Bugün takvimler, “Tarihiniz 2 Nisan 2014” diyor. Tam da şimdi Başbakan’ın “ayaklanıyorlar” dediği neslin kısa bir zaman sonra, “ülkenin yakın tarihi” diye okuyacaklarının içinde, yani oldukça önemli bir dönüşüm tarihi oluşurken yaşadığımız bu dönemde elbette söylenecek çok söz var. Hem dünya için hem ülkemiz için hem de çeşitli seviyelerdeki insanlar için.
Her şeyden önce Var OL’an her şeye olduğu gibi bu günlerde yaşananlara da % 100 EVET demek istiyorum.
Olaylara ülkemiz açısından bakınca, “her şey çok heyecanlı, eğlenceli ve dünyanın gerçekte basit bir oyun alanı olduğunu” kanıtlar deneyimler peşpeşe sıralanıyor. Sanki yaşları 10-12 arasında çocuklar oturmuşlar bir tür FRP oynuyorlar. Bir o komplo teorisi üretiyor, bir diğeri karşısındaki için tuzaklar hazırlıyor, bir o karşıdaki için asılsız iddialar ortaya atıyor, bir diğeri berideki için ortaya atılan (ve ne kadarı gerçek ne kadarı yalan olduğu hissedilse de kanıtlanamayan) iddialara tutunup kendine yol haritası çiziyor. Belki 10-12 yaş grubundaki çocuklar bile daha gerçekçi fanteziler hazırlayabilirlerdi kendi oyunları için… 😛
Bu dünya oyun alanıdır deniyor ve her oyunda da kritik dönüşüm süreçleri vardır. Bence, besbelli dünyevi oyun alanında da, muhtemelen kaba hatlarıyla önceden tasarlanmış, seçim şansı tanısa da önünde sonunda aynı yola çıkaracak bir dönüşüm sürecindeyiz. Seçimler sürecin sancılı mı yoksa eğlenceli mi olacağını belirleyecek sadece.
Hangi Oyunu, Nasıl Oynuyoruz
Oyunun bir tarafında, 1923 yılında kurulan cumhuriyetin bütün kazanımlarını kendi çıkarları için kullanan bir güruh var. O kazanımların sayesinde “demokrasi içinde hak arayabilir” hale gelmiş, iktidar olabilmiş ve “ileri demokrasi” söylemleri altında birer birer ortadan kaldıran bir güruhtan söz ediyorum. Öteki tarafında cumhuriyeti kuran, bugüne dek hemen hemen bütün aşamalarında aktif rol almış ve yine de bir azınlık hükümeti dışında 1951den (çok partili ilk seçim) bu yana tek başına iktidar olamamış, köhneleşse de bunu görmeyi reddetmiş, gelişemeyen Türkiye’nin tekamül edemeyen bir partisi var. Bu güruhun dışında kalanlar, farklı politik görüşlere sahip oldukları halde onları bir araya getiren bir yerde, cumhuriyet şemsiyesi altında birleşiyorlar. Yani ikinci grubun alanında oynuyorlar şimdilik. Hee, bir de hepsinden ayrı, yine cumhuriyet sayesinde söz sahibi olma hakkını kazanmış ve ille de bu devletten ayrı kararlar alma hakkı yaratmak ve bu hakkımıza da sonuna kadar sahip çıkmak istiyoruz deyip, 30.000 kişinin ölümüne sebep olduktan sonra meclise girip orada mücadele etmeyi görev sayan, elleri kanlı olsa da bunu inkar eden, kendi çıkarları iki ana gruptan hangisine yakınsa onun tarafında olan bir başka küçük grup söz konusu.
