1096 yılının ilkbaharı Anadolu’ya ıtır ve taze toprak yerine kan kokusu taşıdı. Tarihin en büyük hareketlerinden biri sayılan haçlı seferleri iki yüz yıla yakın bir süre taş üstünde taş bırakmadı.
Batı dünyası içinde bulunduğu sefaleti, kutsal bir misyona yükleyince ortaya Haçlı Seferleri çıktı. 1096-1291 yıllarındaki Büyük Haçlı Seferleri Anadolu’yu kan ve göz yaşına boğdu. Anadolu’daki Türk ilerleyişine büyük bir darbe indiren batı dünyasının, İslam uygarlığıyla tanışması ilerleyişini arttırdı. İstanbul’u geçerek Anadolu’ya ayak basan Haçlı ordusu, Antakya, Urfa ve nihayet Kudüs’e kadar olan toprakları fethetti. Haçlı Seferleri bir zafer miydi? Belki de sadece havanda “kan” dövüldü. 200 yıla yakın bir dönemde dokuz defa batı topraklarına ayak basan Haçlılar, Anadolu’daki yayılma harekatını asla gerçekleştirmeyi başaramadılar. Sonuç olarak, işgal ettikleri toprakları bırakarak geri döndüler. Utanç içinde ağlayan tarihin kapısında yeni gelişmeler duruyordu!
HAÇ, HİLAL VE KAN…
“…Sultanım çok yakın bir zamanda Nahs-ı Ekber yıldızı belirecek. Bu en uğursuz yıldız, yer yüzünü kana bulayacak. Tam dokuz kez gelecekler! Konstantinopolis’i boydan boya arşınlayıp üzerine bastığımız topraklara ulaşacaklar. Göğüslerinde büyük haçlar var, elleri kan içinde. Ne çocuklara ne de kadınlara acıyacaklar! Ovalardan aşağı şarap gibi kan akacak. Topraklar bölünecek. Arkalarında hiçbir canlı bırakmadan Kudüs’e kadar gidecekler. Bastıkları yerde bir daha ot bile bitmeyecek. Kötü şeyler olacak hünkarım. Ama bu elbet siz bu dünyadan çekip gittikten sonra olacak…”
Hayyam sözlerini bitirdikten sonra derin bir sessizlik oldu. Doğal olarak bu söyledikleri Melikşah’ın hiç hoşuna gitmemişti. Doğrusu saray müneccimi Ömer Hayyam’ın ağzından ilk kez böylesine soğuk, böylesine karanlık sözler dökülüyordu. Melikşah’la Ömer Hayyam ilk kez 1071 yılında Malazgirt Savaşı öncesi karşılaşmışlardı. Yavru Aslan, o zaman Hayyam’ın kehanetlerini büyük bir coşkuyla dinlemişti; Türkler Anadolu’nun tek hakimi olacaklar, sınırları bir uçta Bizans, öteki uçta Fatımi İmparatorluğu’na uzanacaktı. Bu toprakların tam ortasında Melikşah bulunacaktı. Büyük Selçuklu imparatorluğu’nun hükümdarı, Anadolu ve Asya’nın yegane sahibi… Alparslan, Malazgirt Savaşı’nı kazandığında Anadolu’nun kapıları Türklere açıldı. Melikşah babası Alparslan’ın öldürülmesi üzerine 1072 yılında 18 yaşında tahta geçti. Genç sultanın en büyük dileği Anadolu’da Türk bütünlüğünü sağlamak ve egemenliği pekiştirmekti. Bu düşüncesinde büyük bir başarı sağladı. Önce amcasının isyanını bastırarak Maveraünnehir ile Harzem’i ele geçirdi. Anadolu’nun dörtte üçü Melikşah zamanında elde edildi. Suriye’de büyük başarılar kazandı. 1076’da Kudüs’ü Fatımîler’den aldı. 1085’te Antakya’yı, 1087 yılında ise Urfa’yı Bizanslılardan aldı. Halep ve Şam da onun döneminde Selçuk idaresine geçti. Devletin hudutları Akdeniz, Kızıl Deniz ve Umman Denizi’ne kadar genişledi. Bağdat’taki Abbasi Halifeleri de tamamıyla Selçuk İmparatorluğu’nun emri altında girdi.
