Bir türlü uykumun gelmemesini henüz saat farkına uyum sağlayamamış olmama bağlıyordum. Uzunca bir süredir Uzakdoğu’daydım ve döneli birkaç gün olmuştu. Ayrıca uyum sağlamam gereken başka şeyler de vardı: Bunlardan bir tanesi iki gün önce eşimin eve aldığı kedi yavrusu ve ikincisi ise artık askerlik görevimi yapmak için başvurmuş olmamdı. Üç üniversite okumuş ve hiçbirini bitirmemiştim. Askerliği er olarak yapacaktım. Fikir çok hoşuma gitmese de yapacak bir şey yoktu. Gene de uykumu kaçıran bu değildi. Tuhaf bir iç sıkıntısı vardı. Elimde çay bardağını ile balkonda oturmuş Kalamış denizini izlerken aklımda bir sürü soru vardı. En sonunda uykum tümüyle gelmemiş ama biraz bitkin bir halde yatağa gittim.

Yatakta bir süre sağa sola döndükten sonra uyuma ile sızma arasında bir duygu ile kendimden geçmeye başladım. 

Birden bir şey beni uykudan sıçrattı. Saate baktığımı ve 03:00 yazısını gördüğümü anımsıyorum. Biraz boş evin sesini dinledim. Kedi yavrusu yatağın yanında uyukluyordu. Uyuyamayacağım düşüncesiyle yataktan kalkmayı düşündüm ama enerjim çok düşüktü. Derken ilk sarsıntıları fark ettiğimde İzmir’de geçirdiğim çocukluğumdan ve ilk gençliğimden alışkanlıkla, sakin bir sesle eşimi kaldırdım. Deprem oluyordu. Henüz uykulu halde olmasına rağmen onu duvarın kenarına getirdim ve bir yandan, “Merak etme birazdan bitecek,” dedim. Evin kolonlarından ve krişlerinden gelen sesler iç açıcı değildi. Kalamışta oturduğumuz ev, bir zamanlar yazlık olarak yapılmış, ne kadar dayanıklı olduğu şüphe duyulacak evlerdendi. “Birazdan bitecek…”

…ama bitmedi. Geçmişte pek çok deprem yaşamış olmama karşın bu kadar uzun bir deprem yaşadığımı hiç anımsamıyordum. Bir türlü bitmiyor, adeta içimdeki umudu tüketmeye çalışıyordu. “Birazdan bitecek…” O sırada aklımdan acaba neresi yıkılıyordur diye geçmedi. Depremin şiddetinden, yakınlarımızda bir yerlerde olduğuna ve tüm binaların da benim içinde yaşadığım bina gibi depreme dayanacağına inanıyordum. 

Sonunda bitti.

İnsanlar panik halde sokaklara dökülmüş heyecanla konuşuyorlardı. Elektrikler kesilmiş, gökyüzü ancak ormanda ya da dağlarda gördüğümüz berraklığına geri dönmüştü. Nefes kesici gökyüzünü izlerken yavaş yavaş fikirlerim mantıklı hale gelmeye başladı: “Ya depremin merkezi İstanbul değilse?”

Hemen eve geri koştum ve pilli radyoyu açıp haberleri dinlemeye çalıştım. Ne yazık ki sabahın ilk ışıklarına kadar radyoyu dinlesem de açıklayıcı bir bilgiye rastlamadım.

Sabah günün ilk ışıklarıyla birlikte hemen telefona sarıldım. Bundan iki-üç yıl kadar önce, bir grup dağcı arkadaşım, başlarında Nasuh Mahruki, Memet Tanrısever (Memo) gibi arkadaşlarımla birlikte kendi aralarında, dağda arama kurtarma yapmak için AKUT adında bir dernek kurmuşlardı. Hatta derneğin ilk toplantılarını, o zamanlar birkaç ortak kurduğumuz Kuzey Yıldızı Kültür ve Spor Merkezi’nin üst katında yapmaları için onlara mekan sağlamıştım. Ben derneğin üyesi olmamıştım. Yapılacak başka işler, başka hedefler vardı; ama bu oluşuma her zaman kalben bağlı olmuştum. 

