Cem Şen’le 34. sayımızda yaptığımız “Ölümsüzler Çağı” görüşmesinin gördüğü ilgi ve gelen yorumlar, bu konuya devam etmemiz gerektirdiğini düşündürdü bize. Bununla birlikte konuşmamıza sevgili Burak Eldem’i de dahil edip, konuyu daha da farklı perspektiflerle açmak ve hatta uzanacaksa nerelere kadar uzanabileceğini görmek istedik. Bu satırları yazarken henüz bende bilmiyorum bu seferki üçlü görüşmemiz nerelere kadar uzanacak, ama umarım çok şeyler öğreniriz ve sizlere de aktarabiliriz.
Sonsuz:
Sevgili Cem, 34. sayımızdaki konuşmamızdan sonra birçok yorum aldık. Kimisi “Harbiden kafayı sıyırmışsınız” diyordu, kimisi destek veriyordu, hatta “Cem’le seni şizofren olarak niteleyebilecek psikolog arkadaşlarım bile mevcut” diyordu. Hatta bunun üzerine ben de şüpheye düştüm, acaba biz şizofreniz de farkında değil miyiz diye? 🙂 Önce bu konuya gelen yorumlara dair görüşünü sormak istiyorum sana. Sıyırdık da farkında mı değiliz, yoksa dünya henüz ölümsüzler konusuna hazır değil mi?
Cem Şen:
Aslında eğer sadece deli olduğumuz konusunda bir yorum geldiyse kendimi şanslı sayarım Hasan. Bu konu hakkında bir şeyler söyledikten sonra kendi kendime kızdım aslında.. Bu bilgiler yüzyıllardır ezoterik bilgi olarak kabul ediliyor ve asla halka açık bir ortamda anlatılmıyor. Ne zaman halka açık ortamda anlatılmaya çalışılsa mutlaka bir takım sorunlarla karşılaşılıyor. Bu nedenle bu tür tepkilerin gelmesi doğaldır. Bu durumda iki seçenek var: Ya bu konuda konuşmayı bırakacağız ya da insanların bu konuda en azından olasılıkları değerlendirecek esnek bir zihin yapısı geliştirmelerini umut edeceğiz. Ben kendimi birinci seçeneğe daha yakın hissediyorum. Yani işin ezoterik ve gerçek yapısından bahsetmeyi bırakmak bana çok daha çekici geliyor açıkcası. Konuyu gerçekten öğrenmek isteyen kişi bu bilgiye nasılsa ulaşacaktır. Ben ulaştıysam bir başkası da ulaşabilir. Ha deli olduğum konusuna gelince… Bilmiyorum belki de deliyimdir. Ne de olsa artık akıl sağlığımıza da bir takım baskın görüşler karar veriyor. Tabii şunu da göz artı etmemek lazım Hasan. Biliyorsun MS 2150, Tanrı ile Sohbetler, 9. Kehanet, Don Juan’ın Öğretileri gibi bir sürü kitapta ölümsüzlere benzer insanların güçlerinden bahsedilir. İş yalnızca hikayeden ibaret olduğunda insanlar bunu dinlemekten çok hoşlanıyorlar, fakat siz ortaya çıkıp da evet doğru bu tür insanlar var, şu anda dünya üzerinde yaşıyorlar dediğinizde nedendir bilinmez herkes sizin deli olduğunuzu düşünür.
Sonsuz:
Burada egemen görüş etkisi de var sonuçta. İnsanlık binlerce yıldır güçsüz ve değersiz olduğuna inandırılmış. Şimdi sen kalkıp da böyle güçleriniz var dediğinde ortak tepki deli bu oluyor, çünkü böyle bir inanç yaratılmış. Keza reenkarnasyonda da aynısı geçerli. Reenkarnasyonu mesela dinler asla kabul etmezler, çünkü bu durumda hesap günü, cennet cehennem gibi kavramlar çöker, bu da din sistemini çöküşe götürür. Öte tarafta korkulacak birşey yoksa, dinlerin temelinde olan korkular da dayanak bulamaz ve birden çöküş başlar. Keza böyle güçlerin varlığı, insanların görünenin ötesindeki bilinmeyenlere ve kendini keşfetmeye açar ki bu durumda da insanları kontrol etmek mümkün olmaz. Kendinin ne değerli bir varlık olduğunu keşfeden bir insanı, kolaylıkla kontrol edebilir misiniz? Şimdi bahsedilen ölümsüzleri kontrol edebilecek bir devlet yapısı mümkün mü? Keza “dünya böyledir, görünenin ötesinde bir dünya mümkün değildir” anlayışı da çökecektir böyle bir durumda.
Cem Şen:
Ben kendi kitabımda “Büyük Unutma” diye bir kavramdan bahsetmiştim. İnsanın ete kemiğe bürünüp bu yaşama düşmesi büyük unutmasının da başlangıcı. Büyük unutma aynı zamanda büyük bir yanılsama. Beni, geri kalan her şeyden ayrı ve tek başına bir şey olarak kabul ediyor büyük yanılsama. Ben bir bireyim diyorum ve hemen bir ego oluşturuyorum kendime. Bu ego aracılığıyla bir takım kavramlar yaratıyor ve ardından bu kavramlar uyarınca hayal dünyasından yarattığım bir hayat içinde “Büyük unutma”ya çekiliyorum.
Tüm ruhsal bilgiler iki şekilde ele alınmıştır tarih boyunca: Kelimesi kelimesine yazanlara inanarak ya da yazılanların altındaki anlama inerek. Geçen sayıdaki röpörtajımızda ölümsüzlerden bahis geçmesine karşın uzun uzun kalbin yolundan bahsettim. Ne ölümsüzlerin yanında ne de karşısında yer aldım. Yalnızca bir durumu tanımladım. Fakat çoğu okuyucu benim orada anlatmaya çalıştığım güç takıntısının ne kadar zararlı olduğu, kalbin yolunun ne kadar önemli olduğu gibi şeyleri işitmek yerine ölümsüzlerin güçlerine takıldı. Kimse kusura bakmasın. Bu adamlar bu dünyada var ve yaşıyorlar. Üstelik bu tür güçleri var bu kadar basit.
