Güneşle birlikte ışığın da yükseldiği; acısını bilgelikle, yüreğini aşkın her türlüsüyle harmanlamış vakur duruşlu Ana’nın topraklarında giydim beden elbisemi. Anadolu benim için bazen çocukluğumda dinlediğim ve ruhumu uzun süre acıma hissiyle esir eden, yarı insan, yarı yılan olan Şahmeran’ın hikâyesi; bazen de ılık, nemli bir ilkbahar sabahında aynı çocuk ruhuyla nefesimi yakan, yıkayan portakal çiçeklerinin kokusudur. O koku bana çocuk zihnimi en çok meşgul eden sorulardan birisini hatırlatır: Huysuz komşumuzun bahçesinden portakalları aşırdığımız bahçede, acaba bizden çok önce kimler yaşardı? Onlar da yaramazlık yapar mıydı? Şahmeran’dan korkar mıydı onlar da? Bedenim büyüyüp aklım erdikçe öğrendim Şahmeran’ın efsanevi bir varlık olup bana zarar vermeyeceğini, ama hamurumda olan Anadolu toprağının ruhuyla birlikte benimle birlikte hep yaşayacağını…
Tanrıça’nın Adları
Dünya üzerinde kadının üretkenliğini ve önceliğini vurgulayan Ana Tanrıça kavramı ilk defa Anadolu’da gelişmiştir. Buradan Yunanistan’a, dolayısı ile Avrupa’ya yayılmıştır. Anadolu’nun ana tanrıçası ise Kibele’dir. Bu büyük tanrıça bölgeye ve kültüre göre farklı adlarla çıkar karşımıza: Kapadokya ve Lidya bölgeleri arasındaki Phrygia’daki adı Kyble, Semele, Kubele‘dir. Lykia’da ise Kibele, Kubele, Dinda ve Leto. Hitit kaynaklarında rastladığımız adı ise Arinna, Hepat, Kubaba’dır. Efes’te ise Artemis’tir.
Ana tanrıçayla, Anadolu dışındaki topraklarda da farklı adlarla karşılaşırız. Babilliler’de İştar, İausga; Sümerler’de Marianna, İnanna; Mısır’da Nut, Hathor ve İsis; Suriye’de Lat, Atargatis, Palestene, Astarte, Diktinna; Girit’te Rhea, Artemis, Ops, Ge, Mata, Urania, Urunome, İda, Maia; İtalya’da Venüs, Vesta, Anna; Arabistan ve Hicaz’da Hubbel bu adlara verilebilecek örneklerdendir.
Çatalhöyük ve Hacılar’da yürütülen kazılarda Ana tanrıçayı simgeleyen ve pişmiş topraktan yapılan çok sayıda heykelcik bulunmuştur. Hepsi de iri göbekli, iri göğüslü olarak karşımıza çıkar. Tanrıçanın iri karın ve gelişmiş karın altı, doğurganlık görevini her zaman sürdürmeye hazır olduğunun simgesidir.
Kibele Efsaneleri
Bir zamanlar yer, gök, deniz hepsi iç içeymiş. Derken birden esrarengiz bir ezgi duyulmuş, duyulmasıyla yer, gök, deniz birbirinden ayrılmış. Bu ezgi aslında Uriniom’un yani Kybele’nin doğumunu müjdelemiş. Onun sembolü de ay imiş. Tanrıça tüm evrenin hâkimiymiş ama koca evrende yapayalnızmış. Bir ara avuçlarını birleştirmiş ve birden Ophion diye kocaman bir yılan kayıp gitmiş avuçlarının arasından. Tanrıça bu yılanla birleşmiş, bu sevgi ve kavuşmanın yuvarlanış sarsıntılarıyla, toprak devrilip dağlar oluşmuş, sular fışkırıp nehirler akmış, göller toplanmış ve birçok sürüngen çıkmış ortalığa. Bu yaptığından çok utanan tanrıça, yılanı öldürmüş ve yılanın ruhunu yeraltına göndermiş. Kibele egosuna karşı da adil davranarak Hekate adıyla kendinden bir parçayı da yeraltına hapsetmiş. O yılanın dişlerinden çobanlar, sığırtmaçlar çıkmış ortalığa.
Kybele ile ilgili bir başka efsane de şöyledir: Sakarya Nehri’nin tanrısı Sangarios’un Nana adında bir kızı vardır. Bu kız, Kybele’nin kanından yetişen bir badem ağacının beyaz çiçeklerinden hamile kalır ve Attis’i doğurur. Kybele Attis’e âşıktır; ancak Attis, Kybele’ye verdiği bağlılık sözünü unutur ve ölümlü bir kızla evlenmeye kalkışır. Düğün sırasında Kybele konuklar arasına katılır. Tanrıçayı gören Attis aklını yitirerek erkeklik organını keser. Toprağa akan kandan bitkiler fışkırır, bu aslında simgesel anlamda toprağın yani Ana Tanrıça’nın döllenmesi demektir.
