Birileri kudurdu, öfkeden ve hasetten çatlayacak. Ellerinden geleni artlarına koymuyorlar: Düzenbazlığın, yalancılığın, propagandanın bini bir para. Her türlü bağlantılarını, ilişkilerini, koşulları zorluyorlar ama bu sefer bir türlü başaramıyorlar. Şaşkınlar; çünkü bugüne kadar bıyıkaltından gülüp alay ettikleri, küçümsedikleri “halk hareketi” ve “güçlü liderlik” olgusuyla çok uzun süredir ilk kez karşı karşıya geliyorlar. Venezuela‘nın yetiştirdiği gürbüz bir halk çocuğu, durup durup yumruğu gözlerinin üzerine indiriyor bunların; evire çevire dövüyor. “Piyasa ekonomisi” adı altında soyguncu, kan emici, aşağılık finans-kapital diktatörlüğünün yalakalığını yaparak “geçimini sağlayan” tırışka ekonomi ve siyaset uzmanları dahil, kara kara düşünüyorlar: “Nasıl durduracağız bu Hugo‘yu?”

 

İki yıldır hem Türkçe, hem İngilizce sitemde, Latin Amerika’daki müthiş devinimlere ve kıtayı sarmaya başlayan “Bolivar Devrimi“ne dikkat çekmeye çalışıyorum. Amerikalı okurlardan büyük ilgi var: Kimileri “Seni pis Amerikan düşmanı, komünist destekçisi, ikiyüzlü Türk!” benzeri satırlarla duygularını dile getiriyor ve bulduğu her fırsatta sitemi çökertmeye çalışıyor (bazılarınızın bildiği gibi, geçen yıldan beri üç kez de başardılar bunu.) Ama çok daha büyük bir çoğunluk, samimi ve ciddi bir ilgiyle eğiliyor Venezuela’yla ve kıtanın içinde bulunduğu büyük değişimle ilgili yazdıklarıma. O kadar çok aklı başında, entelektüel ve sağduyulu insan var ki Amerika’da, diğer cahiller ve saldırganlar sürüsü (satın alınmış “mainstream” medya ve “sahte aydınlar” dahil) ne kadar gürültü çıkarırsa çıkarsın, bu ülkeyle ilgili iyimser öngörülerimde haklı olduğumu gösteriyor ve umudumu korumamı sağlıyor.

Görünüşe bakılırsa, “piyasa ekonomisi” kalemşörleri, medyanın çokbilmiş satılıkları bir taraflarını yırtarcasına Chavez düşmanlığı yapmaya çalıştıkça, ABD’nin okuyan, düşünen ve eğitimli genç insanları arasında Venezuela’ya ve Chavez’e olan ilgi ve destek gözle görülür biçimde artıyor. Silahları ters tepiyor birilerinin yani, ellerinde patlıyor. Bir zamanlar Fidel Castro‘yu hırpalamak için ellerinden geleni artlarına koymamışlar; içerdeki işbirlikçileri, Küba’daki “tezgâhı” bozulan kaçakçıları, kadın ve uyuşturucu tüccarlarını da yanlarına alarak yarattıkları amansız “yalan rüzgârı”yla, bir halkı ekonomik cendere altına almakta sakınca görmemişlerdi. Hatta bununla da yetinmeyip, o çapulculara lojistik destek vererek karşı devrim yapmaya çalıştılar Küba’da ve “Domuzlar Körfezi“nde sıkı bir dayak yiyip kıçlarına baka baka Miami’ye geri döndüler. Sonuç: Aleyhine kamuoyu yaratmak için her türlü propaganda silahını kullandıkları Küba’nın lideri, altmışların Amerikan gençliğinin saygısını kazandı. Üniversiteli gençlerin üzerinde, devrimin efsane liderlerinden Ernesto Che Guevara‘nın resimleri ve “Hasta La Victoria Siempre” (Her Zaman Zafere Kadar) sloganı basılı tişörtler belirdi.