Ruhsal bilgileri iki türlü anlayan insanlar konusuna geri dönersek… Örnek olması açısından İsa’nın hikayesini ele alalım. İsa’nın hikayesi aslında çok daha eskiye uzanan ve belki de gerçek ruhsallık ya da din diyebileceğimiz bir öğretinin yarattığı öykülerden bir tanesi. Eğer siz bu öyküye kelimesi kelimesine inanırsanız o zaman bir İsa yaşamıştır ve Tanrı’nın oğludur. Kurtuluşunuz da ona inanmaktan geçer. Yok eğer o hikayenin altındaki şifreyi algılar, ezoterik bilgiyi çözümlerseniz o zaman gerçekte İsa diye birisi yaşamamıştır ve bu hikaye sizin ruhsal evriminizi anlatan bir alegoridir. Eğer bu şifreleri çözüp bu hikayede anlatılan yolculuğu yaparsanız o zaman kendinizin de tıpkı İsa gibi Tanrı’nın çocuğu olduğunuzu anlarsınız. Hİkayelere göre bir Tanrı vardır ve bize uzaktır. Onun seçilmiş bir kulu vardır ve o kulun ayrıcalıkları vardır. Siz zavallı varlıklar ise ona biat ederek kurtulmayı umut edersiniz. Fakat gerçeğe göre, Tanrı’nın seçilmiş bir kulu yoktur. Hepiniz tanrının bir parçasısınızdır ve kendinizi “Büyük unutma”dan kurtarıp gözlerinizi açtığınızda zaten onunla “bir” olduğunuzu anlarsınız.
Bütün mesele hangisine inanmayı seçeceğinizdir. Size anlatılan yalana mı yoksa gerçeğe mi? Cesaretiniz var mı yoksa kendinizi kandırmanın mutlu sarhoşluğunu mu yaşamak istiyorsunuz?
Sonsuz:
Bu noktada, Burak Eldem’e dönmek istiyorum, son zamanlarda birçok farklı kaynaktan Hz. İsa’nın varlığı sorgulanıyor. Önce “Da Vinci’nin Şifresi” geldi ve Maria Magdelena ile birlikte Hz. İsa’nın bize aktarıldığı gibi birisi olup olmadığı sorgulandı. Sonra “The God Who Wasn’t There”, “Zeitgeist” gibi filmlerle de Hz. İsa’nın aslında bir “yaratılmış” karakter olduğu…Aslında hikayenin Osiris ve Mitra hikayelerinden alıntılandığının altı, karşılaştırılmalar yaparak da çizildi. Bu noktada, kendi kitabında da aynı konuya değinmiş bir yazara sormak istiyorum. Hz. İsa gerçekten yaşadı mı? Yoksa birileri böyle bir karakteri yarattı mı?
Burak Eldem:
Bu aslında bugünün, bu dönemin ya da bu yüzyılın sorusu değil; oldukça eski. Tarihle ilgili araştırmalar, farklı disiplinlerin desteğiyle bulguları derleyip tutarlı bir kronoloji oluşturmaya başladığından beri, bunlar kritik ve deyiş yerindeyse “el yakan” konular olarak varlığını sürdürüyor. Çünkü, uygarlık tarihi söz konusu olduğunda, binyıllar öncesine dek giden garip, bulanık ve sisli bir resme bakmaya çalışıyoruz demektir. Son yüz elli yıldır ise, bir yandan somut bulgular desteğinde mümkün olduğunca tutarlı bir kronoloji oluşturulmaya çalışılırken, diğer yandan da çeşitli kaygıların etkisiyle ister istemez bir tür “şizofren” durum yaşanıyor.
Diğer söyleşimizde de değinmiştim biraz Hasan; bir yanda elle tutulur bulgular ve veriler aracılığıyla oluşturulmaya çalışılan nispeten iç tutarlılığa sahip bir tarih şablonu var ortada, bir tarafta da tümüyle inanç ve imana yaslanan, kutsal kitaplara endeksli, bütünüyle “başka” bir tarih. Bu durum, ister istemez kafa karışıklığı yaratıyor. Çocukluktan beri insanlar, içinde büyüdükleri ve yaşadıkları toplumun inançları uzantısında bir tür “dinsel tarih” anlayışına koşullandırılıyor ve bu tarih anlayışıyla ilgili, tabu niteliğindeki kimi unsurlar dokunulmaz kaldıkça da işler iyice karışıyor. Daha on yedinci yüzyıla kadar, Batı dünyasında Piskopos James Ussher’ın hesaplayıp sunduğu tarih anlayışı kabul edilir ve hiçbir itiraz görmezdi. Buna göre dünya, İ.Ö. 4004 yılının ekim ayında yaratılmıştı! Ama Aydınlanma sonrası, özellikle arkeoloji, antropoloji ve palaeontoloji gelişip, sistematik bulgular derlenmeye başladığında, işler değişti. İlkin, dünyanın ve evrenin düşünülenden çok çok daha yaşlı olduğu çıktı ortaya. Ardından da, kutsal kitaplardaki hemen bütün tarihsel referansların gerçekliği sorgulanır hale geldi.