İşte sabah olur olmaz acaba Nasuh bir şey biliyor mudur diye telefon açtım. Hattın öbür ucunda Nasuh’un endişeli sesini duyunca çok şaşırdım. Avcılarda bir bina yıkıntısında kurtarma yapıyordu. “Hemen Gölcük’e git,” dedi. “Orası asıl facianın yaşandığı yer. Memo’nun babası Ertürk abi destek verecek. Kurtarma yapacak arkadaşlar Kozyatağı’nda buluşup oradan hareket edecekler.” Ertürk abi, tanıdığım en akıllı adamlardan bir tanesiydi. Açıkcası onun bizimle birlikte olması fikri hoşuma gitti. Bir şeye ihtiyaç olup olmadığını sorduğumda Nasuh, hilti, demir kesme aleti, balyoz gibi inşaat malzemeleri söyledi. 

Telefonu kapattığımda hemen telefonum çaldı. Arayan öğrencilerimden Ufuk idi. Bir ekip toplamış, inşaat malzemesi temin etmişti ve benimle birlikte Gölcük’e gelmek istediğini söyledi. Nasıl bu kadar çabuk haber aldığını merak ettim. Gerçi Ufuk becerikli bir adamdı. Birlikte gittiğimiz Gürcistan’da ne kadar iş bilen birisi olduğunu defalarca göstermişti. Benimle Kozyatağı’nda buluşmalarını söyledim.

Telefon susmuyordu. Bir sonraki arayan eşimin ağabeyi Kerem’di. Bir şeyler yapmak istiyor, böyle durmak canını sıkıyordu. Kerem’e ihtiyaç listesi verdim. O da bir kaç saat içinde arkadaşlarından topladığı bağışları malzeme satın almamız için bize yolladı. Birkaç hafta sonra Kerem Bikmen’in dolandırıcılık yaptığı ve insanları kandırıp depremi bahane ederek para topladığı haberleri yayıldı. İnsanların acımasızlığına ve yetersiz bilgi ile masum kişileri katletme girişimlerine takip eden günlerde çok daha fazla tanık olacaktım.

Son olarak, Uzakdoğu’daki ustama ulaştım ve ona durumu anlattım. “Niçin beklediğimi?” sordu. Ona beklemediğimi yola çıkacağımı, sadece bana bir tavsiyesi olup olmadığını sordum. “Git ve elinden geleni yap,” dedi.

Ekipleri topladığımızda, en önemli şeylerden bir tanesinin liderlik, koordinasyon, doğru bilgi akışı gibi şeyler olduğunu herkes fark edebiliyordu sanırım. Bu işi en iyi yapabilecek arkadaşlardan biri Memo idi ama o da şu anda Japonya’da tam da bu konuda eğitim alıyordu. Ertürk ağabey’den bize liderlik yapmasını rica ettim. Elinden gelen desteği vereceğini söyledi.

Hep birlikte Gölcük’e ulaştığımızda, içler acısı bir durumla karşılaştık. Ortada şehir denebilecek bir şey kalmamış, hemen her yer göz hizasına inmişti. İlk olarak yolda bir şekilde bana ulaşan İsrail kurtarma ekibini Askeri birliklere yönlendirdim. Gölcük Deniz Ana Üs Komutanlığı’na yaklaşırken hayretler içerisinde fay hattının izlerini gördüm. Adeta otobüs boyutlarında dev bir köstebek toprağı kazarak ilerlemiş ve yatakhanelerin bir bölümünü, içinde vatan görevini yapan askerlere mezar yapmıştı. 

Askeriyede, kendi vatandaşlarını kurtarmak için gelmiş olan İsrailli kurtarma ekibine hayranlıkla baktım. Biz kendi vatanımızda, kendi insanımızı kurtarmayı başaramazken, onlar İsrail’den kendi vatandaşlarını kurtaracak bir ekibi hemen hemen bizimle aynı saatlerde bölgeye intikal ettirmeyi başarmışlardı. 