Şimdi o kuşağın çocukları, yeni bir devrime tanıklık ederken, şaşkınlık ve ilgiyle bakıyorlar Venezuela’ya. Halkın, Chavez’in çevresinde bir zırh oluştururcasına bir araya gelmesinden ve ona sahip çıkmasından etkileniyorlar. Yoksulların, varlık içinde yokluğa mahkûm edilenlerin, istatistiklerde bir “kelle sayısı”ndan başka bir şey ifade etmeyen yığınların, küçücük bir umut ışığı ve güvenle nasıl doğrulup ayağa kalkabildiğini izliyorlar şaşkınlık ve saygıyla. Aldığım e-maillere dayanarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, kendi ülkelerinde olan bitenden hoşnutsuz durumdaki sağduyulu Amerikalılar, Venezuela’ya giderek daha büyük ilgi duyuyor ve empatiyle yaklaşmaya başlıyorlar.

Türkiye’den hiç söz etmeyeyim şimdilik. Chavez’in yarattığı rüzgârları çok daha yakından izlemesi gerektiğini düşündüğüm bu ülkenin insanları, olan bitenle pek ilgili değiller. Ezici bir çoğunluk, okumuyor zaten; dünyayla olan ilişkisini TV’deki kadın programları, üç kuruşluk diziler, magazin haberleri ve futbol geyikleri aracılığıyla kuruyor. “Varoş kültürü” ve lumpen değerleri almış başını gitmiş; ezici çoğunluk, “umutsuz vaka” konumunda. Nispeten “okuyan” ve “mürekkep yalamış” diyebileceğiniz azınlıktaki grupsa, nadiren kitapçıdan içeri girdiğinde aşk-meşk-seks takıntılı kitaplara, “kendini geliştirme” adı altındaki çağdaş palavralara ya da en ucuzundan vatan-millet-sakarya edebiyatına rağbet ediyor. 70 milyonluk ülkede toplasanız, dünyayı yakından izleyen; tarihe ve bugüne daha ciddi gözlerle bakmaya ve anlamaya istekli; belli değerleri gözeten, bilgiye saygılı ve “vicdan” kavramını her şeyin üzerinde tutan yüz bin kişi ya var ya yok. Ne yazık ki gerçek bu ve bunu kabullenmeye yanaşmayıp kendinizi aldattığınız sürece de bir şeylerin değişmesi yolunda zerre kadar katkınız olamaz.

İşte tüm bu nedenlerden dolayı, bir Türk televizyonunda, Venezuela ve Hugo Chavez’i enine boyuna ele alan; orada yaşananların yalnızca Latin Amerika’nın değil, dünyanın geleceği açısından da ne denli önemli olduğunu altını ısrarla çizerek vurgulayan, eli yüzü düzgün bir program gördüğünüzde sevinip heyecanlanıyorsunuz. 10 Nisan Pazartesi gecesi, isteksizce kanallar arasında gezinirken, TRT 1’de Banu Avar‘ın “Sınırlar Arasında” adlı programına rastladım. Baştan sona ciddi, bilgilendirici, gerçekleri göz önüne seren, dört dörtlük bir sunuşla Venezuela’yı ve Chavez rüzgârını tanıttı Türk izleyicisine. Tabii kaç kişi izledi onu bilemem; muhtemelen ezici çoğunluk diğer kanallardaki varoş dizilerine rağbet etmiştir. “Dünyayı izleyeceen, öğreneceeen de n’olacak kurban, herkes kendi bacağından asılıyo, biz kendimizi kurtarmaya bakıyos.

Aman öğrenmeyin siz kardeşim, okumayın, bilgilenmeyin sakın. “Hırtlar Vadisi“yle mastürbasyon yaparsınız, yeter işte, n’olacak? Okumayın, dizi izleyin, futbol geyiği yapın, güzelleşip koca bulmaya çalışın ve hamasi sloganlara takılın kalın ki, bu ülkede olası faşist iktidarlar için de aslanlar gibi bir “lumpen kitle tabanı” oluşturun.