Böyle bakıldığında, yalnızca İsa değil, Kitabı Mukaddes’teki birçok önemli figürün gerçekliği tartışılır durumda. Bunu Musa’dan geriye doğru giderek Yusuf’a, Yakup’a ve İbrahim Peygamber’e dek dayandırabilirsin. Bütün bir “kutsal tarih” sisteminin üzerine kurulduğu bu temel figürlerin gerçekten yaşamış, tarihi kişilikler olduğuna dair bugüne dek en küçük bir iz bile bulunamadı. Dahası, bu kişilikler çevresinde gelişen olayların ve yaratılmış tarihin gerçekliği de giderek su götürür hale geldi. Bugün iyi biliniyor artık ki, İsrailoğullarının Mısır’dan çıkışı diye bir şey olmadı, çünkü zaten Mısır’da yerleşik değillerdi.. Yaşamadığın bir ülkeyi nasıl terk edersin ki? Dolayısıyla, Mısır’da vezirlik yaptığı rivayet edilen Yusuf başta olmak üzere, kritik karakterlerin hemen tümü, farklı efsane ve mitlerden esinlenerek oluşturulmuş kompozit figürler.
Benzeri biçimde, İsa miti de aynı bulgu ve veri eksikliğinden mustarip. Eğer birinci yüzyılın ilk yarısında, Yahuda gibi göz altında ve hareketli bir bölgede, kendisine “Ben Tanrı’nın oğluyum” diyen biri çıkmış ve bu kişi din adamlarının yönlendirmesi ve Roma valisi Pilatus’un emriyle çarmıha gerilmiş olsaydı, buna ilişkin bir kayıt ya da iz bulunmaması mümkün değildi. Ama ne İsa’dan tek bir iz var, ne havarilerden ne de gospel’larda anlatılan tüm olaylardan. Ne yazılı bir kaynak, ne bir kayıt, ne dolaylı bir gönderme, ne arkeolojik bir bulgu. Hiçbir şey. Yani ortada yalnızca, İznik Konsili’nde derlenip biçimlenen İncil’in ifadesi ve inançlardan başka hiçbir net bulgu yok.
Diğer yandan, İsa ile ilgili gospel’larda anlatılan hikayenin hemen bütün unsurları, Dionysos’tan tut, Osiris’e, Adonis’e, Mithra’ya ve İlkçağ’ın bildik gizem ekollerinin ve kültlerinin metaforlarla, mesellerle dolu anlatı ve simgeciliklerine yaslanıyor. Bu noktada, Da Vinci şifresi gibi kurgular, bir roman, bir popüler kültür eseri olarak eğlenceli ve keyifli okunan yapıtlar olabilir. Ama içeriğini gerçeklikle karşılaştırmak pek de anlamlı değil. Yani İsa’nın Mecdelli Meryem ile bir evlilik yaşayıp çocuk sahibi olduğu iddiaları, ancak bir “yazar fantezisi” olarak düşünülüp değerlendirilebilir. Bilinen ve kutsal kitaplarda anlatıldığı biçimiyle bir İsa hiç olmadı ki, onun varsayımsal evliliği ve “kutsal kanının” devamıyla ilgili spekülasyonlar tartışılmayı hak etsin.
Bu konu gayet açık ve net; tartışma götürür yanı da yok. “Biblical Archaeology” dedikleri disiplin, geçen yüzyıl başlarında, Kitabı Mukaddes anlatılarının gerçeklikle bağlantısını sorgulamak ve kanıtlamak üzere oluşturuldu ama bugüne dek vardığı nokta, hemen tümünün, başka (ve daha eski) kaynaklardan beslenen mitlerin adaptasyonundan ibaret olduğu.
Sonsuz:
Peki Cem, diyelim ki tüm bu karakterler kurmaca. Aslında hiç varolmadılar. Bu karakterlerin ifade ettikleri değerini yitirir mi? Yani Hz. İsa’nın aslında Osiris ve Mitra’dan kurmaca bir karakter olması, onun sembolize ettiği öğretilerin değerini azaltır mı? Yoksa insanlar böyle bir sembole ettikleri imanla, ona verdikleri enerjiyle; sembolü gerçekmiş gibi yaşatıp, öğretisini kuvvetlendirdiler mi? Kısaca İsa’nın gerçekten yaşamış olması veya olmaması neyi değiştirir insanlık için?
Cem Şen:
İlk olarak, İsa’nın gerçekte yaşamamış birisi olması gerçek öğretinin gücünü kesinlikle azaltmıyor. Tam tersine zaten bu hikaye ezoterik olarak bizleri birer İsa’ya dönüştürmek üzere tasarlanmış bir hikaye. Çok daha eski bir öğretinin yeniden adapte edilmiş hali. Son önemli adaptasyonunu Pithagoras tarafından yapmış. Osiris gizemciliğine inisiye edilen Pithagoras, 20 yıl civarında Mısır’da tapınakta yaşadıktan sonra Yunan’a döndüğünde, Osiris hikayesini, eski Yunan Panteonu’nda pek dikkat edilmeyen bir tanrı olan Dionysos kişiliğinde yeniden canlandırdı. Pithagoras’ın tıpkı İsa gibi ölüleri dirilttiği, fırtınaları durdurduğu ve şifa verdiği söylenir. Kendi müritleri için hazırladığı öğreti reenkarnasyon inancı barındırır, vejetaryenliği özendirir ve kadınlarla erkeklerin bir arada bulunduğu mekanlarında hayat boyu süren cinsel perhiz vardır.
