2003 yılının yaz ortasında çıkan kitabımda, dünyanın döngüsel değişim süreçlerindeki kritik aşamalardan birine girilmekte olduğuna ve bunun fiziksel, maddi bir yıkımdan çok, bir “dönüşüm” başlangıcı olacağına; tetikleyeceği sosyal ve siyasi süreçlerin, hatta insan duygu ve düşünce yapısı üzerinde ortaya çıkaracağı psikolojik etkilerin önemine dikkat çekmeye çalışmıştım. Ama siz neyi anlatmaya çalışırsanız çalışın, karşınızdakinin sizi ne kadar anladığıyla ya da ne kadar anlamaya istekli olduğuyla sınırlısınız. İnsanların okumayı bir “angarya” gibi gördükleri ve bu nedenle iletişim ya da bilgi aktarımının “kısa ve vurucu mesajlar” düzeyine indirgendiği çevresel koşullar altında, “tek bir cümle”ye sığdırılabilecek bir slogan talebiyle yaklaşılıyor kitabınıza ya da anlattıklarınıza. Bunun doğal ve kaçınılmaz sonucu da, ifade ya da fikirleri alabildiğine klişeleştirmeye meraklı medya eğilimleri uzantısında, altı yüz küsur sayfalık bir incelemeden yalnızca “bir gezegen gelecek ve 2012’de büyük afetler yaşanacak” önermesinin çıkarılıp masaya yatırılması.
Hatta bu kadarla bile kalmıyor “indirgeme” işlemi ve o altı yüz küsur sayfayı okumaya üşenen, çünkü zaten hayatı boyunca toplam olarak bile bu kadar sayfayı okumamış olanlar tarafından, çıkarılan anafikir iyice çarpıtılıp deforme ediliyor ve “bir göktaşı çarpacak” noktasına vardırılarak “kıyamet kopacak” mesajı üzerinde yeni ve kitabın kendisine bütünüyle yabancılaşmış bir eksen yaratılıyor. İstenen bu çünkü. Az kelime, az bilgi, kısa cümleler ve kestirme vurgular. Medyayı da, siyaset dünyasını da “reklamcı” mantığı ve ilkeleri yönetmeye başladığından beri, bu kaçınılmaz olarak böyle. Çoğu kez yüzsüzce ve arsızca bir “dayanak” yaratılıyor bu tavrın gerekliliğini desteklemek üzere: “Halkın ezici çoğunluğu eğitimsiz, okumuyor, bilgisiz ve cahil. Senin uzun analizlerin ya da ayrıntılara giren bilgi aktarımın, yapısal kaygıların kimsenin umurunda değil. Anlamalarını istiyorsan, bu ilkelere uyacaksın!”
“2012: Marduk’la Randevu”, Yayıncılar Birliği ve Kültür Bakanlığı’nın istatistiklerine göre, 2004 yılının en çok satan beşinci kitabı. (İlk üç sırayı Dan Brown’ın kitaplarının paylaştığı düşünülürse, Türkçe orijinli kitaplar içinde ikinci.) Buna karşın, bu kitabın çizmeye çalıştığı çerçevenin ve dikkat çektiği noktaların, yeterince sağlıklı anlaşıldığı konusunda fena halde kuşkuluyum. Okumamak ya da kendince “önemsiz” bulduğu sayfaları, bölümleri atlayarak aradan cımbızla seçilmiş birkaç paragraf üzerinden “tümevarım” yapmak o denli yaygın bir davranış ki, hemen devamında kitapla ya da içerdiği tezle ilgili “refleks” gibi ortaya çıkarılan bazı olumsuz tepkilerde, gerçekle iyiden iyiye bağını yitirmiş, hayali bir teoriye karşı eleştiriler ortaya çıkıyor. Bu tıpkı, Don Kişot’un yeldeğirmenlerini ejderhalar gibi görüp, sonra onlarla savaşmaya çalışması gibi bir şey. Yani yalnızca gülünç değil, aynı zamanda trajik de. Mesela, bir gazetenin “her şeyi bildiğini” düşünen bir yazarı, “Marduk adlı bir göktaşının 2012 yılında dünyaya çarpacağı iddiası, Pentagon kaynaklı bir yalandır” diye yazabiliyor köşesinde. Güler misin, ağlar mısın, arada vakit bulup yanıt vermekle mi vakit yitirirsin? Hangi “göktaşı”, hangi “çarpma”, ne Pentagon’u? Ya da mesleki uzmanlığını ekranlarda futbol geyiği yapmak ve arada “aşk yazarlığı” sergilemek üzerine kuran bir başkası, “Afrika’da insanlar açlıktan ölünce kıyamet kopmuyor da, Marduk gelince mi kopuyor?” diyerek, okumadığı, hakkında en küçük bir fikri bile olmadığı bir kitabın temel tezini “tahmin”leriyle önce kafasında yaratıyor, sonra da bu “tuzu kuru zenginlerin emekçi halkı oyalayıp aldatması” amacı güden kitaba kendince tepki gösteriyor.
Ayrıntıları çeşitlendirmeye gerek yok. Haksızlık etmeyeyim, kitabın anlatmak istediğini bütünüyle doğru anlayıp, değerlendirmelerini bu doğrultuda yapan çok sayıda yazar ve basın mensubu da var tabii; burada yalnızca medya cahillerinin genelde dünyaya nasıl baktıklarını (ya da bakamadıklarını) ortaya koyan olumsuz örneklerden söz ediyorum. Yalnızca kendisi yanlış anlamakla, daha doğrusu “anlamamakla” kalmayıp, başkalarının da bu çarpık algılama alışkanlığını paylaşmasına çanak tutanlardan yani. Dedim ya, okumuyoruz, bilmiyoruz, bir adım daha ileriye gitmenin yolunun bir kitap daha okumaktan geçtiğini görmemekte ısrar ediyoruz. Toplumdaki ezici çoğunluğun “bilgiden kaçma” eğilimi yeni bir olgu değil, bu zaten böyle. Ama daha tüyler ürperticisi, işi “yazmak” olan ya da en azından kendisini böyle konumlandıran insanların okumaması ve buna rağmen, “bilgi sahibi olmadan her konu hakkında fikir sahibi olmayı” büyük bir rahatlıkla sürdürmesi.
