Ben bu sözü ilk olarak okuduğumda çok şaşırmıştım. Barış istiyorsam en barışçı şekilde barışı getirebilirdim. Dünyada o kadar barış örgütü var, savaş karşıtları gösteriler de, bunların da amacı bu olmalıydı. Ama zaman öğretti ki barışa giden yol savaştan geçiyor. O zaman bu savaş nasıl bir savaş ona bakalım.
Benim çocukluğumda savaş dediğimizde akla ilk “Kurtuluş Savaşı” gelirdi. Kurtuluş Savaşı bütün emperyalist batı ülkelerine karşı verilmiş ve Dünyaya örnek olmuş, tarihin akışını değiştirmiş bir savaştı. Bütün sömürge ülkeler bu savaştan feyz almışlar ve emperyalizme karşı savaşmışlardı.
Büyüdükçe bunun böyle olmadığını görmek beni önce sarstı diyebilirim. Kurtuluş Savaşı akabinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti yükselen ulus-devletler içinde bir tanesi idi. Cumhuriyet kadroları da kendi alanları içinde en iyisini yapmışlardı. Onlara olan minnetimiz gerçekleri görmemizi engellememişti.
Savaş deyince akla gelen bir başka savaş da İkinci Dünya Savaşı idi. Ama insanlık bundan büyük ders almış, savaş karşıtı, barışçı ve özgürlükçü akımlar da dünyayı kaplamıştı. Bir daha büyük bir savaşın olması olanaksızdı. Ama bunu bu şekilde okumanın çok büyük saflık olduğunu da zamanla öğrendik. Üçüncü Dünya Savaşı terimi daha ikincisinin akabinde dillerde dolaşmaya başlamıştı.
Bizim nesil dünyaya gözünü açtığında Türkiye de televizyonla yeni tanışıyordu. Daha çizgi filmlere yani alışmışken, bir dizi bizi eve hapsetmişti. Bu dizinin adı “Dallas”tı. Teksaslı petrolcü bir aile olan Ewing ailesinin maceralarını anlatıyordu. Her dizide olduğu gibi iyi ve kötü karakterler vardı. Ancak kötünün dayanılmaz cazibesi, belki de egemen burjuvazinin piyonlarından biri olduğu için gücü elinde tuttuğu sanılan JR adlı karakteri baş tacı etmemize neden oldu. Bazıları “love to hate” dese de, gücü elinde tutan “işadamı” birçok kimsenin gizli kahramanı olmuştu. Yıllar sonra filme aktarılacak Yüzüklerin Efendisi’nde Saruman’ın gençlerin sevgilisi olması gibi.
Dallas bize çok önemli bir şeyi öğretti. Eğer düzene ayak uyduramıyorsan “looser” olarak kalmaya mahkumdun. Dallas dizisinin onlarca looser karakterinin JR’a duyduğu nefret, looser’lara duyduğumuz tepkinin sonucunda JR’a gizli bir hayranlığa dönüşmüştü.
Dışarıda hasbelkader sağcı-solcu diye ayrılmış gençler birbirlerine silah çekerken biz bu dizinin cazibesine kapılmıştık.
Sonunda Asker duruma el koydu da “kurtulduk”. Bir gecede ortalık sütliman olmuştu. Bu Türkiye için büyük bir kurtuluştu. Yeni bir anayasa hazırlandı. Eskiden varolan bütün özgürlüklerin elimizden gittiğini çok daha sonra, bu anayasa büyük çoğunlukla kabul edildikten sonra “deneyimleyecektik”.
Ve yükselen değerler kendi yönetimini yarattı ve hükümetini kurdurttu. TV’lerde JR’ın yerini “Tonton” diye adlandırılan, dönemin başbakanı Turgut Özal aldı. Aslında onun söylemi ile JR’ınki arasında çok da büyük bir fark yoktu. “Köşe dönmek” zaten ondan çok önce bilinçaltına yerleşmişti ama kimse onun ekibi gibi rahat telaffuz edemiyordu. Buna uygun bütün düzenlemeler yapıldı. Türkiye Dünya ile bütünleşiyor diye seviniyorduk. Bunların hepsi Türkiye’nin başına gelen nimetlerdi. Ancak aynı yönetimin örneğin, İngiltere’de “Demir Lady” tarafından da uygulandığını görmezden geldik.