Her yıl Pessinus’da yani bugünkü adıyla Eskişehir Ballıhisar civarında 21 Mart’ta Kybele adına şenlikler düzenlenirdi. O gün Attis ve Kybele’nin kavuştuğu düşünülürdü. Bu törenlerde çalan davullar ve çınlayan zillerin oluşturduğu bir müzik eşliğinde rahipler kendilerinden geçmiş bir vaziyette dans ederlerdi. Bu törenlerde Kibele rahiplerinin psişik yeteneklerini sergiledikleri, kendilerini hadım ettikleri tılsımlı taşlar kullandıkları söylenmektedir. Enerjik etkinliğe sahip olduklarına inanılan bu tılsımlı taşların en ünlüsü vaktiyle Pessinus’ta bulunan Kybele Karataşı olarak bilinirmiş. Anadolu’da uzun zaman bulunmuş tarihçi senatör Gaius Cornelius Tacitus, Anadolu’nun birçok yerinde bu konik, huni biçiminde taşlara rastladığını yazmıştır.
Niobe’nin Gözyaşları
Çocukluğumda bir Manisa gezisi sırasında, dağın eteklerine yaslanmış bir taş kütlesi dikkatimi çekmişti. Profilden baktığımda başı öne eğik, bir kadın silueti idi gördüğüm. Ne olduğunu anlamlandırmaya çalışırken, yanımdan geçen ve o bölgenin yerlilerinden olduğunu tahmin ettiğim yaşlı biri “ağlayan kadın o” demişti. Neden ağladığını sorduğum esnada çoktan uzaklaşmıştı yanımdan. Gerçekten de yaşlının tabiriyle “ağlayan kadına” baktığımda yüzünde acının izlerini görmüştüm. Neydi acaba onu ağlatan, ya da kim? Neden taşa dönüşmüştü?
Yıllar sonra öğrendim zavallı Niobe’nin hüzünlü, acı öyküsünü…
Bir gün Lydia Kralı Tantalos’un kızı Niobe, hepsi birbirinden güzel oniki çocuk annesi olduğundan gururuna yenik düşer. Kendisini sadece iki çocuk sahibi olan Leto’dan üstün görür. ”Ben talihliyim mes’udum, ne olursa olsun daima mutlu olarak kalacağım ”diyerek bağırır ve ardından ekler ”Benim bir sürü çocuğum var. Ecel onların hepsini bir bir elimden alarak beni çocuksuz bırakamaz, bu bakımdan ben kuvvetliyim, kimse benim neslimi kurutamaz. Hâlbuki Leto iki çocuk annesi olmakla kendini bir şey sanıyor. İki çocuk da neymiş ki!” der. Leto, Tanrı Apollon ile Tanrıça Artemis’in annesi olan bir tanrıçadır ve Niobe’nin bu sözlerini işitir ve çok kızar. Çocuklarını çağırır ve Niobe’den öç almalarını emreder. İntikam da gecikmez: Niobe’nin altı oğlu Kitheron dağının sarp kayalıklarında avlanırlarken öğle vakti Güneş Tanrısı Apollon’un oklarıyla vurulurlar. Bu acı olay etrafta yayılınca altı kız kardeş dağa doğru acı içerisinde koşarlar. Artık gece olmuş ve sıra Ay Tanrıçası olan Artemis’e gelmiştir. Artemis gökyüzünde parlamaya başlar başlamaz oklarıyla altı kız kardeşi birer birer öldürür. Dokuz gün boyunca kimse Niobe’nin evlenmemiş altı genç kızının ve altı delikanlı oğlunun naaşlarını getiremez. Ölüm merasimi dahi yapılamaz. Talihsiz Niobe evlatlarının cesetlerinin arasında saçını başını yolar, dizlerini döver, acı çığlıkları yer ve göğü inlettir. Başına gelen bu felaketten sonra o kadar çok gözyaşı döker ki bir an gelir feryatları duyulmaz, hıçkırıkları işitilmez olur. Korkunç bir sessizliğin hüküm sürdüğü bu dağlarda sevgili evlatlarının cesetleri arasında dilsiz bir varlık, adeta ızdırap heykeli halinde kaskatı kesilir. Zavallı yüreği bu acıya daha fazla dayanamaz ve Tanrı Zeus’tan kendisini kayaya dönüştürmesini ister. Syplos dağına gider, bu sarp dağın kayalıkları da onu sarmaşık gibi kucaklar, sarmalar. İlginç bir biçimde bu kayanın bir yüzü, yazın en sıcak olduğu günlerde bile nemli ve ıslaktır. Kim bilir belki de bu ıslaklık Niobe’nin gözlerinden süzülen yaşlardır ve hala ağlıyordur evlatlarına talihsiz Niobe…
Efesli Artemis
Efes Artemis Kültü, aslında Kibele‘nin simgesel boyutta devamı niteliğindedir. Helenler bu bölgeye gelmeden önce Efes’te Lelegler ve Karlar oturmaktadır. Kimi araştırmacılara göre bu topluluklar Tanrıça Leto kültünü benimsemişlerdir. Bazı araştırmacılar ise burada da hâkim olan kültün Kibele olduğunu ifade etmişlerdir. Helenler, tanrıların anası olarak görülen ve çok yaygın bir inanca sahip olan bu tanrıçaya, birleştirme-sentez politikası izleyerek Artemis adını vermişlerdir.