Kitap yeni çıktığı günlerde, bir sohbetimiz sırasında Engin Ardıç şaka yollu sataşmıştı bana: “Sen aslında yanlış yaptın oğlum, bunlar o uzun tarihsel panoramaları, sosyopolitik analizleri, tarih dönemleri ve inanç sistemlerinin gelişimiyle ilgili saptama ve yorumları anlamazlar. Okumazlar çünkü, bazıları okusa bile kafaları basmaz. Sen çıkacaktın, kitabın birinci bölümünün başlığı olarak ‘Marduk gelecek, ebenizi sevecek’ yazacaktın, bak nasıl bayılıyorlardı.”
Epeyce güldük; ama keyifli değil, biraz “acı” bir gülüştü bu aslında. İzleyen dönemde, her zaman olduğu gibi Ardıç’ın dediği doğrulandı: Ben öyle bir başlık kullanmasam da, onu o hale getirmeyi başardılar. “Kıyamet ve kehanet” edebiyatının çekiciliğineuygun bir malzeme olarak görmeye ve göstermeye çalıştılar kitabı. Derhal alıştığımız medyatik tezgâhlar kuruldu: “Teamül” gereği, böyle bir durumda, kitabın yazarına neredeyse ana avrat söverek saldıracak “karşıt görüş” sahipleri her cepheden seçildi. (Güleceksiniz ama “falcılar” bile yerlerini aldılar bu saldırı ritüellerinde.) Dinciler beni “dini duygulara saldırmakla” suçladı, daha müthiş politik analiz erbabı benim “İsrail ve Amerikan ajanı” olduğum iddialarını en hakaretamiz ifadelerle ortaya attı (üstelik, gerek kitapta gerek sitemdeki makalelerde doğrudan en sert eleştirileri ABD’ye ve İsrail’e yöneltmiş olmama rağmen.) Bazıları işi iyice abarttı, benim “mason” olduğumu ve Türk gençliğini zehirlemeye çalıştığımı söyledi; bilim adamı olma iddiasındaki birileri de insanları paniğe yönelterek para kazandığımı, bu paraları hayır kurumlarına bağışlamam gerektiğini, benim yüzümden çocukların “Nasıl olsa Marduk gelecek” diye ders çalışmadığını, evini barkını satıp bir yerlerde sığınak yapanların ileride benden tazminat talebinde bulunabileceklerini, gözlerinden ateşler saçarak anlattı. Şaka değil, ciddi söylüyorum. J
Açık konuşmak gerekirse, bunlar benim beklemediğim, çok şaşırdığım şeyler değildi. Elbette düşünceye ve bilgiye karşı suçlama ve hakaretle yanıt verme eğiliminin giderek kemikleşmeye başladığı bir toplumda yaşadığımı biliyordum ve bunların büyük bölümünü de öngörüyordum tabii. Bu nedenle, medyanın hazırladığı, kör döğüşüne dönen “tartışma platformu” anlayışına daha baştan tavrımı koydum ve bunlarla işim olmadığını açık bir dille anlatıp, saygı duyduğum birkaç yapımcının programlarında söyleyeceğimi söyledikten sonra, özellikle televizyonlarla ilgimi kestim. Böyle bir kesin tavır, bazılarını daha da kızdırıp saldırganlaştırıyor tabii. “Sen kitap yazacaksın ve biz çağırdığımızda programa gelmeyeceksin ha? Biz de sana gününü göstermez miyiz?” deyip, kendi oyunlarını oynamayı sürdürüyorlar. Eğer bunlara takılır, üzerine gitmeye çalışırsanız, kendi elinizi ayağınızı bağlar, hiçbir şey yapamaz hale gelirsiniz. Oysa daha üzerinde çalışılacak, yazmakta olduğunuz çok şey vardır ve tek “resmi” iletişim kanalı olarak web sitenizi belirler, yolunuza devam edersiniz. Bu nedenle açıkçası vızıldamaları iplemedim ve iplemiyorum da.
Bu aşamada, “politically correct” bir davranış kalıbıyla hareket etme gerekliliğinden, çünkü kitabınızı insanlara duyurmak için televizyona ihtiyaç duyacağınızdan söz eder size birileri, akıl fikir vermeye çalışır. Benim için bu, hiç böyle olmadı. Giriş yazısında da belirttiğim gibi, ben bu kitabı kestirme yanıtlar ve sansasyonel kehanetler peşinde koşanlar için değil, gerçek “okuryazar okur” için yazdım. Kimdir bu “okuryazar okur”? Hayatının içinde “kitap satın alıp okuma” eylemi zaten belli bir düzen içinde gerçekleşen insanlardır. Haftada, hiç değilse onbeşte bir, sevdiği bir kitap mağazasına uğrar, neler çıkmış diye bir göz atar, şöyle bir elinde evirip çevirir, içini karıştırır ve ilgisini çekiyorsa, satın alır. Bazıları, bunun yanı sıra, gazete ve dergilerin kitap tanıtım sayfalarına ara sıra da olsa bakar, yeni çıkan kitaplardan ilgisini çekenleri işaretler ve fırsat bulduğunda gidip satın alır. Bu insanlara, “Bak benim şöyle bir kitabım çıktı” diye, masa masa gezen konsomatrisler gibi televizyonlarda şov yapmanın alemi yoktur, çünkü kitap satın alma davranışlarını televizyona göre ayarlamazlar. Zaten biliyorlardır o kitabın çıktığını, görmüşlerdir ya da yakın bir zamanda görecek, belki de arkadaşlarından, dostlarından duyacaklardır. Kitap böyle satın alınır ve okunur arkadaşlar; hayatında kitapçı dükkanına uğramamış birisi, televizyonda “sansasyonel” biçimde sizin kitabınızdan söz edildiğini duyacak da yolunu bile bilmediği kitapçılardan birine girip, satın alacak. Alır ya da almaz ayrı mesele de, siz böyle bir “okur”u mu düşünmüşsünüzdür acaba o kitabı yazarken?
Kendimizi aldatmayalım; kitabı “geniş kitleler” falan almaz. Türkiye’de de, toplasanız, belli bir düzen içinde kitap satın alıp okuyan, evinin bir köşesinde küçük de olsa bir kitaplığı bulunan insan sayısı üç yüz bini, bilemediniz beş yüz bini geçmez. O halde, “milyonlara hitap eden” televizyona da ihtiyacınız olmasa gerektir ve siz bu toplumdaki bir “azınlık” için yazıyorsunuzdur zaten. “Kitap satın alan ve kitap okuyan” bir azınlık. Bence ülkenin en değerli azınlık kategorisi.