O sırada yanıma genç bir adam yaklaştı. “Siz arama kurtarma ekibi misiniz?” diye sordu. Üzerimdeki AKUT kıyafeti ve kafamda kask ile öyle görünüyordum. Ne diyeceğimi bilemedim bir an. Ne arama ne de kurtarma eğitimim vardı. Sadece biraz dağcılık, biraz da mağaracılık biliyordum o kadar. Samimi duygular içinde birilerini kurtarmak istiyor ama anlamsız bir şeyler yapıp birilerini de öldürmek istemiyordum. Kararsız kaldığımı görünce, “Annem ve babam göcük altında,” dedi. “Seslerini duyuyorum. Oradan çıkarılmaları lazım. Bana yardım eder misiniz?” Tanrım! Bu yardım çığlığını o kadar çok duyacaktım ki Gölcük’te… Bu insanlardan bazıları hayali sesler duyuyor, bazıları ses duymasa da belki çocuğum, karım, kocam hayattadır diye kurtarma ekiplerini göçüğe sokmak için ses duydum diyor, bazıları da gerçekten de ses duyuyordu. Kurtarma ekibi azdı. Kurtarma yapmayı bilenlerin sayısı daha da azdı; ve aklımı kurcalayan soru halen ordunun niçin bölgede görevlendirilmediği, niçin inşaat makinelerinin bölgeye sevkedilmediğiydi? Günler geçerken, ortalıkta peydah olan yankesiciler bizi canımızdan bezdirecekti. Kurtarma yaptığım evlerden battal boy 5-6 çöp torbası dolusu para, cüzdan ve ziynet eşyasını polise basit bir yazıyla teslim etmiş olsam da o paraların nerede olduğuna dair şu an ciddi soru işaretlerim var.

Gözümün içine umutla bakan genç adama yalan söyledim: “Ekibimizde doktor yok. Doktor gelmesini bekliyoruz. Bana mekanı gösterin ardından oraya ekip yönlendirmeye çalışayım,” dedim. Ona hayır, ben kurtarmacı değilim. Anneni babanı oradan çıkaracak malzememiz yok, bilgimiz yok diyemedim.

Genç adam, “Ben doktorum zaten,” dedi. “Siz annemi ve babamı kurtarın, ben geri kalanı yaparım.”

Adamı, çaresizlikle şehir merkezindeki camiinin avlusuna kurduğumuz koordinasyon merkezine yönlendirdim ve ekibimi alıp Kriz Merkezi’ne gittim. Kriz merkezi, kelimenin gerçek anlamında krizdeydi. Görevliye, ekibimizi, donanımımızı, neler bildiğimizi vs anlattım ve bizi yararlı olabileceğimiz bir yere yönlendirmesini istedim. Yetkilinin yanıtı basit bir gerçeği dolandırmadan ifade etmek için yeterliydi: “Hiçbir bilgimiz yok. Ne yapacağımızı bilmiyoruz. Siz ne yapabilirseniz yapın.”

Bu, başınızın çaresine bakın demekti. Biz de öyle yaptık. Belli ki ortada bir hükümet, bir kurum ya da bir liderlik yoktu.

Akşama doğru veriler biraz daha düzenli hâl almaya başlamıştı. AKUT, en azından soğukkanlı ve iyi eğitimli elemanlarıyla duruma belli bir hakimiyet kazanmaya başlamıştı. Koordinasyon merkesize gidiyor, onların bizi yönlendirdiği alana gidiyor. Alandan sonra yeniden koordinasyon merkezine dönüyor, gerekli bilgiyi veriyor ve biraz dinlendikten sonra yeni görev bölgesine ulaşıyorduk. Yavaş yavaş birilerini kurtarmaya başladığımızda içimizdeki umut iyice güçlenmeye başlamıştı. 

Gece, Gölcük yıkıntılarının arasında dolaşırken en tuhaf görüntülerden bir tanesi TÜPRAŞ’ın yaktığı gökyüzüydü. Simsiyah gökyüzünün bir bölümü kıpkırmızı yanıyor, adeta gökyüzü kanıyor gibi bir görüntü oluşturuyordu. 

Bir diğer gerçek üstü durum ise, her yerin sessiz olmasıydı. İnsanlar bağırarak ağlamıyordu. Her hanede bir kayıp vardı. İnsanlar, kısık sesle ağıt yakıyorlardı. Gecenin sessizliği binlerce ağıtla deliniyordu.