Paylaşamadıkları nedir anlayabilen beri gelsin. Toprağın altı çok zengin diyorlar! Mesela altın varsa, çıkarmak için uğraşacaklar, toprağa siyanür döküp üzerinde hiçbir şeyi yaşayamaz hale getirecekler, altını ham madde olarak satsalar 3 kuruş 30 para edecek. Alanın kasasında öyle değer olarak dururken, elde edecekleri gelirle bizi daha çok sömürmek için kullanacaklar. İşleyip satsalar, alan olmayacak. Petrol (bütün aramalarda bulunamadı dense de bazıları “var, var da dünya rezervi olsun diye kimseye söylenmiyor” sözlerine yürekten inanıyor, o petrolü bulup çıkarabilirse maddi sorunları bitecek sanıyor) varsa bile henüz çıkarılamıyor, çıkarılabilse obruklanmayı engellemek için toprağın altına deniz suyu pompalayacaklar, ekoloji batacak, gelen parayı da yine o petrolü çıkaran çok uluslu başka şirketler alıp götürecek (deniz suyu ve petrol değiş tokuşu nedeniyel Dünya Ana ile aralarında açılacak karma zaten akıllarına bile gelmiyor). Bor var, uranyum var, demir var, bakır var; “ham madde olarak satsan 400 tır mal göndereceksin, bir tır cep telefonu alacaksın, işleyecek teknolojin yok, çıkarıp toprağın altını ne diye bozacaksın” diyoruz; çocuk bunlar, anne babalarında öğrendikleri doğrulardan ayrılamıyorlar, dolayısıyla “evet yaa, bir daha düşünelim” demeleri olanaksız. “İlle de isterim, hatta şimdi isterim” diye tutturuyorlar. Cumhuriyet değerlerini satan güruh da, asıl değerli olan kaynağımızı, suyu ve ormanları tamamen yok etmeye kararlı, hepsini betonluyorlar, şimdilik gelen paraları da kendi hesaplarına koyuyorlar. Zamanı gelip de Kızılderili Kehaneti gerçekleştiğinde, yiyecek Hiçbir şey bulamayınca dolarları kemirecekler her halde… 😛
Ülke iki temel, bir ara gruba ayrışmış durumda anlayacağınız. Ancak dünyada her şey karşıtıyla var olur ya, şimdi de bu gerçeklik hiç değişmeden yola devam ediyor. Bir yandan ayrışma bütün hızıyla devam ederken öte yandan BİR olma hali de fırtına gibi hızla ve çevredeki bütün siyah beyazları içine alıp grileştirerek yayılıyor.
Ortalık toz duman. Öfke bayrak açmış önden koşuyor, kızgınlık, kırgınlık ve intikam duyguları da arkasından yetişmeye çabalıyorken yine de bir grup insan son derece bilgece yaklaşımlarla her iki tarafı da itidale davet ediyor. Henüz savaş baltaları çıkmadı topraktan. Her iki taraf da soğuk savaşa devam ediyor ve ortalıkta fazla bir kan görülmüyor olsa da, yakın gelecekte adına Hizbullah denen örgütün zamanında konuşlandığı bütün ülkelerde olduğu gibi burada da “biz çoğunluğuz, siz bizim istediğimiz gibi yaşayacaksınız” demesi çok olası görünüyor. Halkın itidali seven kişileri bir yandan ayrışmadan endişe duyarken öte yandan farklı bir birleşmeyi de fark ediyor doğrusu.
Gençler Görevi Devralmaya Hazırlanıyor
Ortalık toz duman. Bazen öfke, kızgnlık ve kırgınlık, bazen acı, kin, nefret ve ne mutlu bize ki çoğu zaman gençler eliyle üretilmiş bir koyu mizah hakim havaya. Öyle ki John Lennon’a “onlar beni anlamış, yerimde rahat edebilirim” dedirtecek kadar yüksek sesli kahkahalara sebep olan mizahla, gülerek karşıladığımız bir süreç yaşatıyor gençler bize. Hükümetin yarattığı her acıyı başka bir karikatüre dönüştürüp kızmak yerine kızdırmak, kaçmak yerine kovalatmak ve korkmak yerine dövülüp dövülüp daha güçlü ve daha BİR ve BÜTÜN olarak ayağa dikilmek halindeler gençlerimiz. Dünya tarihine Gezi Direnişi olarak geçen dönem ülke içinde inanılmaz bir uyanış ve aynı zamanda -tabir-i caizse- sevginin gücüyle ezilen korkakların makaraya sarıldığı, Toma suyu önünde dans eden siyahlı kız ve onu arkadan sarıp geri çeken yakışıklı genç, kırmızı elbisesiyle Taksim Gezi Parkı’ndan geçerken olis gazına maruz kalmış genç kızımızın bütün dünya için özgürlük sembolü haline geldiği zaman başladı bütün eğlence. “Bunlardan bir halt olmaz, bilgisayar başından kalkmıyorlar” denilen genç ve hatta çocuk yaştakiler birden ebeveynlerinden çok daha olgun ve hatta erişkin olduklarını bütün dünyaya göstermeye, süreci eğlenceli bir canlı tiyatro gösterisine dönüştürmeyi başardılar.
Onlar dirilip dirilttikçe, diğerleri korkup baskıyı arttırdılar. Kutuplaşma tavan yaptı ve ilginç bir şekilde bu ayrışma hali kadar birbirinin enerjisi içinde ergime ve kaynaşmanın da gümbür gümbür ilerlediği bir zaman bölgesinin içine girdiğimiz fark ettik, bence hala o bölgedeyiz.