Gelelim kitapta kısmen sözünü ettiğim (“kısmen” diyorum, çünkü aslında çok daha uzun ve derin oylumları olan bir konu bu ve bu nedenle hacmi mümkün olduğunca düşük tutabilmek için “üç kitaplık” bir diziye bölmeye çalıştım) bu kritik dönüşüm ve değişim evresiyle ilgili neleri vurgulamaya ve nelere dikkat çekmeye çalıştığım konusuna. Yani, şu “anlamamakta direnilen ve basit sloganlara indirgenen” noktaya. Kitabı bütünüyle okuyanlar için herhangi bir açıklama yapmaya gerek yok gerçi ama bir şekilde bu kitaptan söz edildiğini duyan ve içeriğini “medyanın sunduğu kadarıyla” bilenlere şunu söyleyeyim bir kere en başta: “Kaçın, felaket geliyor, canınızı kurtarın” falan demedim bir kere ben, bunun altını çizelim. Hiç böyle bir derdim yok. İkincisi, bir “kıyamet”ten ya da “dünyanın sonu”ndan falan da söz etmedim, hatta bunun böyle bir şey olmadığının altını çizmeye çalıştım. Bir döngüden ve defalarca yinelenen bir doğal süreçten söz ediyoruz; eğer “dünyanın ve insanlığın sonu” olsa bu, şu anda bizler burada olur muyduk? İzini sürdüğüm ve bir araya getirdiğim verilerle, bundan 3650 yıl önceki “geçiş”ten ve bunun yarattığı sonuçlardan bir panorama çıkarıyorum, yani İsa’dan önce 1650 yılının hemen sonrasından. O tarihte “dünyanın sonu” mu gelmiş ki, şimdi böyle bir yoruma kapı açacak bir gönderme aranıyor?
Kulaktan dolma dedikoduyla köşe yazısı yazan okuma tembellerinin sandığı gibi, “dünyaya çarpacak” bir gök cisminden falan da söz etmiyorum tabii. İşin içinde ne böyle trajik bir “son” var, ne de mistik, dinsel kehanetler ya da batıl inançlar. Her şey çok basit aslında: Tarihte, biraz “silik”leşmiş de olsa izleri görülebilen, dönemin büyük uygarlıklarının, deyiş yerindeyse “süper güç”lerinin hükümranlık yeteneklerini ciddi biçimde sekteye uğratan ve belli kritik bölgelerde sosyopolitik kaosa yol açan, bir dizi etkili doğal afetten söz ediyoruz. Bu etkinin tetikleyicisi de dünyanın kendi dinamikleriyle değil, bir “dış etken”le bağlantılı: Yani, yakın geçiş yapan bir gök cismi ya da göksel sistemle. Bunun izlerini ve üzeri örtülmüş göstergelerini eski toplumların inanç sistemlerinde, kutsal metinlerinde ve en önemlisi, bir “rahipler kastı”nın ayrıcalığına bırakılan gözlem ve kayıtlarda buluyoruz. Parçaları belli bir “anahtar”la çözerek bir araya getirdiğinizde, insanlığın kolektif bilincine damgasını vurmuş bir “göksel korku” ve bunun “dünyevi” sonuçlarıyla ilgili kaygılar çıkıyor ortaya. Eğer “2012: Marduk’la Randevu”da, doğal afetlerle bağlantılı bir “mesaj” yakalamaya uğraşıyorsanız, işin en temel noktası bu.
Elbette, modern arkeolojinin ve antropolojinin, özellikle son çeyrek yüzyılda cesaretle ortaya çıkmış temsilcileri, yani aslında “yerleşik yargı ve anlayış”a karşı çıkmaya cüret edebilmiş bir avuç gözükara bilim adamı sayesinde, bu tür etkili doğal afetlerin uygarlık tarihinde nasıl etkilere yol açabildiğini ve beklenen seyri nasıl değiştirebildiğini de görebiliyoruz. Kitapta, özellikle İ.Ö 1650 sonrasındaki gelişmelerin izlerini sürerek, Mısır, Babil, Asur, Harappa, Çin ve La Venta uygarlıklarının, belli bir döneme (aşağı yukarı on yıl) sıkışıp yoğunlaşmış bir dizi doğal afet nedeniyle nasıl ekonomik ve psikolojik olarak güçsüz duruma düştüklerini; bu çöküntünün “fiziksel askeri güç”lerini de etkileyip merkezi otoriteleri nasıl zayıflattığını; ortaya çıkan sosyopolitik kaosun siyasi güçler arası dengeleri nasıl etkileyip, bir yandan yeni devletleri ortaya çıkarırken, bir yandan da eskinin güçlerini nasıl tarihten sildiğini sergilemeye çalıştım. Bu tablo içinde, “insanlığın büyük çoğunluğunun yok olacağı” bir kıyamet resmi falan yoktu; belki can kaybının toplamı birkaç yüz bin kişiyi de geçmemişti ama uygarlığın rotasında bir “dış faktörün” etkisiyle ciddi bir sapma yaşanmış, bir başka deyişle bir “kırılma noktası” ortaya çıkmıştı işte.
Bir tezi yalnızca “günlük pratik sonuçlara” bakarak genelleştiremezsiniz. “2012: Marduk’la Randevu”da bu nedenle, çok uzun zamandır üzerinde çalıştığım, bu olguyla yakından bağlantılı bir başka kritik konuyu da ortaya koymaya çalıştım: Toplumbilim teorilerinde “sınıflı toplum”ların ortaya çıkış biçimi, bunun kriterleri ve işleyişiyle ilgili bulanık noktalara, sınıfsal farklılaşmanın “ilksel” maddi aracı olarak “bilgi”yi, iktidar ve hegemonyanın korunmasıyla ilgili olarak da “okültizm”i, yani bilgiyi “üzeri örtülü hale getirme”yi alternatif yaklaşım olarak sunarak, bir hayli “radikal” sayılabilecek tezler de getirdim. Toplumsal sınıflar elbette üretim araçları üzerindeki mülkiyet biçimine bağlı olarak konumlandırılırdı ama bu mülkiyet biçimine erken neolitikte zemin hazırlayan ve “farklılaşma”yı yaratan olgunun “bilgi”ye sahip olan bir “rahipler kastı” olduğunu ortaya koymaya çalıştım. Bu temel yaklaşım, inanç sistemlerine ve onların (Louis Althusser’in de kullandığı biçimiyle) bir hegemonya aygıtı olarak gelişimlerine de kritik bir bakışı gerektiriyordu ki, bu, “devlet ve iktidar” sorunsalında bilgi ve bilgisizleştirme ya da yanlış bilgilendirme (disinformation ve misinformation) olgularının “sınıfsal bir davranış biçimi” olduğunun altını çiziyordu.
