Bugün, evrenle ve güneş sistemimizin yapısıyla ilgili teorileri ortodoks bir gözlükten değerlendiren ve kendini “kuşkucu” (skeptic) olarak nitelendiren bilimsel çevrelerin yayınlarına göz attığınızda, aşağı yukarı şuna benzer cümlelerle karşılaşırsınız: “Güneş sistemimizde bir Onuncu Gezegen’in varlığı sorunu artık koşullara bağlı bir zorunluluk olmaktan çıkmış ve böylesi bir gök cisminin varlığına ilişkin araştırmalar geçmişteki hızını ve istekliliğini yitirmiştir.” Başka bir deyişle “kuşkucu” dostlarımız, modern bilimin artık bir “Gezegen X” arayışı içinde olmaması gerektiğini ileri sürmektedirler. Niçin? Çünkü onlara göre yetmişli ve seksenli yıllarda uzaya yollanan sondalardan toplanan bilgi, Neptün’ün kütlesinin yirminci yüzyıl başlarında yanlış hesaplandığını belirgin biçimde ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, yeni hesaplanan Neptün kütlesi, ondokuzuncu yüzyılda bu gezegenin yörüngesiyle ilgili saptanan “düzensizlik” sorununu bertaraf ettiği için, başta Percival Lowell olmak üzere bugüne dek birçok bilim adamını güneş sisteminde olası bir Onuncu Gezegen’i araştırmaya motive eden koşullar ortadan kalkmıştır.

Buna ek olarak, bazı “kuşkucu” çevrelerin, 1983’te dünyayı epey heyecanlandıran ve sonra üzeri örtülen, IRAS uydusunun yolladığı verilerle ilgili son derece “cool” tezlerine de rastlayabilirsiniz. Çoğunlukla, son dönemde “Gezegen X” varlığı konusunda ortodoksi dışı teorilerin IRAS verilerini destek olarak gösterdiği düşüncesinden yola çıkarak bu “her şeyi bilen” kuşkucu bilim kişileri, eğer bu dayanak iteklenip devrilirse, söz konusu arayış ve tartışmaların da ortadan kalkacağına inanmaktadırlar. Yine hepsinde aşağı yukarı şöyle ifadelere rastlarsınız: “IRAS, yaklaşık 10 ay boyunca dünya yörüngesinde dolaşmış ve kızılötesi ışınlar aracılığıyla hem uzak mesafeleri hem de güneş sistemimizin içini taramıştır. Uydudaki teleskobun, şimdiye dek bilinmeyen gök cisimlerini saptadığı doğrudur ama bunların bir kısmı çok uzaklardaki yeni galaksiler, bir kısmı da büyük ve kararsız gaz kütleleridir. 1983 başlarında edinilen ve Gezegen X destekçilerinin hâlâ sarıldığı, uzaklardaki gök cismininse bir ‘gezegen’ olduğunu kimse iddia etmemiştir. IRAS’ın verileri, yalnızca bir ‘kütleyi’ işaret etmektedir ve bu bir büyük asteroid de olabilir, yakıtını yitirmiş bir yıldız da, çok uzaklardaki bir galaksinin zayıf sinyalleri de. Yani IRAS’ın yolladığı bilgilerin, güneş sistemimizdeki bir büyük gezegeni işaret ettiği yaklaşımları, ‘belirsizlikten sonuç çıkarma’ eğiliminden ibarettir. Sonraki araştırmalarda böylesi bir gezegenin izine rastlanmamış olması, IRAS bulgularının çok uzaklardaki bir yıldızımsıya ait olabileceğini göstermektedir. Zaten ekipteki görevliler de hiçbir zaman bir ‘gezegen buldukları’ iddiasını ortaya atmamışlardır.”

Bu iki düşünceyi temel alarak “kuşkucu” cici çocuklar, “Gezegen X” teorisinin artık rafa kalkması gerektiğini; bu konuda “bilim dışı çevreler”den gelen iddiaların da yalnızca “komplo teorileri” olarak değerlendirilmelerinde yarar olduğunu söylemektedirler. Yani artık güneş sistemiyle ilgili aykırı tezlerin çöpe atılması gerekmektedir onlara göre. Bir “Gezegen X” falan yoktur, güneş sisteminin keşfi tamamlanmıştır.