Şimdilerde gençler sayesinde uyanan ve korkuyu komediyle aşabildiklerini fark eden bir halkımız var ve aslında korkutanlara bile sıçrıyor bu komedi enerjisi üretimi. Az önce Facebook’ta, bir arkadaşımın paylaşımında (hükümet bu ölçüde korkmaya devam eder, Twitter ve YouTube’a yaptığı gibi sosyal medyayı yasaklamaya devam ederse, yakın gelecekte bazıları “Facebook da nedir, tarihin neresindedir” diye soracak insanlar da olabilir) ülkenin başkenti Ankara’da Yüksek Seçim Kurulu önündeki üst geçidin “Bakanlar Kurulu” kararı ile halka kapatıldığı haberini gördüm. Haberde söylenen şey yani üst geçit için bakanlar kurulu kararı alındı mı, bu söylem bu haliyle gerçek midir değil midir bilemedim, araştırmak gerek ancak haberi paylaşan kişi altına bir de fotoğraf eklemiş. Üst geçidin merdivenlerinin önünde üzerinde “polis” yazan, itsen yerinden oynayacak seyyar, metal bir parmaklık var. Ankara’daki arkadaşlarım da resmin oraya ait olduğunu teyit ettiler. Yani yasak kesinlikle doğru, halk da istese hemen delebileceği bu yasağa açıkça uyum sağlıyor da karar belki Bakanlar Kurulu yerine sadece emniyete aittir.
Gelecekte bu yazıyı okuyup, ülkede bugünlerde olup bitenleri bilmediği için hiçbir şey anlamayacak olanlara özet geçelim. Üç gün önce yani 30 Mart 2014 günü ülkemizde bir belediye başkanı, belediye meclisi üyeleri ve muhtarlık seçimi yapıldı. Sadece belediyelerde iş yapmaya talip olanlara, görevlerini ve projelerini layığıyla yerine getireceklerine inanıldığı için oy verilmesi beklenen bir seçimdi. Sadece belediyelerle ilgili olunca, kolay ve huzurlu geçmesi gereken seçim “birazcık” zorlayıcı oldu. Seçimlerden birkaç ay önce, tam olarak 17 Aralık 2013 günü ülke gündemi hali hazırda ülkeyi yönetmekte olan AKP’nin (Adalet ve Kalkınma Partisi) dört bakanının oğullarının da aralarında bulunduğu bir çok kişiyle ilgili, rakamları telaffuz etmekte bile zorlanacağımız miktarlarda rüşvet aldıkları, alınmasına aracı oldukları, yolsuzluklar yönettikleri ve daha bilmem neler iddiasıyla gözaltına alındıkları haberiyle sarsıldı. Hükümetin başı birdenbire ortaya çıkan adeta ani bir deprem yaratan bu haberin gerçek olmadığını söylemeye bile fırsat bulamadan ortalık karıştı. Kısa sürede toparlanan başbakan, kendisinden önce söz alan bir başka hükümet sorumlusunun “ne olmuş yani, adamın evinde çok para olması suç işlediğini kanıtlamaz, belki de paralarını saymayı seviyordur ve o yüzden de sayma makinesi almıştır” söylemlerini bekledi. Sonra sakinleşip konuşabilir hale gelince, kendisi ve yol arkadaşlarına yöneltilen her türlü suçlamayı “siz konuşabildiğiniz kadar konuşun, sorabildiğiniz soruyu sorun, ben size sadece duymak istediklerinizi söylemeye programlandım o yüzden sizi kafama takmam bile” genel tavrına bürünerek, sorulara yanıt vermek yerine, duyulmasını istediği şeyleri söylemeye başladı. (Seçimlere 3.5 ay kala ortaya çıkan bu durum hükümet kanadında sertleşmeye ve muhalefette de bir tür “elimiz güçleniyor” düşüncesine yol açtı.)
“Geldiğimizden beri Ergenekon ve Balyoz Davaları’nın (hükümete geldikten kısa bir süre sonra “derin devleti çökerteceğiz” diyerek, ne kadar gazeteci, yazar ve kendilerine karşı olabilecek güçlü insan varsa, daha sonra da ordunun bütün Atatürkçü güçlerini çeşitli düzmece delillerle içeri tıktıkları, basılmamış kitaplardan dolayı yazarlarını suçlayarak tutukladıkları bazı davalar üretmişlerdi) savcısıydık, artık değiliz, o davayı açanlar meğer bizi de kandırmışlar, onlar devlet içi devlet diyorlardı, meğer asıl onlar ‘paralel devlet’ kurmuş, bizi de kandırıp ortalığı yönetiyorlarmış” demeye başladılar. Utanmadan, sıkılmadan, hükümet olmak üzere yola çıkarken yanlarına sağlam bir destekçi olarak aldıkları ve adına Hizmet Hareketi denilen, başında da Pensylvania’da yaşamayı sürdüren Fetullah Gülen adlı bir zatın bulunduğu bir grubu “Paralel Devlet” yönetmekle suçlamaya yöneldiler. Birkaç haftada ülkede bu Paralel Devlet dedikleri yapıya bağlı oldukları ya da kendileri için tehlike oluşturabileceği düşünülen yeri değiştirilmemiş emniyet müdürü, başlattığı davaları elinden alınmamış savcı, hatta neredeyse bir yerden bir yere sürülmemiş üst düzey memur kalmadı. İstanbul Emniyet Müdürlüğü Binası’ndaki basın odası kapatıldı, haber almak isteyen gazetecilere her türlü zorluk çıkarıldı, dürüst bir yayıncılık halinde olan tek bir basın yayın organı kalmadı. Bütün medya ya bir gruba ya diğerine yandaş oldu, halk haberleri ya birinin ya diğerinin yorumuyla dinlemeye başladı. Muhalefetten çok cılız “madem onlar suçlu siz de onlarla işbirliği yapmış suçlularsınız” sesleri çıktı, başbakan bunları duymazdan geldi ve zaten kısa zamanda muhalefetin asıl tavrı kesinlikle farklı bir yönde gelişti.