Sabaha karşı ekibime bir kaç saat uyumalarını söyledim. İtiraz ettiler. İnsanlar ölürken nasıl uyuyabilirdik? Onlara amacımızın insanlara yardım etmek olduğunu, bunun için de gücümüzü toplamamız gerektiğini söyledim. Gönülsüzce itaat ettiler. Eski Toyota arabamızın içinde bir iki saat uyuduktan sonra şiddetli bir artçı depremle uyandım. Gözümü açtığımda arabamın penceresinin önünde sinirleri bozulmuş bir gönüllü “Deprem! Deprem!” diye bağırıyordu. Kendimi toplayıp arabanın içinden çıktım ve bir arkadaşımın yanına gidip, bağıran arkadaşı İstanbul’a göndermelerini söyledim. 

Bir şeyler yiyip içmek için Camii’nin avlusuna doğru giderken hızla bir araç geldi ve içinden AKUT tişörtlü bir kız fırladı. Çok zorlu bir kurtarma olduğunu, sinirleri sağlam kalabilecek ve dar alanlarda çalışabilecek birilerine ihtiyaç duyulduğunu söyledi. Kızın yanına gittim ve “Ben gelirim. Haydi gidelim,” dedim.

Biraz sonra göçüğe vardığımızda gözlerime inanamadım. Bir zamanlar 7 katlı olan bina artık 1 katlıydı. Tüm katlar birbirine girmiş, aradaki bütün insanları ezmişti. Binanın göçüğünde, irice bir köpeğin zar zor geçebileceği dar bir alandan dışarıya hırpalanmış halde bir AKUT elemanı çıktı. Yanına gittiğimde bu elemanın Nasuh olduğunu gördüm. Nasuh beni görünce gözlerinde bir rahatlama belirdi. Rahatlayarak nefes verdi ve bana sarılıp, sanki başka birisini bekliyormuş da beni görünce mutlu olmuş gibi “Cem sensin,” dedi. 24 saatten uzun bir süredir uyumadan göcük altına sıkışmış 13 yaşında bir çocuğu tek başına kurtarmaya çalışıyordu. TÜPRAŞ’tan motorlu testere ile gelen elemanlar içeriye girememiş sinirleri dayanamamıştı. Doktor çocuğa içeriye girip serum takmayı başarmıştı ama en fazla 20 saatimiz oluduğunu kangrenin çocuğun bedenine yayıldığını söylüyordu. 

Çocuk bir iki gün önce ailesi ile birlikte akrabalarını ziyaret etmeye Gölcük’e gelmişti. Ailesinin tamamı çocuktan bir iki metre geride ezilip ölmüşlerdi. Çocuğun bacaklarının üzerinde ise 7 katlı bir bina duruyordu. Doktor çocuğun bacaklarını kesip dışarıya çıkarmamızı söylüyordu. Bunu nasıl yapacağımızı sorduğumda, bacaklarına turnike uygulayıp motorlu testere ile bacaklarını kesmemizi söyledi. 

“Peki çocuğu ne kadar sürede dıyarıya çıkarmalıyız?”

“2 dakikayı geçmemelisiniz. Yoksa kan kaybından ölür.”

“Peki biz çocuğun bacaklarını kestiğimizde şoka girip ölmesi ihtimali var mı?”

“Var.”

Nasuh, “Hayır,” dedi. “Biz içeriye 2-3 dakikada zor giriyoruz. Çocuğu bu sürede çıkaramayız. Ayrıca belki bir bacağı kurtulur.”

İçeriye önce Nasuh giriyor, 5-10 dakika sonra bitkin halde dışarıya çıkıyor, ardından ben içeriye giriyordum. İçerisi herhalde 50 derece filandı. Bir yandan çocukla konuşup ona moral veriyor, bir yandan bacaklarının üzerindeki kolonu kesmeye uğraşıyorduk. Tek kolumuzla kendimizi havada tutup, tek elimizde motorlu testere ile ileriye uzanıp kontrolsüz bir şekilde kolonu kesmeye çalışıyorduk. Bir yandan dayanılmaz bir ceset kokusu vardı, öte yandan artçı şoklarla içinde bulunduğumuz göçük durmadan biraz daha hasar alıyordu. 