Acaba?

Her şeyden önce, bir noktayı çok net olarak vurgulamakta yarar var: Güneş sistemimizde olası bir Onuncu (hatta belki onbirinci, onikinci vb) gezegenin varlığını araştırmaya değer kılan koşullardan yalnızca biridir, Neptün yörüngesinde bir dönem saptanmış olan düzensizlikler. (Üstelik bugün Neptün’ün kütlesinin yeniden hesaplanması sonucu ortaya konan yörünge verileri, Uranüs ve Neptün’ü taciz eden bir gök cismi olasılığını da bütünüyle ortadan kaldırmaz.) Sistemin yapısına, içten dışa doğru baktığınızda, “durağan”lığı harekete geçirecek, “düzenli”nin karşısına “sıradışı”yı çıkaracak, farklı bir (ya da birkaç) unsurun eklenmesi gerektiği son derece açıktır. Çok kısa bir iki başlık halinde not düşersek:

Mars ile Jüpiter arasındaki “Asteroid Kuşağı”nın varlığı, Güneş Sistemi’nin oluşma sürecinden bağımsız, çok çok sonra ortaya çıkmış bir “göksel çarpışma”nın izlerini, yadsınamaz biçimde ortaya koymaktadır. Bu irili ufaklı kaya parçaları, dağınık ve farklı yörüngelere yerleşmemiş; aynı yörüngede (nispeten) düzenli biçimde dağılarak sıralanmışlardır ki bu da söz konusu nesnelerin “tek bir noktada” yaşanmış bir (ya da kısa aralıklarla gerçekleşen birkaç) çarpışmanın artıkları olduğunu ortaya koyar. Bütün bu asteroidlerin toplam kütlesi, dünyanın kütlesinin binde birinden bile azdır; dolayısıyla burada yaşanan çarpışmanın “kahramanları”nın bütününü temsil etmez. Yani, o asteroidleri ortaya çıkaran çarpışma hangi gök cisimleri arasında geçtiyse, o gök cisimleri hâlâ güneş sistemimizde (kalan kütleleriyle) gezinmeyi sürdürüyor olmalıdırlar.

Söz konusu bölge, güneş sistemimiz içindeki tek asteroid kuşağı değildir. Yirminci yüzyılda modern bilimin elde ettiği bulgular, Neptün ve Pluton’un yörüngelerinin dışında, böylesi büyükçe bir alanın daha bulunduğunu göstermektedir. “Kuiper Kuşağı” olarak anılan bu bölgede, bugüne dek çok sayıda irili ufaklı asteroid keşfedilmiştir ki, bunların arasında kütlesi Pluton’un yarısına yakın olan büyüklükte olanlar da vardır. Söz konusu asteroidler, ikişer üçer gruplanmış biçimde, aralarındaki ortak bir “ağırlık merkezi” ekseninde hızlı dönüşlerini sürdürürlerken, toplu olarak da daha yavaş bir hareketi izlerler ve güneş çevresinde dolanırlar. (Kimi görüşlere göre Pluton da aslında bir gezegen değil, “uydusu” Charon’la birlikte bu kuşaktan hafifçe uzaklaşmış bir serseri cisimdir.) Yine yapıları ve dağılımları itibarıyla bu kuşakta yer alan asteroidlerin, güneş sisteminin oluşum evrelerinde ortaya çıkmış, dışta kalan parçacıklar olmadığı hemen hemen kesindir. Güneş sistemimizde dış yörüngelere doğru gittikçe, oluşumun ilk evrelerinden izler taşıyan, iri kütleli ve gaz ağırlıklı dev gezegenlere (Jüpiter, Uranüs, Neptün) rastlarız. Oysa bu küçük kaya parçalarının yapısında gaz hiç yoktur. Dağılmış, kırılmış artıklar niteliğindeki bu kütleler, bir biçimde o bölgede gerçekleşmiş olması gereken bir başka “çarpışma”nın artıklarıdır büyük olasılıkla.