17 Aralık 2013 – 30 Mart 2014…
Aradan geçen zaman içinde yolsuzluk iddialarının ardı arkası kesilmedi, o paralel devlet dedikleri yapının telefon ve ortam dinlemelerinden oluşturduğu derlemeler YouTube ve Twitter üzerinden gün gün yayınlandı. Başbakanın oğlu ile kriptolu telefonlardan yaptığı, evde saklanan paraların sıfırlanmasını istediği ve 17 Aralık 2013 gününe ait olduğu iddia edilen görüşmeler bile sesli ve çözümlenerek tape haline getirilmiş örnekleriyle yayınlanmaya başladı. Başbakan her zamanki pişkinliğiyle “bunlar sadece montaj” dedi ve emin olun ülkenin yasırısından çoğu inanmadığı halde başbakanın bu sözlerine can simidi gibi sarıldı. İkiye bölünmüş medyada gerçek anlamda “madem komplo, madem montaj, siz ki en ufak bir karikatür için bile tazminat davası açansınız, neden bunun gerçek olmadığını kanıtlamak adına mahkemeye başvurmuyorsunuz” diyen kimse bulunmadı.
aşbakana oy vermiş, güvenmiş, belki de uzun zamandır ilk kez kendini bir gruba ait hisseden halk “ne yani biz yine mi hırsızları destekledik, yine mi bize kaşıkla veren kepçeyle alanların yanındayız” içsel sorusuyla başbaşa kaldı. Tabii, bunu asla yüksek sesle dile getirmediler ve meydanları “başbakanın arkasındayız” sesleriyle doldurup taşırdılar. Bu kadar kişinin meydanları doldurmasını anlayamayan diğerleri hükümet partisinin meydan dolduranlara para dağıttığını iddia ettiler, kimse bir şey kanıtlayamadıysa da seçim sonuçları ortaya çıktığında o insanların gerçekten orada olduklarını anlama vakti gelmiş oldu. (İnsan ister istemez keşke muhalefettekiler birer erişkin gibi davranabilseydi ve hayallerden başlarını kaldırıp tabloyu gerçekçi bir analizle okuyabilseydi diye düşünüyor.).
Bütün uyarılara ve hala görev yapmakta olan birkaç medya çalışanının dikkat çekmeye çalışmasına rağmen yayınların ters tepeceğini, zaten başbakana bağlı olan kesimin, sırf başka seçeneği olmadığını zannetmesi nedeniyle daha da bağlı hatta bağımlı hale gelebileceğini hesap edemeyen Hizmet Hareketi “bu kadar yolsuzluk iddiası bu hükümeti kesinlikle yok eder” düşüncesi ile, günden güne daha fazla sesli tapeler yayınlamaya devam etti. (Bence Hizmet Hareketi denilen kişiler, enerjinin tam da diğer tarafında duran, tıpkı başbakandan başka kimsede aidiyet bulamadığı için gerçekleri görmezden gelen halkın yaptığı gibi, bilinçsizce uyarıları görmezden gelip, konunun üstüne daha fazla gitmeleri gerektiğini dayatan içsel dürtülerine yenildiler.)
Tapeler halkın bir kesiminde mizahi alanda yeni üretimler için kaynak haline gelirken, büyük bir kesimde ise yavaşça ısıtılan kurbağa gibi zihinsel bir alışkanlık da yarattı. Artık sabah yataktan kalkar kalkmaz “eee, bakalım bugün ne var” diye soran YouTube ve Twitter’daki bu yayınları ortaya koyan grupların sayfalarını açmaya başlayan, olana artık dehşetle değil, bir “oh olsun, işte iplikleri pazara dökülüyor” edasıyla yaklaşan ve ille de gülen, dalga geçen bir insan topluluğu çıktı ortaya. Elbette ilk tapenin deprem etkisi iyice yumuşadı. Ortalıkta seçimlerden çok kısa bir süre önce asıl önemli kasetlerin çıkacağı, 25 Martta hükümeti sarsacak görüntüleri de olan videoların yayınlanacağı haberleri uçuşmaya başladı. Hatta daha önce güzellik kraliçesi seçilmiş, bir televizyonda haber spikerliği yapan ve başbakan ailesine yakınlığı ile bilinen bir kadınla başbakanın cinsel içerikli görüntülerinin yayınlanacağı haberleri bile yayıldı ve kadın da 25 Marttan iki gün önce “yok böyle bir şey” diye televizyon programlarında kendini savunmak durumunda kaldı. Eh! Bu eğlenceli oyun, kendi içimizde başka oyunların doğmasına sebep oldu ve ne yalan söyleyeyim ben özellikle bu 25 Mart tarihi ile ilgili söylemlerin de “işi iyice berbat edersek yanımızda, yöremizde kalmayı seçenleri daha kolay kandırabiliriz, her bir yayınlanan tapenin yalan olduğuna daha kolay inandırırız” diyen hükümet tarafından yayıldığını düşünmüştüm, hala da öyle düşünüyorum. Eh, başbakana yakınlığı ile bilinen o hanımefendinin de bu oyunun bir parçası olma olasılığı yüksek tabii bence.
