksist-Leninist güçler Kilise’yi özel mülkiyete ve kapitalist üretim sistemine karşı bir politik silah olarak kullanmışlar ve dini cemaatleri Hıristiyan değil, komünist fikirlerle zehirlemişlerdir.”

Böylece ABD’nin muhafazakâr saldırganları, denetimi altında tutmak istedikleri ülkelerde, direnişin yanında yer alıp ona ciddi bir destek sağlayan Katolik papaz ve cemaatler için “vurun kellelerini” emrini çıkartmış oluyordu. Seksenli yıllar boyunca Reagan iktidarı “covert action” ve CIA marifetiyle “liberasyon” yanlılarına katliam uygularken, partneri John Paul da, işin “teoloji” kısmını ele aldı ve Vatikan II hareketinin yenilikçi, değişimden yana, modernist çabalarına karşı Kilise’yi Ortaçağ dönemindeki ideolojik ve teolojik yapısına geri döndürme operasyonunu üstlendi.

Ne diyordu Kilise’nin bin yıl önceki dünya görüşü? “Toplumu devlet yönetir, Kilise de devlete yol gösterir.”

İronik bir biçimde, Latin Amerika’da vahşice katledilenler arasında, El Salvador’da halkın çok sevdiği, barışçı, iyiliksever ve hümanist bir din adamı olan Başpiskopos Oscar Romero da vardı. Bir ayin sırasında, Amerikan yanlısı aşırı sağcı cinayet timleri tarafından vurulup öldürülmüştü. El Salvador halkı, Romero’yu bir aziz olarak görüyordu ve onun aziz ilan edilmesi için defalarca Vatikan’a başvurdu ama John Paul uzun süre bu öneriyi tartışmayı bile reddetti. Oysa azizlik payelerini öylesine bol keseden dağıtmıştı ki, I. Dünya Savaşı sırasında tahtta bulunan Avusturya-Macaristan imparatoru Karl’ı, hatta daha da kötüsü, Opus Dei‘nin kurucusu İspanyol faşisti Josemaria Escriva‘yı bile aziz ilan etmişti! 

 

Papa II. John Paul, görev süresi boyunca Katolik dünyasının “garip” gizli örgütleriyle hep yakınlık içinde oldu. Salt “liberasyon teolojisi”yle mücadele edip, Katolik Kilisesi’ni bin yıl öncesinin dünya görüşüne taşıyabilmek adına, bu ittifaklardan yararlanmayı seçti. Piskoposlar öldükçe, sürekli olarak yerlerine Opus Dei üyelerini tayin etti sözgelimi.

Reagan ile sıkı dostluğu, Polonya’nın iç kargaşaya sürüklenmesi döneminde, Kilise’nin, ülkeyi kapitalist dünyanın kucağına itme doğrultusunda elinden geleni yapmasıyla sürdü. Gerici ve sağcı “Dayanışma” hareketi, Katoliklerin manevi, ABD’nin de maddi desteğiyle, Doğu Bloku’ndaki çöküşü başlattı. John Paul’ün bu değişimdeki rolü hiç de az değildi.

2002 yılında bir kamuoyu araştırma şirketi olan CBOS’un yaptığı anket, Polonyalıların yüzde 56’dan fazlasının, “eski rejim döneminde bugünkünden daha mutlu olduklarına” inandıklarını ortaya çıkarmıştı gerçi ama olan da olmuştu artık.

Kısacası, cenaze töreni yapılan Papa, bir anti-komünist, sağcı, kapitalizm yanlısı, ABD’nin muhafazakâr-gerici güçleriyle ittifak içinde, Kilise’nin yenilenmesini ve modernleşmesini isteyenlere karşı savaş veren, Latin Amerika’da baskıya karşı halkın yanında yer almış din adamlarının öldürülmesine göz yuman, Kilise’nin yapısında Opus Dei benzeri örgütlenmeleri etkin konuma getiren, faşistleri ve kasapları “aziz” ilan eden biriydi. Bugünün neoconlarıyla, PNAC ekibiyle pek arası yoktu gerçi, hatta ilişkilerinin biraz gerilimli olduğu bile söylenebilir kimi dönemlerde ama bunun çok daha farklı, başka “anlaşmazlıklar”la bağlantısı vardı ve zamanında muhafazakârların ağababalarına destek vermişti John Paul.

“Rahmetli pek munis, pek barışçı, pek iyi bir adamdı” ikiyüzlülükleri artmaya başlayınca, bunları hatırlatmak istedim yalnızca. Merhum II. John Paul’ü nasıl bilirsiniz? Kendi adıma, ben pek de “iyi” bilmiyorum.

Burak Eldem