Halk Özal’dan memnun olmasına memnundu da, başı örtülüler, çember sakallılar çoğalmıştı. Özal’ın dindar olması buna meydan vermekteydi. Oysa “Kemalist” geçinen bürokrat ve memur kitle farkına varmamıştı ki, onlar vals ya da twist yaparken köyden kente göç edenler yavaş yavaş üretim araçlarını ellerine geçirmişlerdi. Bu “elit” kitlenin elini bile sürmek istemedikleri işlerde çalışmakta ve para kazanarak yeni üretim araçlarına yatırım yapmaktaydılar. Bir de kendi kafalarında bir iktidar başa geçtiğine göre – ki sonradan anladığımıza göre bu kaçınılmazdı- istedikleri gibi kazanacaklardı.
Böylece Kemalist düzen sorgulanmaya başlandı. “Sakallılar” gücü ellerine geçiriyorlardı. Üzerine bir de PKK denilen örgütün eylemleri gelince toplumda “Kürtçülük” tartışmaları da başladı. Daha önce sağcı-solcu diye ayrım vardı ama her iki taraf da köküne kadar Kemalist ve üniter toplum yapısına bağlı idiler. Ama bu yeni bölünmeler Kemalistler için korkunçtu. Devrimler Türkiye’ye özgüydü, Türkiye’nin jeopolitik konumu önemli idi vs vs. Ancak sonradan anladık ki Yeni Dünya düzeni kuruluyor ve ulus-devletlerin sonu geliyordu.
Türkiye’den hep bu pencerelerden baktık. Öyle ya da böyle bürokratların ya da silahlı kuvvetlerin de desteği ile bu gelişmelerden paçamızı kurtarmya çalıştık.
Ama bu arada düzen kendi dişlilerini yontuyordu. Cumhurbaşkanı 9. Senfoni’yi dinleyerek “İşte Çağdaş Türkiye” derken, “öteki” Türkler harıl harıl çalışmakta, üretim araçlarını ellerinde tutmaktaydılar. Bürokrasi buna ne kadar dayanabilirdi ki. Zorlama tedbirler yetmedi.
Türkiye, Özal’dan kurtulmuştu derken başa bir de Recep Tayyip Erdoğan çıktı. “Ötekiler” önce belediyeleri, sonra da hükümeti ele geçirmişti. Laiklik elden gidiyordu. Ama kimse düşünmüyordu ki elden giden bürokrasiye tutunan elitlerdi. Burjuva kendi kurallarını oynamaktaydı. Tam bu Kemalizm tartışmaları içine giriyorduk ki baktık ki, savaş sözcüğü artık anlamını değiştirmiş ve Türkiye global düzen içinde yerini bulmuş.
İşte bu noktada Türkiye’de, belli bir aydın kesimin dışındakiler de anladılar ki, Dünya düzeni değişiyor ve bu Türkiye’ye sadece yansıyor.
Yavaş yavaş penceremiz açılmaya başladı. O zaman yeni savaşın ne olduğunu gördük. Bir “büyük” devlet ne olduğu hâlâ belli olmayan bir “terörist” saldırıyı bahane etmiş ve önce Afganistan’a sonra da Irak’a girerek bu ülkelerdeki rejimi yıkmaya ve buraları Chaos’a sürüklemeye cesaret edebilmişti. Ederdi de parasının üzerinde bile “Ordo ab Chaos” yazmaktaydı ve o da bu Chaos’dan bir düzen kuracaktı. Ama kimin düzeninin daha hayırlı olacağını bilmeden.
Artık savaş kavramı bizim için değişmişti. Amerika’nın her müdahalesi “savaş” adını almıştı. Dünya savaşı yoktu ortada ama bir yerlerde “savaş” vardı. Avrupa önce bu işe, aynı Balkanlarda yaptığı gibi, dışarıdan bakmanın daha iyi olacağını düşündü ama artık savaş her yerdeydi. İspanya ve Türkiye bunu en acı şekilde öğrendi. “Artık hiç kimse güvende değildi” (!)
Biz yine görünüşe önem verdik. Amerika’nın bu işi Dünya barışı için yaptığını savunan birkaç saygın gazeteci dışında büyük kitleler bu savaşın Amerika’nın emperyalist amaçları doğrultusunda çıktığını söylediler. Ancak Yeni “Global” dünya düzeni Amerika’yı da aşmaktaydı.
Savaş artık eski savaş olmadığı gibi barış da artık eski barış değildi.
O zaman Barış ne demekti?
Biz yine başa dönelim. Yine tarihten gelelim ama artık başta yaptığımız hataları yapmadan.
İki Dünya savaşi yaşatmış olan kapitalizm, kendine karşı akımları da içine almış ve 80’li yıllara dayanmıştı. Bir bakıma muhalefetsiz kalan kapitalizm bütün Dünya ülkelerine, tabii ki Türkiye’ye de düzenini dayatmıştı.
