George Bush‘un yaptığı son açıklama, her ne kadar “sıradan” gibi de görünse, yeni ve oldukça zorlu geçeceği şimdiden belli olan bir dönemin işaret fişeği niteliğini taşıyordu: “ABD birlikleri, en az 2009’a dek Irak’ta kalacak.” Yılbaşından beri gerçekleşen ikinci Beyaz Saray basın konferansının içeriğini özetleyen temel vurguydu bu. ABD’de seçimler, 2008’in Kasım ayında gerçekleştirilecek ama şu an görevde olan Başkan, kendi döneminde alınan bir karar ve uygulamanın, kendi döneminin bitişinde de aynen korunacağını, hatta sonrasında da büyük oranda sürdürüleceğini açıkladı bugün. Bir anlamda, “George W. Bush’un tasarruflarını aşan” bir global stratejinin söz konusu olduğunu, altını çizerek hissettirdi.
Gündemdeki gelişmeleri “haber manşetleri” üzerinden giderek izlemeye çalışmak, çoğu kez “ağaçlardan ormanı görememe” sendromunu da kaçınılmaz biçimde birlikte getirebiliyor. Yalnızca Türkiye için söylemiyorum bunu: Haber dili, mantığı ve sistematiği, “kolay anlaşılabilirlik” üzerine kurulu kendi klişeleri ve “kısa ve kestirme yargı” oluşturma alışkanlığıyla, uluslararası düzeyde bir “misinformation” bulutunun etkin parçaları arasına yerleşmiş durumda.
Belki biraz da kaçınılmaz bir süreç bu: Her gün yüzlerce farklı kaynaktan akan binlerce irili ufaklı bilgi ve enformasyonu analiz edip “üç boyutlu” bir bakış oluşturacak zaman yok! Ayrıca, en azından, gazete ve televizyonlar kendilerine böyle bir görev tanımı biçebilmiş değiller. Haberler çok hızlı akıyor artık; enformasyon, yaşamın çok farklı boyut ve kesitlerinden süzülüp geliyor ve çoğu kez birbiriyle bağlantısız görünen parçaları bir araya getirip yorumlamak ya da anlam çıkarmak için ne vakit var, ne de kimsede böyle bir istek. Bunu yapmaya çalışanlar, baş döndürücü bir tempo içinde “görüntüyü donduran” ve üzerinde “Photoshop işlemleri” gerçekleştiren “komplo teorisyenleri” olarak görülüyor.
Dünya, 2000 yılından bu yana çok hızlı bir değişimin içinde. O kadar ki, kimsenin geriye dönüp bir şeylere bakacak ya da olup bitenler arasındaki rasyonel bağlantı ya da olası ilişkileri gözden geçirecek fırsatı ve isteği bile olamıyor. Değişim derken, yalnızca siyasi ve ekonomik kararlara bağlı uygulamalardan değil, bu gezegenin sosyokültürel dokusunu da bütünüyle etkileyecek çok hızlı ve köklü bir “yeni giysi”den söz ediyorum. Çorabından küloduna varıncaya dek yenilenmeye çalışılan bir giysi. Bunun altındaki bedenler, her dokunuşta kaşındırıp “alerji” yapacak kumaşlardan duyduğu rahatsızlığı bastırmaya çalışsa da, “ruhlar” rahat değil. Tümüyle farklı, bambaşka bir değişim isteği, içten içe her yerde varlığını hissettirmeye başlıyor.
Irak’ın işgalini yalnızca “birileri petrole sahip olmak istiyor” perspektifiyle gördüğünüz sürece, olup bitenleri bir çerçevenin içine sığdırmakta zorlanıyorsunuz. “Bütün bunlar bir din savaşı” gibi bir yanılsamaya gönüllü olarak teslim olmaya çalıştığınızda film iyice kopuyor ve çok temel verileri, ayrıntıları gözden kaçırıyorsunuz. “Emperyalizmin klasik hamleleri ve kriz politikaları” diye kestirip atmaya kalktığınızda, içine düşeceğiniz teorik açmazlar iyice derinleşiyor. Çünkü öyle değil.
Yeni ve zorlu bir döneme giriyoruz. Sahne hazır, aktörler hazır, senaryo üzerinde son kontrol ve düzeltme çalışmaları yapılıyor ama bu arada “figüranlar” huzursuz. Vardığımız noktada artık hiçbir ayrıntıyı ulusal, ülkesel ya da bölgesel boyutlara indirgeyip “ayrı ve yalıtılmış” saptamalara varmak kolay değil. Bunları yapmaya çalışanlar çok tabii: Göz kırpmaya bile vakit yokken “başörtü sorunu”yla, CHP oylarının gelecek seçimlerde nasıl düşeceğiyle, “Asker yine mesaj verdi”yle, “bütün dünya bizim başımıza çorap örmeye hazırlanıyor” şablonlarıyla uğraşmaktan yılmayanlar ve durumdan hoşnut görünenler oldukça fazla üstelik.
Benzeri durum, dünyanın birçok ülkesinde de geçerli. Yaşananları “Kötü ruhlu Bush”a bağlayan ve bir dahaki seçimlerde Demokratlara oy verip “ülkeyi ve dünyayı kurtarmak” için azimle bekleyen insanlara ABD’de de çok rastlanıyor. Kimilerine göre ABD, seçimlerden sonra yeni bir yönetim ve stratejiyle “Ortadoğu bataklığından” sıyrılabilir.