Dışa doğru yaptığımız yolculukta, “Kuiper Kuşağı”nı çok daha büyük mesafeleri geride bırakarak geçtiğimizde, “hipotetik”, yani bugüne dek tam olarak kanıtlanamamış olmakla birlikte bulguların büyük oranda desteklediği bir başka kuşağa rastlarız. Burası, yapılarında buz kristallerini ve tozu barındıran ufacık parçaların dağınık biçimde ve belli bir durağanlıkta bir arada durduğu, “Oort Kuşağı”dır. Adını ünlü Hollandalı astronomdan alan söz konusu bölgenin yapısı tam olarak bilinmemekle birlikte, büyükçe bir kubbe gibi güneş sistemimizin çevresini çok çok uzaklardan sardığı ve bünyesindeki cisimlerin buz içerdiği düşünülmektedir. Bu durum, bilim adamlarını kuyrukluyıldızların yapısı ve geldikleri yer hakkında ortaya çıkan teorilerde Oort Kuşağı’nı temel almaya yönlendirmiştir. Bir başka deyişle, milyarlarca kilometre uzakta, durağan, “atıl” biçimde bekleşen bu küçük buz parçaları, herhangi bir “etken” tarafından belli aralıklarla harekete geçirilmekte; sistemin içlerine doğru itilen ve yönlendirilen bu parçacıklar da güneşe yaklaştıkça ısınıp bünyesindeki buzu buhara dönüşen kuyrukluyıldızları oluşturmaktadır. Bu yaklaşım henüz varsayım düzeyinde olsa da, düzensiz aralıklarla ortaya çıkan kuyrukluyıldızların varlığını açıklamak için böylesi bir “uzak depo”nun son derece anlaşılır bir “orijin” yarattığı açıktır. Ne var ki, Oort Kuşağı ile ilgili hesaplar, burada nispeten kararlı ve son derece durağan bir yapı olduğunu ortaya koymaktadır. O halde, bu buz parçalarını zaman zaman güneş sisteminin içlerine doğru harekete geçirecek bir itici güce, daha net bir ifadeyle bir “neden”e ihtiyaç vardır.

Neptün’ün yörüngesiyle ilgili düzensizlikleri, eskiden yapılmış bir kütle hesaplama hatasına bağlayan; IRAS’ın sunduğu verileri de “belirsizlikler” olarak sınıflayıp geçen “kuşkucu” düşünce, bir “Gezegen X” varlığını neredeyse zorunlu hale getiren, yukarıda saydığımız gerekçeleri yanıtlayamadığı sürece (ve yanıtlayabileceği de yoktur) ne yazık ki o hiç hoşlanmayıp rahatsızlık duydukları “komplo teorileri”ne katlanmaya devam etmek durumundadırlar.

Bu noktada, yirminci yüzyılın ikinci yarısında hızlanan “Gezegen X” arayışları içinde, yukarıdaki sorulara kısmen yanıt getirmeye çalışmakla birlikte eksik bırakılan boşlukları tamamlayamamış yaklaşım ve teorilerin de ortaya çıktığını anımsamakta yarar var. 1970’li yıllarda Tom Van Flandern, uzun hesap ve araştırmalardan sonra Uranüs ve Neptün’ün yörüngelerinin “beklenen değerler”e uymadığı düşüncesiyle, çalışmalarını derinleştirdi ve bir onuncu gezegenin varlığı konusunda kesinlikle ikna oldu. Hemen ardından, meslektaşı Robert Harrington’un yardımını istedi ve iki bilim adamı, oldukça uzun ve yoğun bir araştırmanın içine girdiler. Harrington da bilinmeyen bir gezegenin varlığı konusunda bütünüyle ikna olmuştu ama bir süre sonra Van Flandern’le aralarında görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Harrington, Uranüs ve Neptün’ün yörüngeleri arasına yerleşen bir “Gezegen X” olması gerektiğini düşünüyordu. Van Flandern’e göreyse söz konusu gök cismi Neptün’ün yörüngesinin çok ilerisinde olmalıydı. Ancak her iki bilim adamı da, “Gezegen X”in fazlasıyla eliptik bir yörüngeye ve çok uzun bir dolanım süresine sahip olması gerektiği konusunda hemfikirdi. Voyager I verileri ulaşıp, Neptün’ün kütlesinin doğru saptanmasıyla yörünge hesaplarının değişmesi, Harrington ve Van Flandern’i ikna etmeye yetmedi. 1987 yılında iki bilim adamı da aranan gezegenin fazlasıyla dış merkezli (eliptik) bir yörüngede, güneşe oldukça uzak bir konumda olduğunu düşünüyorlardı. Van Flandern’e göre gezegen çok soluk (16 ya da 17 Kadir) olmalıydı ve bu nedenle saptanması iyice güçleşiyordu.