Öğretinin özü, insanın kendi merkezine çekilerek tanrılığını keşfetmesine yöneliktir. Eğer Yunan felsefecilerini kuru birer akademisyen olarak görmeyi bırakıp da onların mistik yanlarını görmeyi başarabilirseniz Sokrates’ten Heraklitus’a kadar tüm eski çağ bilgelerinin yazılarında ve hayatlarında bu gizemli durumu bulabilirsiniz. Elbete bugün bildiğimiz Hıristiyanlık açık bir şekilde Konstantine’in çabalarıyla yaratılmış ve Mitraizm’den Dionysos kültlerine kadar pek çok kültün kullanıldığı bir imparatorluk dini olmuş. Elbette dine dönüştürülürken de içindeki ezoterik yapı ortadan kaldırılmış. Eğer gerçekten bir İsa yaşamış olsaydı, Burak’ın da ifade ettiği gibi onun hakında Roma imparatorluk aşivlerinde mutlaka bir şeyler bulmamız gerekecekti. Ama yok. Dahası eski ezoterik hikayeler mistik dönüşümün bir göstergesi olarak pek çok inisiye tarafından yeniden yaratılabiliyorlar. Bu nedenle karşımıza birbirine benzeyen ama yine de birbirinden farklı İsa hikayelerinin çıkması son derece normaldir.
Eğer İsa yaşamış olsaydı onun Tanrı’nın bu dünyaya inmiş hali olduğunu kabul etmek zorundaydık. Bunda bir sakınca yok elbette. Fakat böyle bir durum yok. Dahası Tanrı-insan diyebileceğimiz bu kavramla Osiris’ten Dionysos’a kadar antik çağın pek çok tanrı-insanı aracılığıyla karşılaşıyoruz.
Eğer İsa adında tarihi bir karakter yaşamamışsa bu kesinlikle bir kayıp olmaz; çünkü İsa benzeri bir çok insan bu dünyadan geldi geçti ve antik çağda Pithagoras, Plotinus, Tyanali Apollonius, Heraklitus, Sokrates, Diogenes gibi eski çağ bilgelerinin hemen hepsi aslında o çağda “Gizem” olarak adlandırılan Gnostik bilgiye inisiye edilmiş durumdalar. Hatta ilk tarih yazarı kabul edilen Heredotos bile Tarih kitabında Mısır’daki rahiplerin Osiris ayinini gördükten sonra kendisinin bu gizemlere vakıf olduğunu ama ezoterik yapısı nedeniyle bu bilgileri açıklamayacağını söyleyerek bir anlamda diğer inisiyelere mesaj gönderir. Eğer ki bu ezoterik bilgi, bu gerçek öğreti algılanabilirse o zaman İsa ya da Musa hikayesi kitabi olarak ele alınmak yerine tek ve gerçek tanrıya ulaştıracak bir yol olarak anlaşılabilir. Bu sayede hepimiz Tanrı ile birliği deneyimleyebiliriz.
Burak Eldem:
Cem bence oldukça kritik ve önemli noktalara değindi, bunlar üzerinden ben de birkaç farklı şeyden söz ederek biraz daha açmak isterim. Pythagoras, mükemmel bir örnek oldu bir kere. Fraternis adlı kitabımda uzun uzun ele almıştım onun şaşırtıcı serüvenini ve yaptıklarını. Her şeyden önce, Samos’lu bir rahibenin oğlu olarak, daha baştan kadim bilgilere inisiye edilen Pythagoras, hemen ardından Delphi’nin Sybilla’sı, yani “Pythia”nın yoğun tedrisatından geçmiş; donanımını artırıp yeni bir misyonu yüklenebilmesi amacıyla Mısır’a, Mezopotamya’ya (Kalde diye geçer) yollanmış ve dönemin gerçekten çok önemli bilgelerinden (Pherecydes gibi) eğitim almıştı. Kişiliğiyle ilgili yaratılmış efsane çok fazla; ama bir tek şey gayet net ki, 2700 yıl öncesinin koşulları dikkate alındığında, çağının bir hayli ötesinde bir düşünürdü.
Bunun içindir ki, İtalya’nın güneyindeki kolonilerde kurduğu “okul”, salt bir ezoterik eğitim kurumu olmanın ötesine geçip, yönetimi ele alacak ve daha sağlıklı, daha adil ve daha sofistike bir sistemi yaşama geçirecek gücü bulabildi. Sonu kötü bitse de, Pythagoras’ın deneyimi dünyanın tarihini ciddi biçimde etkileyecek nitelikteydi; çünkü erozyona uğrayan kadim bilginin, Anadolu’dan Mezopotamya’ya, Yunan adalarından Malta’ya, Mısır’dan Kartaca’ya dek uzanan bir coğrafyada yeniden derlenmesini ve sistematik hale gelmesini sağladı; ayrıca yetiştirdiği kadrolar da Roma’da cumhuriyet atılımını gerçekleştirdi.
Burada Cem’in sözünü ettiği şeylere birkaç ayrıntı ekleyeyim: Kadınla erkeğin birlikte inisiye olduğu, aynı tedrisattan geçtiği ve yapı içinde eşitliğin, paylaşımın, dayanışmanın korunduğu ender cemaatlerden biriydi Pythagoras’ın örgütü. Aslına bakılırsa hem bir inisiyasyon merkezi, hem gerçek bir okul, hem de bir siyasi partiydi. Yine Cem’in sözünü ettiği kritik bir noktadan devam edeyim: Aslında İsa mitini oluşturan ana kaynakların ve ezoterik gelenek birikiminin, herkese “İsa olmayı” bir model olarak sunduğunu söyledi. Bu da oldukça önemli bir nokta. Osiris’ten Dyonisos’a ve Eleusys gizemciliğine, Mithra localarına dek gittiğimizde, hep aynı temayı buluyoruz: Ölüm-Yeniden Doğum… Bu anlamda inisiyasyon, kendini simgesel olarak öldürüp, yeni ve farklı bir insan olarak bir kez daha doğman anlamına geliyordu. Anlatılarda ya da simge sisteminde ayrıntılar ne kadar değişirse değişsin, Osiris’te de, Mithra’da da, Dyonisos’ta da ve daha pek çok kadim kültte de aynı temayı buluruz.