Oysa, durum pek böyle değil ne yazık ki. Daha önce emsali yaşanmamış, birlikte getireceği “ruhsal süreçler” hiç tanınmayan, bu nedenle de gerçekleşebilirliği “inandırıcı” bulunmayan çok hızlı bir değişimin, belki de en kritik dönüm noktasını oluşturacak bir yılın içindeyiz. 2006, alınan ve uygulamaya sokulan kararların; yapılacak “şaşırtıcı” hamlelerin; çözümlemekte “uzman bilirkişi”lerin bir hayli zorlanacağı uluslararası çalkantıların, en sıcak görüntülerle gündeme geleceği bir yıl olacak. Bunun sinyalleri şimdiden başladı zaten.
George Bush, üç yılı bulan bir “kaos yönetimi” döneminin sona ermediğini ve ermeyeceğini söylerken, ilginç işaretler yolluyordu çeşitli yönlere. Hangi Başkan, kendi yönetim süresini aşan, daha ileri bir zamana ilişkin uygulamaların nasıl yürüyeceğine ve yürümesi gerektiğine ilişkin açıklama ve yorumlarda bulunabilir? Yoksa 2008 için düşündüğü bir başka “iyilik” mi var onu vitrine sürenlerin? Şöyle bir-iki yıl içinde, Amerika’da “olağanüstü hal” koşullarını gerektirecek ve belki de bu nedenle “seçimlerin askıya alınmasının” ciddi ciddi tartışılacağı yeni bir “konjonktür” mü düşünülüyor dersiniz?
Bir “üçüncü dönem” hesabı varsa işin içinde, başka nasıl olabilir ki? Anayasa’nın 22. maddesi, buna kesinlikle izin vermiyor. Değiştirme isteğiyle çok girişimlerde bulunuldu ama şimdiye dek kimse başaramadı. Hem bir punduna getirip bunu başarsalar bile, George Bush’un karşısına bu sınırlamanın kalkmasından yararlanıp aday olan Bill Clinton‘ın çıkması halinde, seçimi Demokratların “tulum çıkarır” gibi kazanacağı gün gibi açık. Neocon’lar kendi ayaklarıyla böyle bir tuzağa düşer mi?
Ama “olağanüstü koşullar” dediniz mi, akan sular durur. Hele ciddi bir “iç kargaşa” ya da ülkenin içinde bulunduğu büyük çaplı bir savaş olursa. Anayasa’nın 22. maddesindeki düzenleme getirilmeden hemen önce, Franklin Delano Roosevelt‘in ikinci başkanlık dönemi sırasında, II. Dünya Savaşı başladı ve bu nedenle Roosevelt, üçüncü dönemi de tamamladı, dördüncünün yarısındayken ölünce, başkan değişimi ancak yapılabildi. Birileri “benzeri” bir ortam oluşturmanın peşinde mi?
Yoksa George Bush’tan sonra seçilecek başkan şimdiden “ayarlandı” ve Ortadoğu politikasının değişmeden kalacağı konusu kesinleştirildi de mi Bush bu kadar emin biçimde 2009’da Irak’ta asker bulundurulacağından söz ediyor? Condoleezza Rice‘ın 2008 seçimlerinde Hillary Clinton‘ı yenilgiye uğratacağı konusunda, Cumhuriyetçilerin uğradığı bunca kan kaybına karşın, PNAC tayfasının kendinden emin olmasını sağlayacak bir şeyler mi var acaba? Yoksa birileri şimdiden “Demokratları bağlama” işini halletti mi?
Sorular da muhtelif, rivayetler de. Üstelik bunların hiçbiri “komplo teorisi” falan değil. Hangi seçeneğin gerçekleşeceğiyle ilgili fikir yürütmek için “erken ” görünse de, ben Bush ile ilgili birtakım hazırlık ve hesapların son kontrollerinin gerçekleştirilmekte olduğunu düşünüyorum.
Amerika’da iki yıldır ciddi bir kıpırdanış başladı. Aklın yolu bir tabii, birçok insan, bu gidişin hiçbir mantıklı dayanağa sahip olmadığını görüyor. Finans-kapital efendileri, Amerika içinde şu sıralarda yükselmeye başlayan uyanışın hep böyle sessiz ve sakin sürmeyeceğini, yakın bir zamanda “havaların iyice ısınacağını” biliyorlardı ve mutlaka yola çıkarken bunları da hesaba katıp B, C ve D planlarını yaratmışlardı. Bush’un açıklamaları, bu planlardan birinin seçilip devreye sokulmak üzere olduğunun habercisinden başka bir şey değil.
Bazen Bush’un bir “geri zekâlı”, Neocon yönetimindekilerin de “tutucu aptallar” olduğunu ileri süren alaycı yazılara rastlıyorum yabancı Internet haber-yorum sitelerinde. Herhalde düşülebilecek en büyük gaflet, bu tayfayı küçümsemek ve hafife almak; “geri zekâlı” diye dalga geçmek olur. Ne yaptığını bilen; belli bir planı sabırla, adım adım uygulayan; zaman zaman çuvallasa da değişen koşullara göre hazırlanmış alternatif planları devreye sokarak, bir biçimde işini yürütmeye devam eden ciddi bir organizasyonla karşı karşıya olduğumuzu unutmamamız gerekiyor.
Yeni bir döneme giriyoruz; dünyadaki aydın, barıştan ve özgürlükten yana olan, akılcı ve sağduyulu insanların çok dikkatli olmaları gereken bir dönem bu. Bütün gözler Ortadoğu’da; herkes Irak’a, İran’a, Suriye’ye yoğunlaşıyor çünkü ateş çemberinin yönü bu ülkelere doğru genişleme eğilimine girdi. Ama her an, her yerde, “şaşırtıcı” ve oldukça ani gelişmelerle karşı karşıya kalabiliriz. 2006, bu anlamda bir dönüm noktası olabilir.