İKİNCİ KEHANET DE DOĞRULANIYOR…
Büyük bir Türk imparatorluğu… Melikşah’ın 1092 yılında henüz 38 yaşındayken ölmesi, Hayyam’ın kehanetlerinin başlangıcını oluşturuyordu. Selçukluların hükümdarsız kalması Anadolu’da yeni gelişmeler anlamı taşıyordu. Büyük Selçuklu Devleti, Selçuklular hanedanının kurduğu ilk devletti. Melikşah’ın ölümüyle merkezi otorite kayboldu. Kirman Selçuklu, Irak Selçuklu, Suriye Selçuklu devletleri asla aralarında bütünlük sağlayamıyorlardı. Melikşah’ın ölümünün ardından I. Kılıç Arslan da Anadolu’da hükümdarlığını ilan edip Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurdu. Ama esas gelişmeler batıda yaşanıyordu.
İLK MİLENYUMDA DOĞU VE BATI UYGARLIKLARI
Haçlı savaşları tarih sayfalarındaki yerini hilal ve haçın savaşı olarak alacaktır. Ortaçağın tüm korkusu Avrupa’nın üzerine düştüğü sırada, İslam dünyası en şatafatlı günlerini yaşamaktadır. Batıyı kasıp kavuran yoksulluk, sefalet ve açlığın tersine, doğuda büyük bir refah hüküm sürmektedir. Ortaçağ Avrupa’sı tamamen karanlıktayken, doğu İbn-i Sina gibi bilim adamlarını yetiştirmekte ve onların ardıllarıyla en üst seviyede eserler vermektedir. Astronomi, matematik, tıp çağın koşulları açısından gelinebilecek en son noktadadır. Tıp ilminin en büyük temsilcilerinden olan İbn-i Sina’nın öğrencisi Hayyam eliyle Nişabur’da bir rasathane bile kurulmuştur. Kudüs şehrinin kutsallığıyla birlikte doğu dünyasının eriştiği uygarlık ve refah seviyesi de batıyı çekmekte ve işgal düşüncesinin temellerini sağlamlaştırmaktadır. İlk milenyumun başında hilal ve haçın durumu işte budur. Ancak konuya somut örneklerle derinlik kazandırılabilir. Amin Maalouf, kaynaklara dayanarak o dönemde iki dünya arasındaki derin uçurumdan söz etmektedir. Haçlı savaşları esnasında doğulu bir hekim, bir şövalye ve verem olan bir yaşlı kadını tedavi edecek ve uygulaması batılılarca izlenecektir. Hekim şövalyenin bacağındaki cerahati akıttıktan sonra yarayı sarar. Yaşlı kadına da iştah açıcı bir şurup verdikten sonra, yediklerine dikkat etmesini önerir. Ancak batılı hekim bu uygulamaları beğenmemiştir. Önce bir balta ve güçlü bir adam ister. Şövalyeye tek bacakla yaşayan birisi mi olmak yoksa iki bacağı olan bir ölü mü olmak istediğini sorar. Şövalye tek bacağını kaybetmeye razı olur. Bunun üzerine, bacağı bağlanır. Hekim gelen adamdan şövalyenin bacağını tek hamlede ikiye ayırmasını ister. Adam baltayı vurur ama hastanın bacağı, vücudundan ayrılmaz. Etraf kan gölü içindedir. Şövalyenin bacağındaki ilikler dışarıya çıkmıştır, çok geçmeden ölür. Sıra yaşlı kadına gelir. Kadının kafasını kazıyan hekim, bıçakla bir haç işareti çizer sonra sıyrılan deriyi elleriyle açarak içine tuz doldurur. Kadın da ölmüştür. Batılı hekim Tanrı’nın kurallarının önüne geçilemez olduğundan söz eder. Çukurlar kazılmaya başlanmıştır…
GELİYORLAR!