Bir dostum “yahu bu kadın hem güzel, hem ünlü, hem zengin, neden başbakanla beraber olsun ya da neden o aileyle bu kadar yakınlık kursun” diye sorduğunda tek yanıtım vardı. “Dışı güzel olanların genellikle içleri güvensizlikle sarsılıyordur, güçlü görünenin yanında yer alırlar. Aslında bu bir nevi sığınmadır da bunu kendilerine bile itiraf edemezler, unutma ki o kadın daha önce de çevresindeki en güçlü görünen adamla evlendi ve adamın işleri bozulunca da ayrılıverdi. Adamın işi bozulunca bilinçli olarak ondan ayrılmamış olabilir de içindeki bir şey ona belli belirsiz ‘artık sana güç sağlayamaz, bırak gitsin’ demiştir, o da bu dürtüye uymuştur. Bekle ve izle, Başbakan kazanırsa aileye yakın kalmaya devam eder, kaybederse kısa zamanda ve emin ol bütün samimiyetiyle ‘meğer ne çok yanılmışım, herkesten özür diliyorum’ der ilişkileri bitirir” dedim. Bekleyip göreceğiz neler olacağını… 🙂
Hükümet ve eski ortakları arasında bütün bunlar olurken, eli güçlenen ve ortaya somut bir şeyler koyabilse anında yıldızı parlayabilecek olan muhalefet, özellikle de cumhuriyeti kuran ve 1923ten bu yana var olan ana muhalefet partisi ne yaptı? Zaten çok fazla projesi olmayan tek düşündükleri “önce bu adamlar bir gitsin, gerisine sonra bakarız” diyen halkın oylarını elden kaçırmamak olan muhalefet ve özellikle de CHP her zamanki hantallığıyla olanı okumayı seçmek yerine, olanı fırsat sanıp seçimlerdeki başarısı için tapelerin arkasına sığınmaya başladı. Ankara ve biraz da İstanbul dışında belediyecilikle ilgili projelerini anlatacakları mitingler yapmak yerine “başçalan” adını verdikleri Başbakan’a yüklenmeyi yeğlediler. Hatta CHP’den bir kişi, bir mitingde, partinin geçmişteki diplomasi birikimine hiç de yakışmayacak bir şekilde bir konuda “bu da ona kapak olsun” gibi bir söylem sarf etti. Kendi adıma bunun o partiye, sadece o partiye değil, Hiçbir politikacıya yakışmadığını dile getirdiğimde olanı okuyamayan basiretsiz partinin bağnaz oyverenleri tarafından epey de eleştirildim. O zaman anladım ki bu seçimler de yine hükümet partisine gidecek, BİRLİK sesleriyle ortaya çıkan ve tekamülü geride kalmaya yeğleyen halk bir kez daha çoluk çocuk oyununda “aldım verdim ben seni yendim” diyenler eliyle derin kedere sürüklenecek. Yazık! Öyle de oldu…
Ortam böyle gergin olmasına rağmen gençlerin ürettiği mizah, karikatür ve sosyal medya paylaşımlarıyla dolup taşarken seçimler geldi ve artık bir belediye seçimi olmaktan çıkarılmış, her iki taraf eliyle, adeta “vatanı hainden kurtarma” operasyonuna dönüşmüş, yaşadığım hiçbir genel seçimde bile görülmemiş bir önem ve anlam kazandırılmış seçimler yapıldı. CHP ve MHP onca yolsuzluk iddiası, hükümetin bütün adalet sistemini sadece Adalet Bakanı’na bağlaması, usulsüzlük, hile ve hurda nedeniyle elinin iyice zayıflamış olacağından emin olunca tabanlarından gelen “birleşelim, seçimde ittifak yapalım, hangi parti nerede güçlüyse, o yerde sadece onun adayı seçime girsin” çağrısına kulak asmadı. CHP kendilerine açık ve net bir dille İstanbul’daki bazı yerler için ittifak çağrısında bulunan başka bir küçük ama seçimde 420.000 civarında oy alan partinin önerisini “Kürtsünüz, sizinle işbirliğini tabanımıza anlatamayız” gerekçesiyle geri çevirdi.