Yine kitabın akışı içinde, kutsal metinlerin “tarihsel kaynak” olarak kullanılabilmeleri için gerekli olan “doğrulanabilme” niteliğini, ancak “doğanın tarihi”yle sınayarak görebileceğimize dikkat çekmeye çalıştım ve bu anlamda “Mısır’dan Çıkış” mitlerinin İ.Ö 1650 afetler zinciriyle bağlantısını vurguladım. Belki bütün bunlardan çok daha önemlisi, Mısır tarihinde ejiptologların “Hiksoslar Dönemi” olarak adlandırdıkları ve Yukarı Mısır’ın Asya kökenli göçebe bir kavim tarafından işgal edilmesi üzerine kurulu, kanıksanmış ve yerleşmiş bir teorinin yanlışlığını sergilemek oldu. Gerçekte yaşananın, İ.Ö 1650 sonrasındaki afetlerin etkisiyle gücünü yitiren merkezi Mısır otoritesinin güneye, Teb bölgesine çekilmesi ve kuzeyde, delta bölgesinde, o döneme dek hor görülen ve “ikinci sınıf” kabul edilen “Mısır taşrasının” egemenliği ele geçirmesi olduğuna dikkat çektim. Yani gerçekte kim olduğu bilinmeyen ve izleri bütünüyle silinmiş bir “Asyalı işgali”nden çok, Mısır’da afetler sonrasında bir “iç savaş” yaşandığı olgusunu gündeme getirdim ki, bu hem tarihsel hem de sosyolojik anlamda yeterince radikal ve provokatif bir tezdi; tarih kitaplarının değişmesini gerektirecek kadar kritik bir olaydı hatta.
Diğer yandan, İ.Ö 1650 sonrasında yaşanan sosyopolitik kaosun dönemin egemen güçleri üzerinde yaptığı sarsıcı etkinin, uygarlığın seyrini etkileyecek oranda güçlü olduğundan yola çıkarak, benzeri bir afetler zinciri ve onu izleyecek olası kaotik gelişmelere yapılmış göndermeler var kitapta ki, bu aslında belki de en kritik noktalardan biri. Nedir burada dikkat çekilen şey? Bir “kıyamet” ya da mistik bir facia falan değil tabii. Benzerlerini uzun aralıklarla zaten yaşadığımız, büyük ve etkili doğal afetlerin, daha geniş bir coğrafyada ve daha kısa bir zaman aralığına sıkışmış biçimde gerçekleşmesiyle ortaya çıkacak bir zincirin olası etkileri. Asya’daki son deprem ve tsunami afetlerini düşünün; dünyanın sonu falan değildi tabii ama orada olup bunu bire bir yaşayan ve hayatta kalan insanlar için ciddi bir kâbustu. Bu kâbusun üçer beşer ay aralıklarla farklı yerlerde yinelenmeye başladığını düşünün: Hint Okyanusu’ndaki olayın sözgelimi bir altı ay sonrasında, Pasifik’i alt üst edecek bir deprem ve tsunami zinciri mesela. Yine aynı dönemlerde ya da kısa bir aradan sonra, iklime bağlı “anomali”lerin değişik yerlerde hayatı felç edecek afetleri tetiklediğini getirin gözlerinizin önüne; şu, geçen yaz Florida ve çevresinde yaşanan kasırga serisi gibi. Fazla örnek vermeye gerek yok herhalde, bu manzarayı tahmin etmek çok da zor olmasa gerek. Milyonlarca insanın öleceği, kentlerin yıkılacağı fantastik olaylardan söz etmiyoruz burada. Ama, “acil yardım operasyonları”nı bile zor duruma düşürecek, art arda gelen etkili afetlerin yaratacağı psikolojik çöküntüye dikkat çekmeye çalışıyoruz.
Geçen yıl, Florida ve çevresinde bir ara “asayiş”i sağlamak gittikçe güçleşmişti. Böyle bir darbe yiyen insanların karşısında “merkezi otorite” denen ve normal zamanda korkulan, kurallarına uyulan güçler bir anda anlam ve önemini yitirmeye başlarlar. Banda Aceh’de tsunami sonrasında yaşanan kargaşa ve kimi yerlerde ortaya çıkan huzursuzluklar, isyanlar bunun tipik örneklerinden biri. Aynı şeyler, Andaman ve Nicobar Adaları’nda ve Tayland’da da yaşandı. Yardımlar ulaşamadı, insanlar aç susuz ve barınaksız kaldı, düzen ve otorite ciddi biçimde sarsılmaya başladı ve bölgede süregiden kanlı iç savaş bile ikinci planda kalıverdi bir anda, dengeler alt üst oldu. ABD’nin güçlü bir askeri donanma ve birliklerle, savaş uçaklarıyla hemen bölgeye gitmesinin nedenlerinin başında bu geliyordu tabii ki. Sivil ekiplerle yardım ve kurtarma çalışmalarının başarılı olamayacağı, çünkü “otorite boşluğu”nun o bölgede kaotik bir ortamı besleyeceğini çok iyi biliyorlardı.