Papa II. Urban yüksekçe bir yerden konuşma yapıyordu. Kutsal Kudüs şehrinden söz ediyordu. Konuşmasını huşu içinde dinleyen binlerce kişi, histeri krizleriyle kendinden geçiyordu. Urban cennette gitmenin kolay yolunun Kudüs’e ulaşmak olduğunu ima ediyordu. “Tanrı” nidaları arasında toprağa kapananlar sorgusuz bir şekilde ölmeye hazırdı. Anadolu’daki iç karışıklıklar Urban’ı teşvik ediyordu. Avrupa için bile tehdit olmaya başlayan Türklerin toparlanmasına fırsat vermeden yeni topraklar almak ve Kudüs’ü ele geçirmek en büyük utkusuydu. En iyi savunmanın saldırı olduğunu keşfetmişti. Papa böylece, kutsal Kudüs şehrini almak için amansız bir propaganda faaliyetine başladı. Sadece yoksul Fransız keşişi Pierre L’Ermite, etrafına 50 bin Fransız topladı. Kalabalık, Fransa’nın kuzeyinden yürümeye başladı. “…Göğüslerinde büyük haçlar var, elleri kan içinde. Ne çocuklara ne de kadınlara acıyacaklar! Ovalardan aşağı şarap gibi kan akacak. Topraklar bölünecek. Arkalarında hiçbir canlı bırakmadan Kudüs’e kadar gidecekler. Bastıkları yerde bir daha ot bile bitmeyecek. Kötü şeyler olacak.” Ömer Hayyam’ın söylediği uğursuz yıldızın gölgesinde Frenklerin silüetleri uzuyordu. 50 bin kişi Almanya’ya girince onlara bir o kadar daha kalabalık eklendi. Macaristan ve Balkanlar’da çoğalan derme çatma ordu, pek çok savaşın küstah ortak kaderi olarak öne koşulmuş çocuklardan oluşuyordu. Böylece yürüdüler… Akıllarında tek bir şey vardı; Kudüs’ü alıp cennete gitmek! Oysa onların başındaki şövalyeler cennete gitmek gibi nahif düşüncelerin çok ötesindeydiler. Zengin doğu toprakları, ganimet ve esir kadınlar… İşte onları daha çok ilgilendiren buydu! Papaz Pierre L’Ermite ve yoksul şövalye Gautier öncülüğünde İstanbul’a gelen topluluk, Bizans İmparatoru tarafından hemen Anadolu’ya geçirildi. Anadolu’ya ilk ayak basan Haçlı ordusu doğunun zenginlikleri karşısında şaşkına döndü. Yağma ve tahribata soyunan çapulcular, Anadolu halkına kan kusturmaya başladı. Anadolu Selçuklu Sultanı Birinci Kılıç Arslan’ın ordusu, güruhu İznik önlerinde kılıçtan geçirdi. Tehlike geçmiş miydi? Ne yazık ki her şey yeni başlıyordu… Bu grubun hemen ardından Aşağı Lorraine Dükü Gedefroi Bouillon’un komutasındaki Haçlı ordusu yola çıktı. Bu orduda; birçok ünlü şövalye, soylu, kont ve duka bulunuyordu. Avrupa’nın bütün imkânları kullanılarak hazırlanmış olan ordu, 600.000 kişiden oluşuyordu. Henüz Almanya’ya ayak bastıklarında katliam başladı. Rhein nehrinin suları, nedensiz yere katledilen 10 bin Yahudi’nin kanıyla tanıştı. İstanbul’a doğru yürüyen Haçlı ordusunu, onlarla anlaşma yapan Bizans İmparatoru Aleksios Kommenos Anadolu’ya geçirdi. Komnenos, Haçlıların erzak ihtiyaçlarını karşılayacak, bunun karşılığında Anadolu’da alınan topraklardan pay alacaktı. Haçlılar İstanbul’da Pera civarındaki gecekondu mahallelerinde birkaç gün konakladılar. Elbette kentten ayrılırken arkalarında yağmalanmış mahalleler ve büyük bir korku bıraktılar.
İZNİK’TEN ÖTESİ ANADOLU
İkinci Haçlı grubu 1097 yılının mayıs ayında İznik’i kuşattı. 600.000 kişilik Haçlı ordusu karşısında verdiği kayıplara dayanamayan Birinci Kılıç Arslan, çarpışarak Eskişehir önlerine çekilmek zorunda kaldı. Açıkçası Haçlılar belirledikleri güzergah üzerinden Kudüs’e doğru azgın bir akarsu seli gibi aktılar. Antakya üzerinden Kudüs’e inen ordu, Trablusşam, Sayda, Akka, Aksalan şeridini izledi. Elbette geçtikleri yerler kan gölüne dönüştü.