Efesli Artemis’in Yunanlıların bakire Artemis’inden farklı özellikleri vardır. Yunanlı Artemis ilkbahar ya da hilal ay ile yeni doğmuş bir genç kızı sembolize ederken; Efesli Artemis ise Kibele ile benzer bir biçimde doğurganlığın sembolüdür. Efesli Artemis’in rahipleri de kendi erkekliklerini kurban etmek zorundadırlar. Boğa, Kibele’nin olduğu kadar Efes Artemis’in de kutsal hayvanıdır. Boğa, toprağı bir başka deyişle Ana Tanrıçanın bağrını saban çekerek yarar ve bu yarıkların içine de tohumlar atılarak toprak ana döllenir. Bu nedenle doğurganlık ve erkeklik ile sembolize edilen bir hayvandır boğa. Bugün Anadolu’nun birçok noktasında tapınak evlerinin duvarları boğa başları ve boynuzlarıyla süslenmiştir. Efes Artemis’i aynı zamanda doğum tanrıçasıdır. Göğüslerinin çokluğu nedenliye aldığı Artemis Plymostos (çok göğüslü Artemis) adının da gösterdiği gibi bolluğu ve bereketi simgeler. İsveçli bir araştırmacı bu memelerin aslında tanrıçaya kurban edilen boğaların yumurtaları olduğunu söyler.
Doğumu da simgeleyen, doğum yapan kadınlara yardım eden Tanrıçanın tapınağını, İ.Ö. 356 yılında Erostratos adlı bir delinin yaktığı söylenir. “Artemis neden tapınağını koruyamadı?” sorusuna ise başrahibin verdiği yanıt çok ilginçtir: “Tapınağın yakıldığı gün tam Büyük İskender’in doğduğu günmüş. Artemis de doğum tanrıçası sıfatıyla İskender’in annesi Olympias’ı doğurtmak üzere onun sarayına gitmiş. O gün Efes’te olmadığı için tapınağını koruyamamış.” Bugün tapınağın temel kalıntılarından başka bir şey kalmamıştır geriye.
Artemis, etki ve saygınlığını Hristiyanlığın iyice yayılıp devlet dini olmaya başladığı dördüncü-beşinci yüzyıla kadar sürdürür. Aziz Paulus Efes’te verdiği vaazlarda elle yapılan heykelciklerin tanrı olmadığını söylediğinde ve tanrıçayı kötülediğinde çok büyük bir dirençle karşılaşmıştır. Halk “Bizim Artemis’imiz büyüktür!” diye hep bir ağızdan iki saat bağırmıştır. Paulus da bu tepki karşısında Efes’ten kaçmak zorunda kalır. Ancak Efesliler tarihte eşine az rastlanan bir kültürel aktarım örneği göstermişlerdir. Tapındıkları Tanrıça Artemis kendilerine yasak edilip, inançları yüzünden akla hayale gelmeyen işkence ve saldırılara uğrayınca; Efesliler Meryem Ana’ya Artemis’in bütün niteliklerini aktarmışlar ve onu yüceltmişlerdir.
Lydialı Güzel Arakhne ve Athena’nın Gazabı
Birazcık kazıdığınızda, arkasında mitoloji ve tarihle harmanlanmış büyülü bir yolculuğa çıkarır sizi bu topraklar… Mesela örümcek kız Arakhne’nin hazin öyküsüne bakalım bu seferde.