Eğer uzak tarihteki “büyük kaos”u da dikkate alır ve tarihsel kayıtları incelerseniz, birkaç yıla yoğunlaşmış güçlü ve etkili afetler zincirinin, dünyanın “kritik ve hassas” bölgelerindeki dengeleri nasıl etkileyeceğini bilir ve önlem alma gereği duyarsınız tabii. İ.Ö 1650 ile 1500 arasındaki 150 yıllık bir dönem, tarihçiler tarafından “Karanlık Çağ” olarak adlandırılıyor. Bu döneme ilişkin hemen hemen hiç tarihsel kayıt yok, tam bir kopukluk görülüyor kronolojilerde. Hemen sonrasına ilişkin kayıt ve buluntularda sezilense, İ.Ö 1650 ile 1640 arasında yaşanan doğal afetlere bağlı kaosun, dönemin “kayıt tutan” egemen devletlerini ciddi bir kaosa ve güç yitimine sürüklediği. Mısır sarsılıp parçalanmış, kuzeyinde “Hiksos Krallığı” denen bir başka isyankâr otorite belirmiş. Asur ticaret kolonileri (ki o dönemin ticaret ve ekonomisinin can damarları ve temeliydiler) yerle bir olmuş, bu ekonomik çöküntü ve askeri zayıflama Asur’u ciddi biçimde sarsmış. Daha güneyde, dönemin güçlü devletlerinden Babil, ilkin Hititlerin akın ve yağmalarıyla yerle bir edilmiş, sonra Kassitlerin denetimine girmiş. Hindistan’da, Harappa’da o görkemli kentler sarsılmış, ticaret ve tarım merkezleri çökünce ekonomi de belini doğrultamamış ve Harappa uygarlığı tarihe karışmış, güç dengeleri kuzeyden gelen Ariler lehine değişmiş. Ege’de, İtalya ve Kuzey Afrika kıyılarından, Doğu Akdeniz’in liman kentlerine dek uzanan bir alanda ticareti ellerinde bulunduran, ekonominin lokomotiflerinden Minos uygarlığı yıkılıp gidivermiş, bir süre sonra da kuzeyden adalara akın eden Mikenlerin ve Grek kavimlerinin eline geçmiş üstünlük. Kısacası, doğal afetlerin neden olduğu bugün bilinen bir 10 yıllık sarsıntı, dünyanın önemli bir bölümünde 150 yıllık bir kargaşa, belirsizlik ve kaosa neden olmuş ki buna tarihçiler “Karanlık Çağ” demişler.
Doğal afetler dendiğinde akla elbette ilkin can kayıpları, yitirilen hayatlar geliyor ama “geride kalan çoğunluk” için olayın kendisini izleyen süreç içinde beliren zorluklar, belki de çok daha dikkate değer etkilere sahip. Merkezi resmi otoriteler, dış koşullar denetlenebildiği ve istikrarlı bir seyir izlediği sürece, güçlerini ve otoritelerini asıl hedefleri olan insan kitleleri üzerinde egemen kılabilirler. Ama afetler ve hemen sonrasında yaşanan olumsuz koşullar çoğu kez bu otoriteyi kendiliğinden bir tepki ve inisiyatif karşısında güçsüz düşürebilirler bazen. Hele söz konusu bölge, gelen yıkım fiziksel olarak “kayda değmez” gibi görünse bile darbeyi ekonominin ve ulaştırma/iletişim ağının can damarı olarak nitelenebilecek yerlerden almışsa. Günümüzün küreselleşme hamlesi içindeki uluslararası kapitalist sistemi, bütün o görkemine karşın, ekonomik ve siyasal gücünü birkaç çok basit ilkenin ve düzeneğin iyi işlemesi üzerine kurmuştur: Homojenleşen uluslararası bir pazar yapısı; mal, likit sermaye ve emeğin koşulsuz ve serbest dolaşımı; düzgün ve güvenli bir iletişim-ulaştırma sisteminin varlığı. Bunlardan birinin eksik olması durumunda sistem sallanmaya başlar, bir ikincisi de eksilirse tökezleyip çöker. Bunun içindir ki savaşlarda karşı tarafı güçsüz düşürmek isteyenler, onları cephe gerisindeki bu noktalarında vurmaya ve böylece dengelerini bozup iç işleyişlerini aksatmaya çalışırlar.
Bu anlamda, afetin getireceği fiziksel yıkımdan çok, darbenin nerelerden alındığı ve nelerin sarsıldığı anlamlı hale gelir. Eğer lokal olarak düşünmüyor ve günümüzün globalizasyon efendileri gibi dünya üzerindeki pazar akışkanlığını ve kritik kaynakların bulunduğu noktaları bütün bir harita üzerinde görmeyi yeğliyorsanız, hassas ve “elde tutulması gereken” noktalarda oluşacak aksamalara, hele hele siyasi kaos ve istikrarsızlık potansiyellerine izin vermek istemeyeceğiniz açıktır; çünkü bu, sizin egemen kılmaya çalıştığınız sistem için tehdit oluşturur.
Yeniden 3650 yıl öncesine dönersek: Dönemin güçlü Mısır’ı eğer zamanında harekete geçse ve bir yandan delta bölgesindeki egemenliğini ve fiziksel gücünü dikkatle organize ederken, bir yandan da doğuda, Sina ve devamındaki bölgelerde yaşayan göçebe kabilelerin potansiyel tehlike oluşturduğunu düşünerek o coğrafyayı kontrol altına almaya başlasaydı, belki de o siyasi kargaşayı ve “Karanlık Çağ”ı yaşamayacak; afetleri atlattıktan sonra bir restorasyon dönemi geçirip işleri yoluna koyacaktı. Neler yapılabilirdi bunun için? Memphis’in kuzeyi ve kuzeydoğusundaki bürokratik çürüme ve yolsuzluklar engellenebilirdi ve yönetim “sertleştirilirdi” mesela. Polisiye ve askeri güç, asayişi tehdit etme potansiyeline sahip bölgelerde yoğunlaştırılır, yeni yasal düzenlemelerle insanlar üzerinde baskı artırılırdı. İktidar giderek daha baskıcı ve daha gaddar bir görünüme bürünerek o dönemin koşulları altında iç dengeleri belli oranda güvence altına alabilirdi ve bunun sonrasında, gözler sınırların bittiği yere çevrilirdi. İşlerin karıştığı zor dönemlerde ortaya çıkacak olası zayıflıkları kullanabilecek kavimlerin üzerine, “testi kırılmadan önce” askeri birlikler gönderilir ve oralara operasyon düzenlenirdi. Mısır örneğinde bu, Sina, Midyan ve Filistin/Kenan bölgesi olarak ortaya çıkıyor. Yani, bugünün yerleşmiş terimiyle ifade edersek, “preemptive war” ile kritik bölgeleri güvence altına alırdı firavunlar. Ama bunu yapmadılar, güçlerinden ve iktidarlarından fazla emindiler, kimsenin onlara karşı çıkamayacağı ve başkaldıramayacağı yanılgısı içindeydiler ve bedelini ağır ödediler. Aynı şey, değişen bazı ayrıntılarla Asur, Babil, Minos, Harappa, Çin ve daha birçokları için de geçerli tabii.