Hatta bu geleneğin uzantılarını, Hıristiyanlık sonrası dönemin muhalif kültlerinde de görüyoruz ki, izleri bugün Masonik “Hiram efsanesi”nde dahi net olarak var. İlkin Tanrı’yı kendinden uzak, farklı bir yerde görmeyip, kendi varlığının onun içinde eridiği, senin onun bir parçası olduğun düşüncesi dikkati çeker temel eksende. Ardından, ölüm-doğum döngüsünün, hayatın çevrimlerinin, bir tür değişim ve yenilenme sürecinin parçaları olduğuna vurgu yapılır. Kendini simgesel olarak öldürmek, aslında önyargılarından ve koşullanmalardan sıyrılmaktır. Yeniden doğum da, dünyayı ve evreni daha açık bir zihinle yeniden algılayıp deneyimlemenin ilk adımı. Şimdi, meseleye böyle baktığımızda, gerçekten kökeni aslında binyıllar ötesine uzanan bir birikim ve aktarımdan söz ediyoruz. Ama burada üzerinde durmamız gereken bir başka temel sorun da aynı noktada karşımıza çıkıyor: Peki bu ezoterik evren kavrayışı, yani aslında “bilinebilir ve bilgiyle kavranabilir tanrısallık”, tam adıyla söyleyecek olursak da “Gnostik düşünce”, nasıl bir kırılma noktasından geçti de Roma imparatorluk düzeni içinde, siyasi kaygılarla sentetik hale getirilen, dogmatik ve buyurgan bir “kurumsal yapı”ya dönüştü? Daha da önemlisi, işin inanç boyutunun, yani kişiye özgü niteliklerin dışına çıkıp, bir başka reel duruma dikkat etmemiz gerekiyor: Yani, aslında “evrensel kavrayış”, “birlik”, “doğum-ölüm-yeniden doğum” anahtarlarıyla değindiğimiz o kadim ezoterik düşünce ve pratik, çok radikal bir dönüşümle, egemen sınıfın “kitle kontrol enstrümanları”ndan birine dönüştü. Aslında uygarlık tarihinin son bin beş yüz yıllık diliminin önemli bir bölümü, insanlığın bu baskıcı, dogmatik ve hegemonya aparatı haline getirilmiş kurumsal din kavramından kurtulmaya çalışmasıyla geçti. Bu durumda, üzerinde durulması ya da sorgulanması gereken nokta, bizim burada gündeme getirdiğimiz kadim ezoterik bilgi sisteminin sınanması ya da “garipsenmesi” değil, aslında bu esnek ve birleştirici düşünce yapısının, bilgiyle el ele yürümesi düşünülen bu ezoterik sistemin, nasıl olup da tanınmaz hale getirilerek, zaman içinde Engizisyon gibi bir faciaya bile kapı açabilecek bir kurumsallık içine hapsedilebildiği. İsa var mıydı, yok muydu tartışmasından çok daha kayda değer olduğunu düşünüyorum bunun.
Sonsuz:
Bu noktada şu aklıma geliyor Cem. Özellikle de Katoliklik ve Vatikan’la siyasallaşmış Hristiyanlığın öncesini düşünüyorum da. Hani kafirlik olarak nitelenen dönemleri. Bizlerin çoktanrıcılık olarak tanıdığımız ama yakından incelenince mitolojinin ötesinde anlamları olan inanışları. O zamanlar daha “insani ben”liğe yakın bir din mi yaşanıyordu? Ne oldu o inanışlara? Günümüzdeki spiritüel akımlarla yeniden mi ortaya çıkıyorlar, yoksa halen uykudalar mı? Keza doğu inanışları siyasallaşmadığı için, o dönemlerin inanışlarına daha yakın diyebilir miyiz?
Cem Şen:
Tam ben Burak’ın mükemmel bir akademisyen olarak açılımını yaptığı konuya önemli bir ek yapmaya hazırlanırken senden aynı konuda ama benim niyetlendiğimden biraz daha sert bir soru geldi Hasan. Bu konuları suya sabuna bulaşmadan anlatabilmek çok zor biliyorsun ama şu kadarını söylemeliyim ki, tarih boyunca hazırlanan en büyük entrikalardan bir tanesinin içinde yaşıyoruz tüm insanlık olarak. Bu entrika o kadar büyük ki artık entrikayı kuranlar bile o entrikanın gerçek olduğuna inanmış durumdalar.
Önce Vatikan öncesine gidip şu önemli gerçeğe bir bakalım. Gerçek din ya da öğreti aslında çok eski bir zamandan geliyor. Bu zaman o kadar eski ki eğer tarih öncesine gider kurcalamaya başlar ve baskın bilimin önyargılarından kurtulabilirsek karşımıza yalnızca efsaneler çıkıyor.
Bu efsaneler bize insanların, bir tür tanrı ile birlik durumunda yaşadıkları cennetsi bir hayattan bahsediyorlar. Bu dünyanın tanımı doğuda ve batıda pek çok öğretide bulunuyor. Dünyanın bu döneminin tam olarak hangi tarih diliminde olduğunu bilmiyoruz. Bu konuda bir sürü fikir var ama hiçbiri net değil. Fakat bildiğimiz şey bu öğretinin bize bu dönemden geldiği.
Bu öğreti kesintisiz olarak bize mi aktarıldı yoksa bazı bilgeler bu öğretiyi yeniden mi anımsadı bu bile tam belli değil. Yine de kesin olan bir şey var ki, tarihin hemen her döneminde, bu öğretinin en fazla kabul gördüğü dönemlerde bile mümkün olduğunca gizli tutulmaya çalışıldığı.