Bir de yüksek eğitimli, bilgi deryası, muazzam aydınlarımız var tabii. Gazetelerindeki köşelerinde, ekonomi ve siyaset bilimi üzerine inciler döktürüyorlar. Onlara sorarsanız da Chavez’in yaptığı “fanteziden, şovdan öte bir şey değil.” Bu muhteremler, Tanrı emri gibi bir “serbest piyasa ekonomisi” bellemişler; kimi zekâsı ancak bu kadar işlediğinden, kimi gerçekleri domuz gibi bildiği halde “patronlarından” bu nedenle o yüksek paraları aldığı ve o hayat standardını yakaladığının çok iyi farkında olduğu için, zerre kadar yüzü kızarmadan bu “kan emici” düzenin avukatlığını yapıp duruyor büyük bir hevesle. Geçenlerde bir tanesi Fransa’da yaşananlar konusunda engin bilgi ve görüşlerini dile getirmeye karar verdi. Milyonları ayağa kaldıran yeni “iş yasası”nı öyle bir savunuyor ki, Dominique de Villepin bile okusa gözleri yaşarır.

“Fransa halkının ancak yüzde altmışı serbest piyasa ekonomisine inanıyor” imiş ve yazarımıza göre bu “vahim” bir durum, çünkü o “Mao‘nun Çin’inde bile” bu oran yüzde yetmişleri geçiyormuş. Vah vah vah. Bu istatistiklere, durup nereden baktığınız önemli tabii. Ben Fransa’daki eğilimle ilgili verilere baktığımda “Demek ki henüz Fransa halkının tümünün beynini düzmeyi başaramamışlar, akıl ve sağduyu direnmeye devam ediyor neyse ki” diyorum; yazarımızsa bunu “demode eğilimlerin yaşaması” olarak görüyor, tüyleri diken diken oluyor.

Venezuela konusunda da durum farklı sayılmaz: Neocon ağzını benimseyip, Chavez’i petrol kaynaklarını kullanarak şov yapmakla, “çağdaş piyasa ekonomisi”ne karşı durmakla suçlayanlar hiç az değil. Sanırsınız ki, babalarının petrolünden söz ediyorlar: Adam Venezuela halkının kaynaklarını, bizzat onlar için kullanmaya başladı işte; o kan emici uluslararası şirketlerin kıçına tekmeyi yapıştırdı. Sen dünyanın en büyük petrol üreticilerinden biri olacaksın; bir avuç “elit” lüks villalarda, “country club”larda, golf tesislerinde gününü gün ederken, koca bir halk açlıktan, doktorsuzluktan, eğitimsizlikten, evsizlikten inim inim inleyecek. Bunun adı da “çağdaş piyasa ekonomisi” olacak. Ee, “en iyi model” tabii. Oturup “amentü” gibi tapınacaksın “serbest piyasa”ya ki, senin de kanını iliğine kadar emsinler, sömürsünler.

Bizim basınımız, ulusal kaynakları yerli ve yabancı büyük sermayenin emrine sunmanın “en doğru ve en çağdaş strateji” olduğuna herkesi inandırmaya çalışan “özelleştirme yavşaklarıyla” dolu. Bunlar yürürken adım attıkça ayakkabılarından “peşş… keşşş” diye sesler çıkıyor. Petrol mü? Sat özel şirketlere. Elektrik mi? Elinde tuttuğun kabahat, hemen özelleştir. Telekom mu? Durma sat, özelleştir, “serbest piyasa”laştır. Elinde bir “değer” ifade eden ne varsa, üç beş büyük “sanayici aile”ye ve onların “taşeronluğunu” yapan piyonlara satıver gitsin; bu halkın eline de “üçün biri” kalsın. Yabancılara sattığın, “yabancı sermaye” girişi sağlayacak, “küreselleşmeye entegre olacağız”. Eh, yerli “majörlerimiz” de onların işbirlikçisi olduğundan, aldıklarını üç beş sene içinde denkleştirip yabancılara satacaklar zaten. Siz sağ, ben selamet.