Sonuçta, bütün zayıf kartlarına rağmen hükümet partisi küçük bir oy gerilemesi ile seçimlerden yine birinci parti olarak çıktı. Üstelik İstanbul’u itirazların sonuç vermeyeceği kadar önemli bir oy farkı ile almıştı. Ankara’da durum biraz farklı oldu. Başkentte, MHP’den CHP’ye geçen ve halkın parti yöneticilerinin kabul etmemesine rağmen birleşerek desteklediği adayla halihazırda belediye başkanı olan AKP adayı arasında kıran kırana, soluk soluğa bir seçim yaşandı. 31 Mart sabahı, uzun zamandır görevde olan halihazırdaki belediye başkanı lehine çok az oy farkı olduğu ortaya çıktı. Oysa gecenin belli bir saatinde diğer aday televizyona çıkıp, “aldığımız verilere göre Ankara’da seçimi kazandık” açıklaması yapmıştı.
İşte ne olduysa ondan sonra oldu. Zaten yolsuzluk yaptıkları ve her seçimde de hile yaptıkları öne sürülen hükümet partisinin bazı önemli hatta çok kritik noktalarda oy oranı en yakın takipçisine göre 1 puanın bile altındaydı. Bazı bölgelerde 1- 15 oy farkla kazanılan belediye başkanlıkları olduğunu söylesem durumu daha iyi anlayabilirsiniz.
Seçimden hemen sonra, her yerde boş ve/veya başka partiler için “evet” mührü basılmış, çöpe atılmış, bir yerlere saklanmış oylar görülüyordu. Bir de seçim sayımından sonra ıslak imza ile hazır edilmesi ve parti görevlilerine verilmesi gereken tutanakların bazılarında imza olmadığı, bazılarının kayıp ve eksik olduğu ortaya çıkınca bütün ülke şenlik yerine döndü. Kim bilir ne kadarı hile için ve ne kadarı da ortaya atılması muhtemel “hile haberlerini” haklı kılacak ön hazırlık içindi. Ben hala iki tarafında bu konuda sorumlu olduklarını, parti düzeyinde olmasa bile seçmenler seviyesinde bazı dolaplar çevrildiğini düşünüyorum açıkçası.
Sonunda beklenen oldu, “seçimde hile var” sesleri yükselmeye hatta çığlık halini almaya başladı. Bütün hükümet karşıtı olan insanların kullandığı sosyal medya, vatandaşlar eliyle hükümet partisine bağlı diğer vatandaş ve görevlilerin ortaya koydukları durumları yansıtan ve -haklı olarak- “hile şüphesi” uyandıran fotoğraf ve videolar yayınlanmaya başladı. Hatta benim de izlediğim bir videoda, sayılmış, tutanaklara geçirilmiş oyların bulunduğu, mühürlenmiş bir çuvalın hem de İlçe Seçim Kurulu koridorlarında, herkesin gözü önünde alenen açıldığı ve içine bir şeylerin koyulduğu bir tane vardı. Vatandaş çuvalı açana “ne yapıyorsun” diyor, diğeri, “ehm, uhm, mühürü de çuvalda unutmuşuz” gibi bir şeyler diyordu…
Dediğim gibi, seçim sonuçları açıklanmaya başlandıktan az sonra ortalık karışmaya başladıysa da asıl cümbüş ertesi gün kendini gösterdi. İlk olarak Ankara’dan, özellikle ana muhalefet partisinin yüksek oy aldığı bilinen yerlerde açılmamış sandıklar olduğu, bazı sandık sonuçlarının “sehven” kaydırma yapılarak farklı partilere ait oyların farklı partilere yazıldığı iddiaları ortalığı kasıp kavurmaya başladı. Yeniden sayım için başvurular, tutanakların aranması, karşılaştırmalarla dolu uzun bir gün ve gece başladı. Tam bunlar olurken, özellikle Ankara’da bu durum o kadar herkesi etkileyecek seviyedeydi ki, halk YSK önünde buluşmaya ve sayımın yeniden yapılması için verilen dilekçelerin arkasında olduğunu göstermeye yöneldi.
Devletin değil hükümetin emniyetine bağlı olanlar da eksik kalmadılar, onlar da alanda yarattıkları, cebren açtıkları boşlukları doldurdular. “Acaba o adamlar oradan aşağı düşer ve yaralanırsa ben suçlu duruma düşer miyim” diyemeyecek kadar “görev aşkına tutulmuş” polisler üst geçidin üzerindekiler de dahil insanlara çok yüksek atmosfer basınçla ayakları yerden kolayca kesen Toma suyu sıkmaya, gaz fişekleri göndermeye ve hatta ses bombaları kullanmaya ve halkı böylece dağıtmaya çabaladı.