İçeriye girip çıkma turlarımızdan birinde dışarıya çıktığımda, Ufuk’un göçüğün çevresinden insanları uzak tutmak için polis bantlarına benzer bir bant çektiğini gördüm. Çok akıllıcaydı. Ufuk’un yanına gittim. “İçeride işler nasıl hocam?” diye sordu. 

“İyi değil Ufuk. Nasuh çocuğun bacaklarını kurtarmak istiyor ama bunu başarabilecek miyiz bilemiyorum. Hatta çocuğu kurtarabilecek miyiz bundan bile emin değilim. Doktora göre 10-12 saat içinde çocuk ölecek ve biz kolonun onda birini bile kesmeyi başaramadık. Kolun kessek bile bacaklar moloz altında. Aşağıda bacakları tutan ne olduğunu bilmiyoruz.”

Ufuk, başını salladı ve düşünceye daldı.

“Siz elinizden geleni yapın hocam,” dedi. Güldüm. Bunlar ustamın bana söyledikleriydi.

İki saat sonra bitkin düşmüş halde göçükten çıktığımızda, Ufuk yanında Rus kurtarma ekibiyle geldi. Yüzünde kocaman bir gülümse vardı: “Bunlar olur mu hocam?” dedi.

Nasıl rahatladığımı anlatamam. “Nereden buldun bunları?” dedim. 

“Ruslar, yetersiz malzeme ile iyi çalışırlar diye düşündüm,” dedi. İyi düşünmüştü.

Hemen doktor, Nasuh, Rus ekip bir toplantı yaptılar. Nasuh, Rus kurtarma ekibinin liderine, “İçerideki çocuğun olsaydı ne yapardın?” diye sordu. 

Rus kurtarmacı, “Bacaklarını keser dışarıya çıkarırdım,” dedi.

“Böyle yaparsak ölebilir,” dedi Nasuh.

Adamın yanıtı haklı ama acımasızdı: “Nasılsa ölecek. Bacakları kesip dışarı alırsak belki bir şansı olabilir.”

Nasuh’un yüzündeki kararlılığı unutmuyorum: “Hayır,” dedi. “Bacakları kesmeyeceğiz.”

Doktor zamanımızın çok azaldığını, en fazla 7-8 saatimiz kaldığını söyledi. Kangren iyice yayılmaya başlamıştı. 

Karar verilmişti. Çocuğun bacaklarını kesmeyecektik. Geriye insan üstü bir çabayla çalışmaktan başka çare kalmamıştı.

Ufuk’a gittim: “Ufuk, bir vinç bul,” dedim.

Bana, “Hocam vinci nereden bulayım?” demedi. Başını salladı ve ortadan kayboldu.

Bir kaç saat sonra inanılmaz bir şey oldu. Aslında iki şey oldu:

1. Boğaziçi Mağaracılık Kulübü’nden bir grup bize katıldı. Başlarındaki çocuk, “Size yardım etmeye geldik,” dedi. Bu lafın o an ne kadar değerli olduğunu, böyle bir lafı işitmenin ne anlama geldiğini size anlatamam.

2. Vinç bulundu. Ufuk mu buldu bilmiyorum. Aklıma sormak gelmedi. 

Bundan sonrası akıl almazdı. Göçüğün girişine göçük çocuğun üzerine inmesin diye büyük krikolar yerleştirdik. Göcük çevresinden herkes uzaklaştırıldı. Ben göcüğün ağzına oturdum ve çocukla kurtarmanın geri kalanı boyunca konuştum. 

Tüm ekip bir anda binanın üzerine çıktı. Vinci, binanın demirlerine bağladılar ve 7. katı havaya kaldırdılar. Ardından başka bir grup ellerinde motorlu testerelerle katı tutan demirleri kesti. Hemen ardından başka bir grup molozları boşalttı. Düşünsenize, televizyon, koltuk, buzdolabı, cam eşyalar, kıyafetler ve cesetler elbette…

Ardından aynı şey, 6. kata, 5. kata, 4. kata da yapıldı. Ta ki çocuğun bir üstündeki kata ulaşıncaya kadar… Çocuğun bir üstündeki kata ulaştığımızda mühendis arkadaşlar bir sorun gördüler. Bu katı kaldırırsak bir yığılmaya sebep olup çocuğu öldürebileceğimizi söylediler. Bunun üzerine son kata üstten delik açıldı.