Kesin olan bir diğer şey de bu öğretinin sanılanın aksine kaybolmadığı gerçeği var. Günümüzdeki tüm öğretilere baktığımızda bu öğretilerin içine saklanmış bir tür gen gibi bu ezoterik bilginin, bu gizemin orada olduğunu görüyoruz. Bu bilgi temel olarak Burak’ın da işaret ettiği gibi ölüm ve yeniden doğum gerçeği ile kendini ifade ediyor. Mistik ölüm ve mistik genedoğum yaşanmadan bir inisiye Gnosis’e yani tanrının bilgisine ulaşamıyor. İsa’nın çarmıha gerilip ölmesi ve yeniden hayata dönmesi, Musa ve İsrail kavminin çölde kaybolup ardından vaadedilmiş toprakları bulması, Kahraman İkizler’in alt dünyadan babalarını kurtarıp hayata dönmesi, Sufilerin başlarında kendi mezar taşlarını taşımaları ya da “baş kesmeleri”, Taocuların olayı bir adım öteye götürüp fiziksel ölüp yeniden dirilmeleri hep bu kadim öğretinin birer uzantısı. Bu bilginin nereden geldiğine yönelik Sümer kayıtlarından eski Çin kayıtlarına kadar pek çok açıklama var ama hepsinin üzerinde birleştiği nokta bu bilgilerin göklerden, tanrılardan ya da atalardan geldiği. Bu öğreti çok güçlü bir öğreti. O kadar güçlü ki çoğu zaman varolan siyasi akımları ya da kontrol edici güçleri rahatsız ediyor. Hıristiyanlığın olağanüstü başarısı şurada yatıyor: Dünya tarihinde ilk defa bir baskın güç, kendi karşı olduğu öğretiye karşı çıkmak yerine onu aldı ve biçimini değiştirdi. Bunu yaparken tümüyle o öğretinin terminolojisini kullandı. Yeniden doğumu simgeleyen vaftizi ya da su ile arınmayı aldı kullandı. Aslında Yaz gündönümünü anlatan Vaftizci Yahya hikayesini alıp onu su ile vaftize adapte etti. Sonra Kış gündönümünü anlatan ve Oğlak burcu ile ilişkilendirilen (Yahya Yengeç burcu ile ilişkilidir) İsa karakterini aldı ve kullandı. İsa ne diyor, “Ben sizi ateşle vaftiz etmeye geldim.” Bu zaten pagan kültürlerde Kış gündönümünü ve Oğlak burcunu anlatıyor. Ateş, Su ve Hava ile vaftiz erken dönemde Hıristiyanlar tarafından da kutsandı. İsa karakteri sizler ateş ile vaftiz olmadan babanın krallığına adım atamazsınız diyor. Elbette böyle. Çünkü eski zamanlardan beri Yengeç burcu su ile vaftizi ve reenkarnasyonu anlatırken, Oğlak burcu ateş ile vaftizi ve mistik ölümsüzlüğü anlatır. Aslında sözleri okumayı bilen bir göz için bütün bilgiler gözümüzün önündeki kutsal kitaplarda duruyor. Bu nedenle o İncil mi doğru, bu İncil mi doğru diye sorgulamak bile anlamsız. Zaten bütün bilgiler orada. Senin anlayacağın ezoterik bilgi ya da gerçek öğreti kayıp değil; yalnızca üzeri örtüldü. Akıl karıştırıldı. Gözlerimiz boyandı. Bu göz boyama o kadar önemliydi ki erken dönem Hıristiyanları, “bu İsa hikayesi Dionysos’un hikayesinde de anlatılıyor” dediğinde, dönemin din otoritesi kalkıp, “Şeytan geçmişe gidip, İsa’yı karalamak için ona benzer bir karakter yarattı”, diyecek ahlaksızlığı bile gösterdi ve insanlar da ona inandı. Günümüzde ise herhangi bir din için kalkıp bu gerçekleri ortaya sermek en iyi ihtimalle sağlam küfür yememize ve kafirlikle damgalanmamıza neden olabilir. En acısı da asıl kafirliğin bize anlatılan bu masallar olduğunu anlamamak.
Sonsuz:
Bu noktada anaerkil ve ataerkil yapılara da değinmek gerekiyor sanırım. Anaerkil bir yapıdayken, daha “BEN”liğimize yakın, daha huzurlu bir dünyada yaşamışız sanki. Sonra birden hakimiyet erkeklere, daha doğrusu eril enerjiye geçiyor ve karşımıza tartıştığımız durumlar ortaya çıkıyor. Bu nasıl gerçekleşti ve biz ataerkil yapıya geçerken neleri yitirdik de bugün tekrar peşine düştük?
Burak Eldem:
Bu benim, tarihteki en önemli kırılma noktası olarak gördüğüm sosyal (ve aynı zamanda siyasal) değişime gönderme yapan bir soru oldu. Başlangıçta şunun altını çizmekte yarar olduğunu düşünüyorum: Son elli yıl içinde artan bulgular ve değerlendirmeler sonucu çoğu antropolog ve tarihçi, “anaerkil” teriminin yanlış çağrışımlara yol açtığını ve doğru sözcüğün “matriarch” yerine “matrifocal”, yani “anne-merkezli” olması gerektiğini söylüyor. Bu alanda oldukça ciddi ve kapsamlı araştırmalar yapmış çok önemli arkeologlar var ki, başta sık sık adını andığım Litvanya asıllı arkeolog ve dilbilimci Marija Gimbutas geliyor. Keza Lynn Roller’ı, Gerda Lerner’i, hatta Çatalhöyük’teki bulgularıyla yepyeni ufuklar açan James Mellaart’ı da sayabilirim.