KUDÜS’ÜN FETHİ
Fethin anlamı nedir? İster doğudan ister batıdan, kuzey ya da güneyden geliyor olsun, fetih göz yaşı, kıyım, kan, ölüm ve kirletilen ruhlar demektir. Doğal kaynakların tükenmesi, başka topraklar aramak için bir zemindir. İnsanoğlu geliştirip güzelleştirmek ve onarmak yerine, bırakıp gitmeye meyillidir. Başka topraklarda, yeni başlangıçlar… Fetih hırsızlık demektir! Ne yazık ki bu hırsızlıktan dünyanın tüm coğrafyaları payını alacaktır. Ait olmayanın zorla ele geçirilişi, tarihin başlangıçı kadar eskidir. Bu anlayışla pek çok kıyım yaşanmıştır. Tarihin gördüğü en azgın ve en düzensiz dalgalardan biri de Haçlılardır. Aslında üç dinin kutsal toprağının Kudüs sayılması Tanrısal bir komedidir. Hz. Muhammed Kudüs’ten Miraca çıkar; gökyüzüne ulaşıp orada Tanrı’nın diğer elçileriyle buluşmuştur. Hz.İsa bu topraklarda doğup büyümüştür. Kutsal topraklara ayak bastıktan sonra medeniyet inşa edenlerse İsrailoğullarıdır!
Kudüs alınmak zorundadır
Kudüs alınacaktır. Ve Kudüs alınır; bir değil, üç kere, milyon kere…
Din entarisi biçilmiş fetih tutkusu, kolay ateşlenen kitleler demektir.
ANTAKYA, HALEP VE MAARRA KATLİAMLARI
Ortaçağın ortasında, kanla, nefretle, ihanetle dokunmuş bir bayrak durmaktadır. Papa II. Urban, Türklerin Malazgirt’e ayak basmalarından 25 yıl sonra, hem intikam hem de Kudüs’ü almak için bu bayrağa sarılır. Sonrası Avrupa’dan başlayan ve Kudüs’te son bulacağına ant içilen bir kasırgadır. Tarihin en büyük vahşetlerinden birisi kutsal topraklara giden yollardaki duraklardan birinde yaşanır. Cennetin anahtarlarıyla kandırılan insanlar açlık, sefalet, soğuk ve yorgunluğun kollarında kırılırken, “kırmaya” hazırlanırlar. Ön saflara çocuklar koşulur. Kentler, kasabalar, surlar kuşatılır. Halep’teki Maarra Kasabası bugün bile utançla ağlamaktadır. Bu utancın nedeni kutsal savaşın satır aralarında gizlidir. Amin Maalof, Arapların Gözünden Haçlı Seferleri adlı kitabında, Fransız tarihçilerinden Rudolf of Caen’in sözlerine yer veriyor:
“Askerlerimiz Maarra’da dinsizlerin (Müslümanların) yetişkinlerini yemek kazanlarında kaynar suyla haşladılar, çocukları şişe geçirerek öldürdüler ve sonra da ızgarada pişirip yediler.”
Fransız Akademi üyelerinden Funck Brentanano; Haçlı güruhunun 1096 yılında Anadolu topraklarına saldırdığında, İznik civarında yakaladıkları çocukları parçalayarak, etlerini şişlere geçirip ateşte kızarttıklarını ve henüz pişmeden de yediklerini anlatır.
Brentanono, vahşet külliyatına tüyler ürperten başka satırlar da iliştirir:
“Bizimkiler susuzluklarını giderebilmek için at ve eşeklerin damarlarını kesip kanlarını ve idrarlarını içtiler. Bazıları lağımlara kuşaklarını ve paçavralarını daldırıp bunlarda toplanan suyu içtiler. Kimi de arkadaşlarının idrarını avuçlarına doldurarak içti.”