Tanrıça Athena, insanların yaptığı bütün sanatların özellikle de kadın parmaklarının yaptığı ince nakışların ve örmelerin de koruyucusu idi. Güzeller güzeli bir kız olan Lidyalı Arakhne gergef işlemekte o kadar becerikliydi ki ara sıra Nymphalar bile su kenarlarından ayrılarak onu izlemeye gelirlerdi. Bir gün periler ona “Bu kadar güzel gergef işlemeyi sana Athena mı öğretti?” diye sordular. O ise ”Kim benimle boy ölçüşebilir? Ben Athena falan tanımam, herkesi bu işte geride bırakırım!” diye karşılık verdi. Athena bütün bunları işitti ve ihtiyar bir kadın şeklinde Arakhne’nin yanına geldi. Bitkin ve yorgun vücudunu ve ağarmış saçlarını göstererek “Kızım sen sanatında çok ileri gitmişsin. Herkesi geçebilirsin, ama bir tanrıçanın kudreti her şeyden üstündür. Kendini o kadar büyük görme” der. Arakhne ise “Athena gelsin ben onunla bile boy ölçüşürüm” der ve gurura kapılır. Athena, kendi ilahi kılığına girerek kız ile yarışmaya başlar. Athena gergefte Olympos Dağı’nı ve tanrılarını işler; kız ise Zeus’un çapkınlıklarını. Buna iyice sinirlenen Athena da kızın işlediği gergefi alır ve buruşturup yere atar. Sonra da zavallı kızı, tozlu duvarlarda gezinip sonsuza kadar ağ örsün de faydasını göremesin diye örümceğe çevirir. Nitekim Arakhne Yunanca’da örümcek anlamına gelir. Örümcek kız Arakhne’nin de İzmir’in kırk kilometre güneyindeki Kolophone antik kentinde yaşadığı rivayet edilir.
Meşhur Amazonlar
Anadolu coğrafyasında nereye giderseniz gidin, ayrı bir hikaye karşılar sizleri. Mesela kuzeydoğusuna çıkalım bu kadim toprakların. Dünyaca ünlü kadın savaşçıların, Amazonların yaşadığı bölgeye…
Mitolojiye göre Amazonlar, savaş tanrısı Ares ile perilerin en barışseveri olan uyum tanrıçası Harmonia’nın birlikteliğinden doğmuşlardır. Karadeniz’de Thermodon (Terme) çayının kıyısında bugün ki Fatsa’nın yakınlarında yer alan Themiskyra şehrinde yaşamışlardır. Amazonlar, erkeklerle sadece çoğalmak amaçlı birlikte olan ve bunun dışında erkeklerce dokunulamayan kadınlardır. Her ilkbaharda tarlalar sürülüp tohumlar saçıldıktan sonra onlar, komşu kabilelerin delikanlılarını kabul edip toprağın saban izleri üzerinde onlarla birlikte olurlarmış. Doğan kız çocuklarını alıkoyar, erkek çocukları ise komşu kabilelere verirlermiş. Savaşarak Anadolu’nu birçok noktasını ele geçirmişler. Efsanevi Truva savaşları sırasında Amazonlar, Anadolu’nun savunucuları olarak Akhalar’a karşı Truva’nın yardımına koşmuşlardır.
Amazonlar’ın Smyrna ve Efes kentlerinin kurucuları oldukları ve hatta Efes Artemis Tapınağı’nı da inşa ettikleri söylenir. Batı Anadolu’ya yayıldıktan sonra Yunanistan’a dek uzandıkları ve Atina kapılarına bile dayandıkları anlatılmaktadır. Bir rivayete göre de onlar Hititli kadın savaşçı rahiplerdir ve Kibele’ye de sıkı sıkıya bağlıdırlar.
****
Dünya denilen gezegenin büyülü ruhuna sahip olan bu topraklar, bereketli hilalin tam orta yerinde var olmuş ve birçok uygarlığa anne olmuştur. Ünlü şair Ahmet Arif’in de dizelerinde dile getirdiği gibi, “Güneşin bahçesini bekleyen bu Ulu Ana; Nuh’a beşikler, hamaklar vermiş; dil, din, ırk ayırmaksızın şefkatli kollarını tüm insanlığa açmıştır.”
Yüreğinizle dinlerseniz size anlatacağı çok şey var çağların süzgecinden geçmiş bu yaşlı bilge Ana’nın… Ve o Ana bizlere der ki:
Ben Anadolu’yum, ne olursan ol yine gel diyenlerin yurduyum, sizleri bağrımdaki milyonlarca çocuğumla birlikte kucaklıyorum…
Kaynakça:
Hey Koca Yurt, Halikarnas Balıkçısı
Klasik Yunan Mitolojisi, Şefik CAN
Mitolojik Dinlerin Gizemi, Mehmet Korkmaz
Dinler Tarihine Giriş, Mircea Eliade
Dinin ve Folklorun Kökleri, James G.Frazer
Anadolu Tanrıları, Halikarnas Balıkçısı
Ana Tanrıça Gerçeği, Selma Sözer Kölemanoğlu
Uygarlıklar Kavşağı Anadolu, Derman Bayladı
Anadolu Efsaneleri, Halikarnas Balıkçısı