Bu ayrıntılara girmeden, Geç Taş Çağı olarak bilinen dönemden itibaren uygarlık serüvenimizin geçtiği yolu temel olarak gözden geçirmemiz gerekiyor. Yerleşik yaşamın arifesinden başlayarak, topluluk yapısında kadınların görece daha ağırlıklı ve önemli bir görevi üstlendiğini biliyoruz: Beslenme ve çocukların yetiştirilmesi. Klan döneminde ebeveyn olarak anne önde olduğu için, akrabalık düzeninden işbölümüne dek birçok konuda kararı kadınlar vermeye başlamış. Bunun devamı, toplayıcılık döneminden yerleşikliğe geçişte, yani bildiğimiz uygarlığın oluşmasında en kritik evreyi başlatan tarımın, kadınlarca keşfedilmiş ve geliştirilmiş olması. Keza, yiyecek depolamayı sağlayan çömlekçiliğin ve dokumanın da kadınlar tarafından geliştirilmesi gibi. Uzatmak istemiyorum, bunlar temel antropolojik ayrıntılar ve birçok kaynakta izlemek mümkün. Ama bizim konumuz açısından kritik nokta şu: Tarımla birlikte gelen yerleşik yaşam, herhangi bir cinsiyetin diğerine göre üstünlüğünü değil, birlikte ve eşitlik altında hayatı paylaşmayı getiriyordu. Burada, bir tek ayrıntı gösterilebilir kadınlar “lehine” gibi görülebilecek, o da deneyim ve bilgi birikimini sistematik hale getirenlerin kadınlar olmasından ötürü, kanaat ve inanç önderliğinin, topluluğun deneyimli kadınlarına ve annelerine bırakılması. Ama elbette erkek şamanlar da var, tıpkı daha önceki evrelerde olduğu gibi.
Kısacası, aslında komünizmin klasik “herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimi kadar” ilkesine uygun; örgütlü; ama sınıf farklılıkları ve hegemonya olmayan bir sosyal düzenden söz ediyoruz. Dolayısıyla şiddete, silaha ve savaşa da yer yok bu yapıda. Neolitik döneme ait hiçbir kazı alanında da bugüne kadar en küçük bir silah ya da savaş izine dahi rastlanmadı. Dolayısıyla, bu anlamda bir “militer örgütlenme” de söz konusu değildi.
Gelelim bizim açımızdan önemli olan noktaya: Antropolog ve arkeologların bulguları, bu dönemin barışçı ve paylaşımcı sosyal düzeninin ardında biçimlenen inanç sisteminin, evreni ve dünyayı “koruyucu ve şefkatli bir anne” gören bir anlayışa yaslandığını gösteriyor. Çok eski dönemlerden itibaren, dağlar tanrısaldır; o dağların yamaçlarındaki mağaralar da kutsal ritüel alanlarıdır. Hatta sonraki dönemlerdeki temel tapınak mimarisinin mağara simgeselliğinden etkilendiğini ve onu model aldığını da söyleyebiliriz. Mağara kadın cinsel organı ve ana rahmini, dağlar ve tepeler de kadın memesini simgeler.
Bu anlayış uzantısında evren bir bütündür; her varlık onun parçasıdır; bütünlüğü ve birliği oluşturan da “Büyük Anne”dir. Sonradan farklı kültürlerde çeşitli adlarla anılan anne: Kubaba, Kybele, Hathor, Ninhursag, İnanna, İştar, Astarte, Anat, Demeter, Anna… Doğanın ve evrenin yapısı içindeki temel görüngüler, “Anne”nin farklı yönlerini simgeler ve bu amaçla kullanılır o toplulukların inanç sistemlerinde. Burada “anne”nin öne çıkması cinsiyete bağlı bir ayrımdan çok, “doğum” olayının yaratımla eşdeğer tutulmasından. Kadının doğurma yeteneğiyle evrenin hayat veren, var edici gücü arasında simgesel bir bağlantı kuruluyor yani. Tarihin en eski simgelerinden “ankh” da bu bağlantıya gönderme yapan sembolizmin bir ürünü. Ancak, doğal şartlardaki değişimin göçleri zorlamasıyla birlikte, daha uzaklarda yaşayan kavimler, Yakındoğu’ya, Anadolu’ya, Avrupa’ya doğru ilerledikçe, önemli bir farklılık ve sorun çıkıyor ortaya: Uzun göç şartlarının getirdiği, şiddeti ve otoriteyi temel alan bir kültür, yerleşik ve barışçı, üstelik üretimi geliştirdiği için görece çok daha iyi durumdaki başka bir kültürle karşılaşıyor.
Bunun uzantısında, yerleşik toplumun tarım üretimi başta olmak üzere, hayatı idame ettiren tüm varlıklarına, çalışarak ve paylaşarak değil, “zor yoluyla” sahip olma durumu çıkıyor ortaya birçok yerde. Bronz Çağı’yla birlikte Harappa’da, Mezopotamya’nın doğusunda, Anadolu’da, Mısır’da,yunan anakarasında ve daha birçok yerde işgal, yağma ve şiddet izlerini görüyoruz. Askerlik, savaşçılık, fiziksel güç öne çıktıkça da, doğal olarak erkeğin egemenliği ve avantajları netleşip, bir sosyal/siyasal karşılık bulmaya başlıyor.