Yaklaşık 150 yıl süren o kargaşa döneminin bitiminde ayağa kalkıp gücünü yeniden tesis edebilen imparatorluklar için artık iç ve dış politika yöntem ve araçları, bu deneyimden alınan derslerle bir hayli değişmişti. Kuzeyin yeniden ele geçirilip “Hiksos Dönemi”nin bitmesinden sonra kurulan Yeni Krallık dönemi, Mısır’da baskı ve zulmün günlük sıradan bir ayrıntı haline geldiği, despotik bir yönetim anlayışına sahne oldu. Askeri birliklerin önemli bölümü seferlerde ya da sınır savunmasında değil, iç istikrar ve asayişin sağlanması için kentlerde, merkezi noktalarda istihdam edildi; polis güçleri artırıldı ve çeşitlendirildi; adalet bürokrasisi katı bir hiyerarşi ve “köleci devlet”i tanımlayan yasa sistemleriyle merkezi otoritenin eline teslim edildi. Sınır ötesi politikalarsa, artık “preemptive” olmanın da ötesinde, “saldırgan ve yayılmacı” güdülerce yönlendiriliyordu. İ.Ö 1650’den sonra ayakta kalıp varlığını sürdürmeyi bir şekilde başarabilen hiçbir devlet, yalnızca sınırları içindeki topraklarını koruyup, komşularıyla ilişkilerini “ticaret” mertebesinde tutmakla yetinmedi. Ders alınmış; o “Karanlık Çağ” uygarlığın seyrini ciddi biçimde etkilemişti.
Yeniden bugüne dönelim: Aşağı yukarı 200 yıl önce kemikleşmeye başlayan bir “dünya sistemi” anlayışı, çok istasyonu geride bıraktıktan sonra bugün kendi içindeki “elit” kesimden bir uluslararası finans-kapital oligarşisi çıkarmış durumda. Şaşılacak bir gelişme değil tabii ki bu: Marx’ın 1860’larda ufukta göründüğünü sezdiği, Rudolf Hilferding’in gelişiminin en kritik evrelerinde analiz etmeyi denediği, Lenin’in de 1916’da son noktayı koyarak öngördüğü bir gelişimdi bu ve kapitalizm şu “tamagochi” denen sanal evcil hayvan oyuncakları gibi, olduğu yerde sessiz ve uslu duramayacağı, durduğu anda düşmeye başlayacağı için, kaçınılmaz görünen bir dönüşümdü.
Ne var ki, arkasındaki o müthiş teknolojisine, başa çıkılmaz ekonomik gücüne, yıldırıcı askeri olanaklarına ve yapısına rağmen “küresel entegrasyon süreci” bütünüyle bitmediği ve büyük kapitalist güçlerin iç çekişmeleri nedeniyle uzunca bir süre beklemede kalıp zaman yitirdiği için, bu finans-kapital oligarşisi çok da rahat değil. Ellerindeki haritada, kritik ve “kaosa elverişli” olarak işaretlenen bölgelerle, önemli enerji kaynaklarına ve stratejik konumlara sahip bölgeler çakışıyor, üst üste geliyor. Daha da fenası, jeolojik ya da iklimsel nitelikleri ve konumları nedeniyle, olası büyük katastrofik gelişmelerde yara alma potansiyeline sahip bölgeler de yine buralar.
Şimdi, eğer tarihi analiz etmeyi biliyor ve akıl ediyorsanız; yakın dönemde gerçekleşmesi beklenen doğayla ilgili süreçler hakkında birtakım raporları da elinizde tutuyorsanız; elinizin altında binlerce bilim adamı, araştırmacı, “think-tank” ve stratejist de varsa, kritik bir karar alıp yürürlüğe koyma noktasına gelirsiniz: “Testi kırılmadan, denetimi ele almak”. Nerelere gideceğiniz, neler yapacağınız bellidir ama bunun yöntemleri ve zamanlaması konusunda keskin görüş ayrılıkları da çıkacaktır tabii. İşte biz son beş yıldır, finans-kapital oligarşisi içinde yaşanan bu görüş ayrılığı ve sürtüşmelerden ani bir “darbeyle” galip çıkmış, “neo-con” dediğimiz bir kanadın egemenliği eline almaya başlamasıyla ortaya çıkan, ürpertici bir süreci yaşıyoruz ve bunun devamı da gelecek.
Süre daralıyor, birileri adımlarını sıklaştırıyor ve önlemler yoğunlaşmaya başlıyor. Neyin önlemi bu? İnsanlığı herhangi bir kaotik gelişmeden korumanın önlemi değil tabii ki. Finans-kapital oligarşisinin ayrıcalığını, gücünü ve denetim yeteneğini azaltıp tehdit etme potansiyeline sahip “doğal gelişme”ler karşısında, herhangi bir iktidar boşluğuna meydan vermeme ve “küresel planı” aksatmamaya yönelik uzun soluklu ve “acilci” bir strateji. Ne için ve ne adına yapılıyor peki? “Her şeyin aynen böyle sürmesi ve küresel entegrasyonun sorunsuzca yoluna devam edip tamamlanması için”. Yani? Birileri yüzme havuzlu villalarında viskilerini yudumlamaya, “garden party”lerde eğlenmeye, çocuklarını pahalı okullarda okutup karılarını şoför eşliğinde büyük alışveriş merkezlerine göndermeye, 4X4 otomobillere binmeye, özel uçakla kayak merkezlerinde ya da tropik cennetlerde tatil yapmaya devam edebilsinler diye. Her şey, “amman bu düzen sarsılmasın” fobisi
ve paranoyasıyla, bu hırs uzantısında sürüyor, her zaman olduğu gibi. Peki ne pahasına yapılıyor bu? Yani o sarsılmasını istemedikleri, geliştirip büyütmeye, küreselleştirmeye çalıştıkları finans-kapital imparatorluğunu devam ettirip güçlendirmenin bedeli ne? İnsanların yarısına yakınının açlık sınırında, dörtte üçünün yoksulluk şartlarında yaşaması… Her yıl yüz binlerce çocuğun açlıktan ya da bakımsızlıktan kaynaklanan hastalıklar nedeniyle ölmesi… Milyarlarca insan için, onların o renkli ekranlarında “örnek prototip” olarak sundukları kof hayalin, “özgür ve liberal dünya”nın el dokundurulamaz bir illüzyondan ibaret olması… Gençlerin, gençliklerini yaşayamaması… Yetişkinlerin kendilerini yetersiz ve güçsüz hissetmesi, orta yaşa doğru sağlık problemleriyle yüzleşmesi… Yaşlıların “toplum tortusu” ve “asalak” durumuna düşürülmesi, güvenceden yoksun bırakılması… İnsanların beynine, hayatta kalabilmek için birbirlerinin kafalarına basarak ezip geçmeleri gerektiği düsturunun çakılması… Evsizlik, doktorsuzluk, mahkeme kapıları, parasızlık, mutsuzluk, cinsel doyumsuzluk, sağlıksızlık, ruhsal çöküntü… Nazım Hikmet’in dediği gibi, “Hoş geldin bebek, yaşama sırası sende…”
İşte o “kıyamet, kehanet, göktaşı çarpması, din düşmanlığı, Amerikan uşaklığı, İsrail ajanlığı, masonluk” gürültülerine indirgenmeye çalışılan kitap, “2012: Marduk’la Randevu”, çok kısaca çerçevesini çizmeye çalıştığım bu tarih ve uygarlık perspektifini sergilemeye ve bu hassas noktalara dikkat çekmeye çalışan, 3 kitapta tamamlanacak bir serinin ilk adımı ama birileri için ne gam. Bütün bunların hiçbir önemi yok, altı yüz küsur sayfalık metnin bir noktasına takılıp “Olmaazzz! Böyle bir gezegen olmazzz! Olsaydı biz görürdük” mertebelerinde konuşan ve kitabın kaç satıp benim kaç para kazandığıma kafayı takmış birileri için, bütün bu kritik ve hassas sürecin, bu tarihsel perspektifin ve bakışın hiçbir önemi yok tabii. Bütün derdi birilerini yumurta gibi birbirine tokuşturup çirkin, vıcık vıcık kavgalarla rating toplamak olan medya için de hiç önemi yok.