Eşzamanlı olarak muhalefete oy verenler, özellikle Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde (NHKM) seçim sonucunu etkileyebilecek sayıda sayılmamış ve haliyle tutanakları henüz hazırlanmamış, seçim kayıtlarına rastladılar, verileri girilmemiş seçim sandıklarının olduğunu fark ettiler. Bir yandan sorun çıkmaması için sandık nöbetine geçerken öte yandan % 0.8 oy farkı ile seçimi kaybedeceği düşünülen adaylarının kazanma olasılığına da sahip çıktılar. Ana muhalefet partisi adayının -belki de- partisinden bağımsız olarak başlattığı çağrıya uyarak tutanaklar ile girilmiş seçim sonuçlarını karşılaştırmak için kurulan merkezlere koşan binlerce gönüllü vatandaş ülke tarihinde Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana görülmemiş bir BİRLİK Bilinci ile cansiperane bir çalışmanın içine girdiler.
Dönemin milletvekillerinden biri: “HDP Tutanak buluyor, CHP sayıyor, TKP işliyor, MHP koruyor… Birleşe birleşe kazanacağız :-))” şeklinde bir sosyal medya paylaşımında bulundu, bir başkası da bu paylaşımın altına “lan siz bu millete naptınız, nasıl birleştirdiniz” gibi bir şeyler ekledi dersem, nasıl bir BİRLİK Hali’nden söz ettiğimi anlayabilirsiniz diye umuyorum :).
Ben orada değildim, görmedim ancak bazı kaynaklar, bütün bu karmaşa içinde NHKM içindeki bazı polis memurlarının sandıkları alıp kaçırmaya çalıştıklarını, bazı hükümet yanlılarının da sayım ya da tutanak tutma eylemlerine engel olmaya çabaladıklarını bildiriyordu. Halk daha sonra YSK tarafından da bir sorun yaratılmasına engel olmak istemiş, hem “farkınızdayız” hem de “biz hakkımızı sonuna kadar korumaya kararlıyız” demeye Ankara’daki YSK Binası önünde toplanmaya başlamıştı.
(Seçim tutanakları dediğimiz şey, daha önceki seçimlerde hükümette bulunan partinin sayım ve veri girişi sırasında hile yaptığı iddialarına karşı alınmış bir önlemdi. Seçim bitip sandıklar sayıldıktan sonra, sandık başkanı, diğer görevliler ve parti gözlemcilerine sandık sonucunu döküm halinde belirten ıslak imzalı bir belge verdiler ki “hile oldu” iddiaları karşısında elde bir kanıt olsun.)
Bakanlarımız durumdan çok rahatsız oldular. Dün akşam Hükümet Sözcüsü “kimsenin yolu, trafiği kapamaya hakkı yoktur” diyordu. Sevgili gelecekteki arkadaşlarımız, bunların hepsi size absürtten de öte gelecek belki. OL’sun, biz bunları yaşıyoruz ve siz de o zaman kimler güçlü ise onlara yandaş olmayı seçecek tarihçiler eliyle yazılacak bilgilerden farklı bir şeyler de duyabilin diye ben yine de özetliyorum.
Peki bütün bunlar olurken ne mi yapıyorduk? Bir yandan elimizden gelen en mantıklı ve sağduyulu biçimde, itidali (siz itidal sözcüğünü tanımıyor olabilirsiniz, bizim zamanımızda bile bilmeyen çok genç vardı ve şimdi öğrendiler, itidal aynı anda soğukkanlı, ölçülü ve sağduyulu davranabilme hali demektir) elden bırakmadan hakkımızı aramaya devam ederken öte yandan olanı komikleştirip mizaha dökmeye başladık. Mesela ben YSK önündeki üst geçidin kapatılmasını kendi Facebook Sosyal Paylaşım Sitesi’ndeki duvarımdan:
“-A dostlar, duyduk, duymadık demeyin, eğlenin, gülün, dansa geçin. ;P
Sevinip mutlu olma, coşup çılgınca dans etme günüdür bugün. Hem de en ilkelinden Afrika Dansı için olmazsa olmaz gündeyiz. 😛
Hale baksanıza! Ülkenin bütün sorunları sona ermiş ve bakanlarımız can sıkıntısından üst geçitlerin bulundukları yer ve işlevsellikleri hakkında çalışmaya başlamışlar, bundan daha iyi nasıl olur?” girdisiyle duyurdum.
Mizah ve Sevgi
Zülfü Livaneli bir şarkısında “Dünyayı güzellik kurtaracak/Bir insanı sevmekle başlayacak her şey” der. İşte ben o “bir insanı sevmek” bölümünü anlatmak istiyorum izninizle.