Bu delikten çocuk kurtarıldı ve hızla ambulansa bindirilip hastaneye götürüldü.

Ne mi oldu? Çocuğun iki bacağı da kesildi ama hayatta kaldı. 

Kurtarma bittikten sonra ortalığı bir anda televizyon ekipleri sardı. Televizyon ekiplerini görünce oradan uzaklaşıp başka kurtarma alanlarına yöneldim. Halk önünde olmak Nasuh’un işiydi ve bunu harika başarıyordu. Bu başarısı, olağanüstü liderlik becerileri ve iyi kalpliliği ile bu tarihten sonra binlerce insanın kurtarılmasını sağladı.

Oradan ayrılırken Nasuh’u kutlama fırsatı bulamamıştım. Sonrasında ise başka işler önceliği aldı. Dolayısıyla bu yazı hem 17 Ağustos’u anma yazısı hem de sevgili dostum Nasuh Mahruki’yi gecikmiş bir şekilde kutlama yazısı.

Aradan yıllar geçti. Bugün hâlâ gözümü kapattığımda gece karanlığında beyaz kefene sarılmış, üzerine kireç dökülmüş binlerce insanın yattığı ceset tarlalarını o zamanki tazeleği ile anımsıyorum. Kocaman bir duvarı tek başıma kaldırıp atarken, bu dayanıksız inşaatları yapanlara ve buna izin verenlere lanet yağdırdığımı hatırlıyorum. Vincin kaldırdığı bir duvara yapışmış kadın cesedini hatırlıyorum. Ceset ikisi normal bir tanesi ufak 3 bacaklıydı. Tuhaf bir görüntüydü. Sonradan anladım ki kadın kucağında çocuğu ile kaçmaya çalışırken bina üstlerine yığılmıştı.

Bugün her şeyin değişmiş olmasını umuyorum. Ne yazık ki son 12 yıllık siyasi maceralarımız, toplumsal çatışmalarımız, manevi ve içsel huzursuzluklarımız bana bir şeyin değişmediğini anlatıyor.

Daha ne kadar acıya gerek var kardeşlerim? Uyanmak için ne kadar acı gerekiyor?

Cem Şen

1968 yılında doğdu. 1981 yılında savaş sanatları eğitimi almaya başladı. 1987 yılında Zen Budizm’in Türkiye’deki temsilcisi olan İlhan Güngören ile tanıştı ve 1987-1990 yılları arasında Güngören’in asistanlığını yaptı. Bir yandan Güngören’i Zen çalışmalarında ve Tai Chi Ch’uan derslerinde destekleyen Cem Şen aynı zamanda Namık Ekin, Mustafa Aygün gibi eğitmenlerle savaş sanatları eğitimini sürdürdü. 1990 yılında ilk çeviri eseri yayınlandı. Aynı yıl çalışmalarını tümüyle Taocu çalışmalara yönlendirdi. Sırasıyla Mantak Chia, Master Wang, Master Wu, Eric Steven Yudelove gibi ustalardan eğitim alan Cem Şen aynı zamanda bu ustalardan farklı Taocu sistemleri öğretme yetkisi de aldı. Halen ustalar ile çalışmalarını ve dünyanın farklı yerlerinde bulunan yaşayan büyük bilgelerle iletişimini ve arayışlarını sürdürmektedir. 1991 yılında Dharma Yayınları’nı ve ardından 2003 yılında bu yayınevinden ayrılarak Klan Yayınları’nı kurmuş olan Cem Şen’in içlerinde “Enerjinin Dansı: T’ai Chi Ch’uan” ve “Dolmuşa Binme ve Dolmuştan İnme Sanatında Zen” adlı kitaplarının da bulunduğu 8 kitabı ve yaklaşık 40’a yakın çeviri eseri bulunmaktadır.