Ha, bir de yine lafı poposundan anlamayı alışkanlık haline getirmiş birilerinin, “İyi de bu tez bizi eli kolu bağlı çaresiz duruma getiriyor, boyun eğme hissi yaratıyor, kendimizi güçsüz hissetmemize neden oluyor, iyimserliğimizi yok ediyor” mızıldanmaları var. Kitabın son paragrafında, “Bilgisiz hale getirme (misinformation) ve yanlış bilgilendirilme (misinformation) ilkeleri üzerinde kurulu Küresel Elit İmparatorluğu’nun bu gezegendeki sıradan insanları, figüranları olarak elimizden şu aşamada başka bir şey gelmiyor ve Beckett’in Godot’suna nazire yaparcasına Marduk’u bekliyoruz” diyorum ya, bu saptama ve ifadeden, “Hiçbir şey yapmayalım, zaten yapamayız, oturup bekleyelim” sonucunu çıkaranlar var.
Böyle bir durum saptaması ve bunun finalde bu biçimde ifade edilmesi, zaten başlı başına bir “provokasyon”, bir “itekleme” niteliği taşır; en azından, benim durduğum yerden bakıldığında bu böyle. “Biz daha oturalım, bak neler oluyor, neler yaklaşıyor” demektir bu aslında; satır aralarında bile değil, açık açık. Marduk ya da onun tetikleyeceği afetlerle göz korkutma kitabı değil ki bu, zaten dikkat çekmeye çalıştığı şey de afetlerin kendisi değil, yaratacağı sosyopolitik, sosyoekonomik ve sosyopsikolojik sonuçlar. Birileri bunu biliyor ve buna hazırlanıyor, tek dertleri de bu sistemin olduğu gibi devam etmesi, 3650 yıl önce olduğu gibi tökezlemeler yaşamaması, diyorsunuz. Afetlerin sansasyonel kısmını geç sen, sonrasına yönelik kendinle hesaplaş işte, demeye getiriyorsunuz. İki yüz yıldır dünyanın ümüğünü sıkan kan emici bir sistem, insan marifetiyle ve insan eliyle yıkılamadı ama şimdi kendi yapısının maruz kalacağı sarsıntı yüzünden zangır zangır sallanacak, diyorsunuz. Eşek olma da bir daha düşün, kafanı bir kez daha topla, çünkü bu bir daha yakalayamayacağın bir değişim fırsatı olabilir, diyorsunuz. Bütün bu toz duman atlatıldıktan sonra, o kargaşa ve kaos sürecinden yine bu aşağılık kapitalizmin finans-kapital oligarşisi mi galip çıkacak, senin yıkmaya ve değiştirmeye cesaret edemediğin şeyi doğa ve evren (bir rastlantı eseri) sallarken sen uyuz uyuz bir köşede oturup “Aah, ah, deprem mi olur, evlerimiz mi yıkılır” diye düşünecek misin hâlâ diye soruyorsunuz. Bu mu “kendinizi güçsüz hissettiren” şey? Birileri size “Bak, durum budur, gerisi senin bileceğin iş” dediğinde, canınız mı sıkılıyor, iyimserliğiniz buzlu sularda mı boğuluyor?
Diyelim ki ne Marduk var, ne iklim değişimi, ne bir başka doğal afet. Varsayalım ki, doğal ve evrensel değişkenler açısından her şeyin sözgelimi en az bin yıl “sütliman” olacağını biliyoruz. O zaman mutlu mu olacaksınız? İyimserliğiniz geri mi gelecek? Çok mu seviyorsunuz, bu şirin küresel finans-kapital düzeni içinde, banka hesaplarınız ve kredi kartları borçlarınızla, işsizlik ödeneğinizle, kiralarınız ve icra masraflarınızla, Sevgililer Günü programınız, prezervatifleriniz ve bütün bir yıl boyu taksitle ödediğiniz tatillerinizle kucak kucağa yaşamayı? Sizi sıkan şey, “asla değiştirilemez, bu hep böyle gider” denen ve bütün iletişim kanallarından yayılan bu mesajla üzerinize yılgınlık tohumları eken sistemin, doğanın (ve kaderin) bir cilvesiyle kendi kendine sarsılmasının getirdiği rahatsızlık mı? Erich Fromm’un dediği gibi, “özgürlük ağır bir şey” ve belli sorumlulukları, teslimiyetçilikten uzak durmayı gerektiriyor. Ama içinde bayıla bayıla, sushi’ler yeyip reality show’lar izleyerek yaşadığınız bu sistemin ruhu, özü, ilikleri bile sizin teslimiyetçiliğiniz üzerine kurulu. Kim iyimserliğinizi yok ediyor şimdi? Marduk mu?