Aynı yıl, iki bilim adamı daha, Daniel Whitmire ve John Matese, “Gezegen X”in son derece eliptik bir yörüngeye sahip olduğu ve dolanım süresinin en az 700 yıl olması gerektiği yolundaki bulgularını bilim dünyasına sundu. (Whitmire ve Matese, aynı zamanda seksenli yıllarda evrenbilim ve astronomi alanında büyük yankı yaratan “Nemesis teorisi”nin de yaratıcısıydılar. Bu teoriye göre güneşimizin çok uzaklarda “hayalet” bir eşi vardı ve bu ölü yıldız uzun ve aykırı yörüngesi içinde 30 milyon yılda bir Oort Bulutu’nda büyük hareketlenmeler yaratarak dev kuyrukluyıldızları sistemin içine doğru yönlendiriyordu ki, bu da dünyamızda aynı uzun aralıklarla bazı canlı türlerinin soylarının tükenmesini açıklayabilirdi.) Whitmire ve Matese aynı zamanda “Gezegen X”in yörüngesinin, dünya da dahil çoğu gezegenlerin yörünge düzlemlerine yaklaşık 45 derecelik bir açı yapması gerektiğini vurguluyorlardı.

Yine aynı yıl, NASA’nın JPL (Jet Propulsion Laboratory) biriminde çalışan John Anderson, “Pioneer 10” ve “Pioneer 11” uzay sondalarının hareketlerini izleyerek, dış merkezli bir “Onuncu Gezegen”in varlığının çok büyük olasılık olduğu sonucuna vardı. Anderson’ın hesaplarına göre söz konusu gök cismi bir hayli eliptik bir yörüngeye sahipti ve güneşin çok uzaklarına dek gidiyor; ancak daha sonra sistemin içlerine (hatta dünyaya) çok fazla yaklaşarak etkilerini hissettiriyordu. Dolanım süresi, Anderson’a göre en az 1000 yıl olmalıydı; kütlesinin de, dünya kütlesinin 5 katı olması gerektiğini hesaplamıştı bilim adamı.

JPL’den bir başka bilim adamı, Conley Powell, seksenlerin sonlarında gezegen hareketleri üzerine uzun uzadıya araştırmalar yaptıktan sonra, kütlesi dünya kütlesinin yaklaşık 3 katı olan ve yörüngesini yaklaşık 494 yılda tamamlayan bir gezegenin varlığını önerdi. Hesaplarına göre bu gezegen, İkizler Burcu hizalarında olmalıydı ama bütün araştırmalara karşın söz konusu bölgede hiçbir kayda değer gök cisiminin izine rastlanmadı.

Doksanlı yıllar, bir başka açıdan oldukça heyecan vericiydi, çünkü “Gezegen X”in izine rastlanmamış olsa bile Neptün ve Pluton yörüngelerinin ötesine uzanan araştırmalar sonucunda, “Kuiper Kuşağı” keşfedilmişti. Bilim dünyası, bu yeni asteroid kuşağının heyecanına kapılarak onuncu gezegen arayışlarını unutmuş görünüyordu ama bizzat bu yeni bulgu, bir başka gezegenin varlığını hissettiriyordu: Bu “kaya enkazı”nı ortaya çıkaran bir göksel çarpışma olmalıydı tarihin bilinmeyen bir evresinde; o halde bu çarpışmanın kahraman(lar)ı neredeydi?