Ataerkil dönüşümün sosyal ve siyasal boyutlarını ele almak uzun sürer. Ama felsefi ve kültürel boyutları bizim için önemli, çünkü inanç sistemlerinde de kritik bir değişimin başladığına; Ana Tanrıça figürünün yavaş yavaş bir adım, hatta birkaç adım geriye doğru itilip, yeni iktidar sistemiyle örtüşecek Eril Tanrı figürlerinin egemen hale gelmeye başladığına tanık oluyoruz. Bu, barışçı ve koruyucu, kucaklayıcı, tek bir “Evren Anne” modelinin yerini, ilkin “Baba”nın, sonra erkek niteliklerini yücelten diğer figürlerin almasını sağlıyor ve bin yıllara yayılan bir süreç içinde, sevecen ve koruyucu tanrısallığın, öfkeli, kıskanç, cezalandırıcı, yeri geldiğinde yok edici Fırtına Tanrıları ile yer değiştirdiğine tanık oluyoruz. Kısacası, birkaç önemli sonucu var bunun:
Birincisi, eşitlik ve paylaşımın yerini, sınıf farklılıklarının ve eşitsizliğin alması; ikincisi, buna doğrudan bağlı olarak kadının statüsünün hızla düşürülmesi ve net bir erkek egemenliğine gidilmesi; üçüncüsü de bütün bu anlayışı kucaklayacak arka planın, yani inanç sisteminin erilleştirilmesi. Bu dönüşümün, oldukça kritik bir kırılma noktası yarattığını ve aslında sözünü ettiğimiz ezoterik bilgi kaybının bu dönüşümden sonra gitgide hızlandığını düşünüyorum. Sonradan çeşitli örgütlenmelerle eski eşitliği restore etme misyonunu üstlenenler (ki Pythagoras da buna dahildir) dişillik-erillik ayrımı yapmaksızın bütünlüğü ve birliği çeşitli alegori ve simgeselliklerle bezediler ama evrenin “anne rahmi yaratıcılığı” ilkesini aynen korumaya çalıştılar. Bu arada, ölüm-yeniden doğum mitlerinde ana kahraman hep erkek oldu gibi görünüyor ama aslında onun kişiliğinde yaratıcılık ve evrenin bütünlüğü, aslında hep anne ile vurgulandı. Kybele’yi, Demeter’i, İsis’i, hatta Meryem’i düşündüğümüzde, örtülü anlatımın gerisinde asıl vurguyu oluşturan anne figürü çıkıyor karşımıza.
Sonsuz:
Ruhsal açıdan bakıldığında bu süreçte neleri yitirdi insan, Cem. O hep aradığımız “Ben”likten bu dönemde mi koptuk ve tekrar onu mu yakalamaya çalışıyoruz? Ne dersin?
Cem Şen:
Hasan tersine bir evrim izledik ve kendi doğamıza aykırı bir hareket yaptık bu dönemde. Çünkü Burak’ın ana merkezli yaşam algılayışı olarak anlattığı dönem beynimizin evrimi ile de yakından ilişkiliydi. Bu evrim, bizim kendimiz dışında bir şeylerle ilişki kurduğumuz ve kendi bireyselliğimizden gönüllü olarak vazgeçtiğimiz bir dönemdi. Bu dönemi yine beynimizin evrimi uyarınca izleseydik, her şeyle ve yaratan ile birliği deneyimleyeceğimiz bir döneme doğru gidecekti. Bu noktada dışarıdan bakıldığında Burak’ın açıklamalarına tezat oluşturuyor gibi görünebilecek bazı açıklamalar yapabilirim ama bunları yapmak istemiyorum. Çünkü bunlar gerçekte tezat oluşturmayacak ama okuyan öyle anlayacak. Durumun geneline baktığımızda her zamanki soru ile karşılaşıyoruz: Peki ne yapmak lazım?
Yalan artık bebeklerin bile beynini etkiler hale gelmişken ne yapmak lazım da bu durumdan kurtulunsun? Matrix ve benzeri filmler bu durumu sembolik olarak anlatmayı denediler. Bütün mesele her zaman olduğu gibi korkularımızdan kurtulmak ve bir tür aydınlanma yaşamak.
Aydınlanma ile tanımlamaya çalıştığım şey şu: Zihin sessizliğe ve önyargısızlığa çekildiğinde açığa çıkan tuhaf bir kimyasal tepkime, beyinde bir açılıma neden olabiliyor. Bu açılım beynin bazı bölgelerinde canlanma oluşturuyor. Bu canlanma ise algının normalde olduğunda daha keskin bir hale gelmesini sağlıyor. Bu aydınlanma adımı sonucunda gerçeklik daha geniş bir bakış açısından görülüyor. Mesela buna bir örnek vermem gerekirse, bu tür bir aydınlanma deneyiminin ardından kutsal metinleri anlamaya başlıyor insan. Mesela zorlu sutralar bir anda anlam ifade ediyor ve ustalarla bu konuyu konuştuğunuzda anlayışınız sizin testiniz olabiliyor. Aynı algılama hayatı ve gerçekliği de farklı bir gözle görmemize neden oluyor. Bu nedenle korkunun ortadan kalkmasına neden olacak bir zihin suskunluğuna ihtiyaç var. Bir şey yapmaya değil, yapmamaya ihtiyacımız var. Sokrates ya da Heraklitus gibi bilgeler çoğu zaman gün ortasında saatlerce boşluğa bakmalarıyla ünlüydü. Hiçbir şey yapmadan öylece boşluğa bakarlardı. Bu bazen saatler ya da günler sürerdi. Bu boşluk durumu algının kapılarını açardı. Yani bilgi anlama çabasıyla gelmiyor; anlama çabasını bırakarak geliyor. Eski gizem ya da kadim dinin en önemli ifadelerinden birisi şudur: Gizem ya da gerçeklik bir bilgi değil, bir deneyimdir. Bu nedenle içe doğma kelimesi kullanılırdı.
Hayatın bizleri bu kadar bir şey yapmaya zorladığı bir dünyada sanırım en zor şey bir şey yapmamak. Eğer bir şey yapmamayı, bir şey olmamayı daha doğrusu bu çabayı bırakabilirsek sanırım ne yapacağımız da kendi kendine ortaya çıkabilir. Bunun dışındaki çabalarımız maalesef bizi bir yere ulaştırmayacak gibi görünüyor.