Emsinler kanınızı, finans-kapital oligarşisinin vampirleri, ne önemi var? Siz “çağdaşlaşıyorsunuz” ya, ona bakın. Varsın kaynaklarınız tükenip gitsin, ne olacak ki? Mezara mı götüreceksiniz petrolünüzü, elektriğinizi, demirinizi? “Halk niye aç kalsın efendim, ülke kalkınıyor böylelikle işte, yeni olanaklar, iş imkânları açılıyor.” Elhak doğru. Kolayca işten atılıp, sittin sene emekli edilmeden çalıştırılacak “insan kaynakları” üzerine kurulu, yeni “iş imkânları” yaratılıyor işte. Veriyorlar sizin de elinize birer kredi kartı, çok sıkışırsanız 10 taksit, 24 taksit, 50 taksit. Ama ödeyemezsen sittir git!

Fransa’daki yasa, 26 yaşının altındaki genç insanları iki yıl “deneme süresi” adı altında çalıştırıp, hiçbir gerekçe göstermeden istediği anda kapının önüne koyma yetkisi veriyor işverenlere. Venezuela’daki eski sistem, bir avuç zenginin “kaynakların kaymağını” yiyerek yaşamasına, cılız bir orta sınıfın tüketim güdüsüyle sürekli borçlandırılmasına ve en geniş kesimi oluşturan yoksul kitlelerinse, doktorsuzluktan ve açlıktan ölmesine dayalıydı. Ülkenin onca büyük petrol zenginliğiyse, uluslararası tröstler aracılığıyla finans-kapital Lord’larına akıyordu. Chavez geldi, “Yok öyle ‘Yağma Juan’ın böreği’ bundan sonra” dedi; sonra şu bizim eski Türk filmlerinde artık canına tak etmiş romantik kahramanın yaptığı gibi, yakaladı o satılmış tayfayı iki yakasından, suratının ortasına kafayı indirdi. Şimdi o bir zamanki saltanatını yitiren kaymak tabaka, o reziller güruhu, ABD yönetiminden yağan para yardımıyla “Demokrasi elden gidiyor” çığlıkları atmakla meşgul ama, yemezler artık tabii. Geçmiş olsun. Latin Amerika, bugünlerde “tulum çıkarıyor” Chavez rüzgârının etkisiyle.

“Bolivar Devrimi” deyip duruyoruz, belki kısacık da olsa, hatırlatmak gerekebilir bilmeyenlere: Bizim için Atatürk neyse, Latin Amerika halkları için de Simon Bolivar odur: Büyük bir kurtuluş savaşçısı, özgürlük ve eşitlik yolcusu, karizmatik, efsanevi bir lider. Chavez, bu büyük liderin ruhunu, ölümünden yaklaşık yüz yetmiş beş yıl sonra yeniden diriltmeye uğraşıyor. Yani sizin anlayacağınız, şu bizim medyadaki özelleştirme yalakaları, “serbest piyasa” kalemşörleri, finans-kapital’in paralı askerleri, Chavez şahsında Bolivar’a da hınç ve nefretlerini dillendirdikleri gibi, eğer hayatta olsaydı, aynı şeyi Atatürk’e de yapacaklardı. Çünkü ulusal kaynaklara sahip çıkmayı, planlı ekonomiyi uygun görmüştü Atatürk Türkiye için.

Chavez Latin Amerika’yı süpürüyor, canlandırdığı ateş dünyanın değişik bölgelerine doğru yayılıyor; birileri de kuduruyor hasetinden ve öfkesinden. “Ballı kaymaklı tatlı” ellerinden gidiyor çünkü. Vur Hugo, vur gözlerinin üstüne. 2012’ye çeyrek kala, belki senin darbelerin de bir miktar yardımcı olur, birilerinin gözlerinin açılmasına.

Burak Eldem