Kimse kimseye akıl verecek ya da yol gösterecek durumda değil. Ben de bir reçete ya da tavır önerisi getirecek biri değilim. Dahası, bunun hiçbir anlamı da olmaz zaten. Anlatmak istediğiniz şeyi televizyonlardaki reality show’ların dilinden bir adım daha “sofistike” hale getirirseniz “geniş kitleler” ne anlamaya niyetli ne de dinlemeye. Ama diyeceksiniz ki, “toplumsal dönüşümler kitlelerle yapılır, eğer bu sistemin çökmesinden ve bir daha doğrulamamasından söz ediyorsan, mesajını kitlelere aktarmak ya da düşüncelerini onlarla paylaşmak zorundasın, yoksa senin yaptığın ‘yılgın solcu’nun sınıf mücadelesinden umudu kesince gözünü göklere çevirmesi gibi olur.”
Hayır, benim bakış açımdan hiç böyle değil durum. Tarihi ve toplumsal dönüşümleri hiçbir zaman “geniş kitleler” biçimlendirmiyor, onlar yalnızca doğru yöndeki bir “impulse” ile harekete geçirilen büyük bir potansiyel konumunda ve doğrusunu itiraf etmek gerekirse, “geniş kitleler” tarihin her döneminde tutucu ve hatta kimi zaman da gerici bir eğilim sergiler. Kapitalizm ile ilgili tahlillerde ne yazık ki 1920’lerin düşünce ikliminde takılıp kalmış durumdayız ve yaşayıp evrilen bir egemen sistemin öngörülememiş değişimleri karşısında “proletarya diktatörlüğü” savı ve alternatifinin bugün artık bütünüyle köhnemiş olduğunu görmemekte ısrar ediyor sistem muhaliflerinin önemli bir bölümü. “Geniş kitleler” ya da “lider sınıf” ile yapılacak bir dönüşüme bel bağlayanlar, tarih boyunca hüsrana uğramaya mahkûm ne yazık ki. O değişim ve dönüşümün, insanların kafasında başlaması, zihinlerinde gümbürdemesi lazım. Bunu ilk deneyimleyebilecek olanlar da, düşünce, bilgi ve donanım açısından toplumsal piramidin üst dilimlerinde yer alan ve artık hiçbir biçimde uzlaşamayacağını anladığı bu sistemle “helalleşme” sürecini yaşayan küçük bir azınlık. (Tıpkı ondokuzuncu yüzyılda komünizmin teori ve dayanaklarını oluşturan Marx ve Engels’in “proleter” ya da “halktan birileri” değil, burjuva kökenli olmaları gibi.)
Dolayısıyla, isteyen “ortodoks” arkadaşlar bu yaklaşımımı “küçük burjuva oportünizmi” olarak niteleyebilirler; ben “geniş kitleler” için yazmadım/yazmıyorum kitaplarımı ve yazılarımı. Sayılarının çok az olduğunu bildiğim, ama düşünsel kapasiteleri, duyarlılıkları ve vicdani niteliklerine güvendiğim bir azınlıkla, vardığım sonuçları ve düşünceleri paylaşıyorum. Onlara, kitaplarda bir araya getirdiklerimden fazla ne söyleyebilirim? Belki şunu: Ayakta kalın, sizin gibilerle yakın durun, dünyanın her yerinde sizin gibi insanlar var, onlarla haberleşin, sinerji oluşturun ve “alternatif çekirdeğin” biçimlenmesinde, çorbada sizin de tuzunuz olsun. Teslim olmamayı ve yakın çevrenizde, değer verdiğiniz insanlarla bildiklerinizi paylaşmayı ihmal etmeyin. Başka ne söylenebilir ki? Kimse “guru” değil, üstat değil, bilirkişi değil. Düşe kalka birlikte öğrenmeye çalışıyoruz ayakta kalmayı ve direnmeyi.
Ha, “fiziksel ve maddi öneri” mi? Dediğim gibi, ben afetlerin kendisine dikkat çekip, aman kaçın felaket geliyor demek için yazmadım bunları. Dahası, Türkiye’nin bu anlamda görece oldukça güvenli bir bölge olduğunu düşünüyorum. Yine de, bir iki riskimiz var tabii. Ama mühim olan bunlar değil; afetten değil, sonrasından endişe duyun. Elektriklerin kesildiği, suların akmadığı, telefonların çalışmadığı ve trafiğin arapsaçına döndüğü bir ortamda hayatın ne denli yıpratıcı olabileceğini; insanların, bir ekmek fazla almak için birbirlerinin kafasını gözünü yarabileceğini hatırlatmak istiyorum yalnızca. Üstelik bunların olması için, Marduk’a falan da gerek yok. İstanbul’da iki gün süren bir kar fırtınasının hayatı ne hale getirdiğini biliyorsunuz. İşte bunun için, bir iki söyleşide “Metropollerde, hele İstanbul gibi dağınık ve düzensiz metropollerde hayat çok tatsız hale gelebilir, bu nedenle, birkaç yıl sonra daha derli toplu ve düzenli küçük bir yerleşim biriminde yaşamayı planlıyorum” deyip eklemiştim: “Ama bu yalnızca Marduk’la bağlantılı değil. Böyle bir şey olmasa da bunu yapmak yıllardan beri aklımda çünkü çok sevmeme, benim için hep bir tutku olmasına rağmen İstanbul artık çocukluğumun kentinden çok farklı. Yaşamak giderek zorlaştı, kimi zaman eziyete dönüştü. Yaptığım iş de buna müsait olduğu için, Ege kıyılarında küçük bir yerde yaşamak istiyorum artık.” Peki nerelere dek vardı bu sözler: “Kazdağları’nda arsa almış, ev yaptırıyormuş!” Bu noktada film kopuyor artık tabii; gülmeye başlıyor ve “Hayırlı günler” deyip olay yerinden uzaklaşıyorsunuz.
Anahtar sözcük, bilgilenmek. Gözümüzün üzerine indirilen perdeleri bir yana itip, medyatik mesaj bombardımanıyla dumura uğratılan yargı ve değerlendirme yetimizi yeniden canlandıracak biçimde okumak, bilgilenmek, araştırmak ve en önemlisi, edinilen bilgiyi, bunu isteyenlerle paylaşmak. Şu dönemde yapılabilecek en iyi şey, tabii önce ayaklarımızın üzerinde sağlam durmayı başardıktan sonra, bu.