Bundan sonrası Global düzen içinde gerçekleşecek ve kendi krizlerini ve savaşlarını yaratan düzen yine kendi çözümleri ile gücünü koruyacaktı. Bütün ülkeler sadece piyondu gözlerinde.
Bugün Afganistan’ı ve Irak’ı yakan ateş yarın İran, Suriye ve Türkiye’yi yakmaya hazırlanıyor. Ortadoğu zaten kendi ateşi içinde kavruluyor. Yakın zamanda kadar terörle uğraşan Cezayir, petrolünü Amerika’ya kaptırırken, Fas ile savaş tehdidi başında Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor. Avrupa terör korkusu ile yaşarken, birliğin de bozulması gündemde. Latin Amerika son kozlarını oynarken bir başka ateş de onları yakmaya hazırlanıyor. Aynı Çin için hazırlanan gibi. Ne kadar ülke varsa o kadar örnek bulmak olası…
İşte bu ortamda bir savaştan ve barıştan söz etmek olanaksızlaşıyor.
Bu savaş aslında yüzyıllar öncesinden başlayan top yekûn bir savaş. İnsanlığa ve Doğa’ya, onları top yekûn metalaştırmak için açılan bir savaş.
Marx doğanın metalaşmasından söz ederken insan tam olarak metalaştı. Bugün kendimize ya da çevremize baktığımızda bu metalaşmayı gündelik yaşamda ne kadar görebiliyoruz. Aslıda bu savaş insanlık onuruna karşı işlenmiş bir suç, ama biz sadece silah patlayan yerleri görebiliyoruz.
Üzerimizde markalı kazaklarımız, son model cep telefonumuzla, bir alışveriş merkezi dönüşü Dünyaya sevgi göndererek barışı sağlayacağımızı mı düşünüyoruz yoksa? Tıpkı Amerika’daki benzerlerimiz gibi…
İşte bu noktada, bu savaşı karşısındaki barış da yeniden insanlığa ve Doğa’ya döndüğümüz anın sakinliği ve dinginliği olacak gibi gözüküyor. Metalaşmamış bir Doğa ve bireyleşebilmiş bir insan.
İşte bu noktada “Si Vis Pacem Para Bellum” bir anlam kazanabiliyor.
Eğer biz bu Barış’ı (evet artık büyük harfle başlayan bir barış) istiyorsak önce savaşmaya hazır olmalıyız.
Bu savaşı Dünyanın en büyük güçlerine karşı vereceğimiz gibi bizi engelleyen en büyük güce yani deforme olmuş persona’mıza karşı da vereceğiz bu savaşı. Bir yandan insanlık onurunu korumak, Doğa’yı kurtarmak için bu savaşı verirken kendimizin de birey olabilmesi için bu savaşın içinde olacağız.
Joseph Cambell, Kahramanın Yolculuğu derken, eski mitolojilerden yararlanarak, insanın kendi yolculuğunu ve bireyleşme çabasını çok güzel anlatır.
Önce Kahraman bu yolculuğa çıkmak istemez. Ama sonunda varını yoğunu kaybederek bu yolculuğa çıkar. Tıpkı şimdi onurunu kaybetmiş insanlık gibi.
Yolculukta çeşitli maceralar yaşar, savaşlara girer. Bazen de yanıltıcı zevklerin çekiciliğine kapılır. Tıpkı “burjuvazinin cazibesi” gibi.
Ama sonunda bu yolculuğu zaferle tamamlamak ve evine dönmek zorundadır. Tıpkı Doğa’sına yeniden dönecek insan gibi .
Biz şimdi bu savaşın içinde olmalıyız, eğer Barış’ı istiyorsak.
Global değerler yerini insanlık, sahte tanrıların yerini Doğa almak zorunda.
Artık, tüketen ve boyun eğen insanın yerini karşı çıkan insan almak zorunda. Artık sahte saraylarımızdan, alışkanlıklarımızdan ve “ihtiyaçlarımızdan” kurtulamazsak Barış sadece acı bir özlem olarak kalacak.
Bugün Dünyada kapitalizme karşı direniş gösteren ve sağlam duruşunu ortaya koyan “anarşist” gruplar var. Bunlar bizim için savaşı başlatmış durumda. Ancak Düzen her grubu kendi için almaya hazır; Amerika’daki spiritualist ya da paganların düzeni desteklemeleri düzen içinde yer bulma tuzağına düşmelerinden geliyor. Gerçek otonom grupların ve bu düzene karşı durabilenlerin savaşının sonucu Dünya Barışı olabilecek.
Ne kadar hazırız?