Fransız Akademi üyesi, Fransızların Milli Destan olarak kabul ettikleri Chanson d’Anioche’den de alıntılar yapar:
“Antakya önlerinde açlıktan şikayet eden Haçlılara din adamı Pierrre I’Ermit şu tavsiyelerde bulunur; ‘Açlığınızın sebebi korkaklığınızdır. Cesetleri toplayın! Tuzlayarak pişirilirlerse daha lezzetli olur.’ Bunun üzerine Haçlılar onun dediğini yaparlar.” Bu sırada katledilenlerin zincire vurulmuş olan yakınları surlardan büyük bir acı içinde olup bitenleri seyretmektedirler…
Bir zaman tüneline girerek, o yılı yaşayalım… Tarihi ruhunuzda hissetmeniz için küçük bir oyun oynayalım. Gözlerinizi kapatın ve Antakya Kalesi’nin surlarından bakın; sevdiklerinizin haykırışlarıyla beraber, havaya yayılan ten kokularını duymaya çalışın!
İnsan insana, insan kendine maalesef bunları da yapmıştır. Ancak son nokta Kudüs’ün işgalinde konacaktır.
KANLA YIKANAN KUTSAL ŞEHİR
Haçlılar Kudüs’e ulaştıkları zaman perişan bir haldeydiler. Sayıları 25.000 civarına düşmüş, geri kalanlar açlık, susuzluk ve yorgunluktan perişan olup kırılmışlardı. Kudüs’e hakim bir tepeden baktılar. Sonra diz çöküp kollarını uzatarak, Tanrı ve İsa’ya şükrettiler. Ancak Kudüs etrafındaki harap ve sıcak çöllerde işgali gerçekleştirebilecekleri her türlü olanaktan yoksun bulunmaktaydılar. Fakat Yafa’ya gelen Ceneviz gemileri kendilerine erzak ve alet getirince, artık kutsal kenti alacaklarına olan inançları tamamlanmış oldu. Var güçleriyle kentin birkaç fersaf ilerisinde ağaç kesmeye, ahşap kule ve merdivenler inşa etmeye koyuldular. Ardından da tüm hınçlarıyla Kudüs surlarına saldırdılar. Kısa sürede şehir düştü. Haçlıların şehre girişleri diğer yerlerdeki gibi çok zalimce oldu. Yerli halk Hz. Ömer Camii’ne sığındı. Ancak kısa sürede kapılar kırıldı. O kadar kan dökülmüştü ki, masum insanların cesetleri bu kan üzerinde yüzmeye başladı. Tarihçi Seignobos, bir tanık olarak şunları aktardı:
“Camii Ömer’de İslam kanı atlı bir süvarinin dizlerine kadara çıkacak bir dereyi bulmuştu.” Kudüs kan ağlarken, işgal tamamlandı. Önlerinde haç işaretleri bulunan güruh, Jesus’un mezarı önüne gelip kanlı elleriyle dua etti…
HAÇLI SEFERLERİNİN SONUÇLARI
Dini Sonuçları: Kudüs’ün ele geçirilememesi inançlarının zayıflamasına ve papaların nüfuzlarının azalmasına sebep oldu.
Siyasi Sonuçları: Doğuda ve İstanbul’da kurulan Hıristiyan devletleri uzun ömürlü olamadıklarından Haçlı Seferlerinin siyasi neticeleri parlak olmadı. Ancak Türklerin Avrupa’ya geçişleri gecikti. Ayrıca bu seferler, 150 yıldan fazla bir süre Türkleri meşgul etti. İlerleme durdu. Anadolu yeni işgallere tanık olacaktı; kuzeyden Moğollar yürüyordu.
Sosyal Sonuçları: Sefere katılan birçok derebeyi ülkesine dönemediği için Avrupa’da derebeylik zayıfladı; halk arasındaki sınıf farkları büyük ölçüde ortadan kalktı ve sosyal yapıda önemli gelişmeler başladı.
Ekonomik Sonuçları: Doğu ve batı toplumları arasında ticari faaliyetler başladı. Özellikle pusula, kağıt, top barutu gibi büyük icatlar ile işlenmiş bakır eşyalar, kumaşlar ve yel değirmeni dahil çeşitli yenilikler Avrupalıların da hizmetine girdi.
Kültürel Sonuçları: Ortaçağ Avrupa’sında çeşitli sınıfların belirmesinde etkili olmuştur. Bu etki daha sonra Rönesans ve reform hareketlerinin çekirdeğini oluşturacaktı.