Tom Van Flandern, yorucu ve uzun çalışmaların ardından, “Gezegen X” ile ilgili teorisini, yeni bir yaklaşıma doğru taşıyarak, şimdiye dek bu gezegenin bulunamamış olmasına da açıklık getirmeye çalıştı: “Patlayan Gezegen Varsayımı”. Van Flandern’a göre, Mars ile Jüpiter arasında bir zamanlar bir gezegen vardı ama çok uzun bir süre önce bu “patlamış”tı! Bugün gördüğümüz asteroidler, o patlamanın artıklarıydı işte. Bu kaya parçalarının toplam kütlelerinin çok küçük olmasını da Van Flandern başka bir varsayımla açıklamaya çalışıyordu: Bugün gördüklerimiz, gezegenin “kabuğunda” yer alan parçalardı; iç kısımları ve çekirdeği oluşturan çok daha büyük bir bölümse, “buharlaşıp” uçmuş, uzaya karışmıştı! Aynı teoriye göre Merkür de aslında Venüs’ün bir uydusuyken bu patlama sonrasında onun çekiminden kurtulmuş ve en içteki gezegen olarak yeni yörüngesine kavuşmuştu. Daha da ilginci, Mars da bir gezegen değildi büyük olasılıkla; patlayan iri gezegenin bir uydusuyken, bu patlama sonrası serbest kalarak şimdiki yörüngesine kavuşmuştu. Van Flandern, bir değil, iki patlayan gezegen olasılığından söz ediyordu ve ikincisi de, “Kuiper Kuşağı”nı açıklayabilirdi.

Her şey bir yana, son derece ilginç ve radikal bir teoriydi Van Flandern’in sunduğu; ama bir anlamda, uzun süren “Gezegen X” arayışlarından sonra, “havlu atmak”la eşdeğerdi. “Madem bunca zamandır aradım ve bulamadım, demek ki böyle bir gezegen yok. Ama hesaplara göre olması gerekiyor. O halde, bir zamanlar vardı ve patladı! Bu yüzden şimdi onu bulamıyoruz!” Van Flandern’in yaklaşımından çok kabaca bu sonucu çıkarmak mümkün. Kaldı ki, bilim adamının, “bir gezegenin niçin patlayacağı” konusundaki açıklama ve varsayımları da pek inandırıcı bulunmuyor. Büyük bir kütlenin (çekirdek) patlama sonrasında buharlaştığı, bu nedenle geriye bu kadar az “moloz” kaldığı varsayımı da öyle. Ama kimi ortodoks bilim adamları da, Van Flandern’in tezlerinden epey hoşnutlar. Böylece, “Gezegen X” tartışmalarının bitip unutulabileceğini varsayıyorlar çünkü.

Ne var ki, durum pek de onların beklediği gibi değil. Doksanlarda rüzgârlar değişir gibi görünse de, 2000’e doğru yeni bulgular ve araştırmalarla “Gezegen X” arayışı ve heyecan, yeniden tazelendi. “2012: Marduk’la Randevu”da, bunlara değinmiş ve özellikle Matese’nin olası bir “kahverengi cüce”nin varlığına işaret eden son bulgularını aktarmıştım.

Bizim o “her şeyi bilen” kuşkucu dostlarımız istedikleri kadar “Gezegen X” dosyasına kapandı gözüyle baksınlar; durum hiç öyle değil. Üstelik yalnızca onların iddia ettiği gibi “komplo teorisi” çevreleri de söylemiyor bunu, bilim dünyasında da “Gezegen X” arayışları içten içe sürüyor. (Bana sorarsanız, “birileri” çoktan saptadı bile onu.) En güzel yanıt da, yine “kuşkucu” bir bilim adamından, Patrick Moore’dan geliyor:

“X Gezegeni, oralarda bir yerde. Çok soluk olsa gerek. Dolayısıyla onu, nereye bakacağımız konusunda en ufak bir fikrimiz olmadan, bulma ihtimalimiz oldukça düşük.”