14 Mart 2003 tarihinde başımıza gelen bir adamı, Recep Tayyip Erdoğan’ı ülkenin bir kesimi neredeyse peygamber ilan ederken, büyük çoğunluk ise hiç sevmedi. Ne yazık ki ben de sev(e)medim kendisini. Onu hep içimin “karanlık yanlarını gösteren, her sözü binlerce yerinden irdelenip içindeki yalanın bulunması koşul olan” biri olarak gördüm. Keşke hiç “defolsun, gitsin” demedim diyebilseydim, bunu söyleyemem. Bütün bilgim ve bilgeliğimle birlikte defalarca kendimi “uffff, yaaaa, aaaammmmaaannnn” derken buldum. Kim bilir kaç kez “Allah’ım, sen var OL’AN her şeydesin ve hatta her şey sadece senden ibaret, bu adam da senin suretin, tamam bu yüzünü de gördük, onurlandırdık, anladık, var işte ve içimizin de içinde hala duruyor da, kaldır artık önümüzden, çok zorlanıyoruz” demişimdir. Kim bilir kaç kez “bu adam çok, çok çok sevgisiz büyümüş olmasa bu kadar gaddar, zalim, yalancı, hilebaz, güç tutkunu olamazdı, hay Allah, bari yüreğimde daha geniş bir yer açayım” deyip o yere de en hafifinden “yalancılar, üçkağıtçılar köşesi” adlarını vermişimdir. Onu sevmeyi çok başaramadım. O güzellikler yaratamadı değil, ben o güzellikleri kısmen gördümse de daha önce öğrendiğim doğrulardan kopamadığım için o güzellikleri yeterince onurlandıramadım. Yani anlayacağınız bizim 2003ten sonra bu yazıyı yazdığım tarihe kadar hala başbakanımız olan kişiye ya tapıldı ya hiç sevilmedi kendisi ve ben bütün çabalarıma rağmen sevemedim onu. (Neyse ki şimdi daha az kızıyor hatta bizleri BİR ettiği için kendisine henüz yürekten olamasa da teşekkür edebiliyorum.)
Çeşitli konularda bildiklerimi paylaşırken, özellikle “acı çemberleri” ( https://www.derki.com/ruhsallik/aci-cemberleri ) hakkında bilgi verirken:
“-Zihin dışarıdan içeriye doğru genişleyemez. Amigdala, bilginin mükemmelleşmesi görevi nedeniyle sonsuz defa denenmiş olsa da eski bir bilginin en iyi biçimde işlediğini kabul etmeden onun yerine yeni bir bilginin içeri girmesine alan açmaz. Mükemmel, her ulaşıldığında yükselen çıta gibi olduğundan, amigdala neredeyse yeniye asla izin vermez. Siz zihni ancak içeriden genişletebilirsiniz ve bunun da başka yolu yoktur derim” sık sık.
(Söz konusu yönetim biçimi olduğunda da bu kural değişmez elbette. Cumhuriyet ya da başka bir rejim, fark etmez; zihnimde yer alan ve amigdalam tarafından kabul görmüş her hangi bir bilgiyle bağlantılı yeni bir bilgi gelecekse yol hep aynıdır. O bilgi önce bana titreşimsel olarak ulaşmalı, içimde yolculuk ederek içimde var olan kendisiyle rezone olabilen tohuma varmalı, onu önce aktive edip sonra filizlendirmelidir. İçimde bu konuda bir tohum olmaması olası değildir. Biri “yenilik” diyerek ortaya bir şey koyabiliyorsa, o şey aslında zamanlardan çok önce Yaratıcı Kaynak tarafından yaratılmış ve bir zaman bölgesine bırakılmıştır. O zaman bölgesine ulaşan ve o titreşimle çabukça hemhal olabilecek titreşimsel yetkinliğe erişmiş bir kişi o yenilik denilen durumun işe yarar olduğunu az önce anlattığım süreç kendiliğinden başladığı için, kısa zamanda ve kolayca fark eder. Yavaş yavaş algısında bir değişim başlar -çünkü plana göre süreç başlamıştır-, o zaman bölgesinde o titreşim aktive olmuş ve kişinin içindeki ilgili tohumu da etkilemiştir. Onda o tohum varsa, her birimizde de vardır. Aktive olup olmaması ise zamanla ilgili bir konudur. Bir kişininki aktive olduğunda, herkesinki zaman içinde kişi seçse de seçmese de aktive olur. Kimi daha önce algılar çünkü tohumu/titreşimi yeterince olgunlaşmıştır, kimi daha geç algılar çünkü tohumu/titreşimi henüz tam olgunluğa erememiştir. Tohumun olgunluk seviyesi ne olursa, titreşim bir kez yerine ulaştı mı tohumu bir süre sonra olgunlaştırır ve filizlenmek üzere harekete geçmesini sağlar. Sonuç olarak aktive olan tohumun içindeki bilgi filizlenir, büyüyerek yukarı doğru devinir. Dışarıdan gelen her türlü yeni düşünceyi avlamakta ustalaşmış olan amigdala içeriden gelene hakimiyet kurma yeteneğine sahip değildir. Aldanır ve o yeni düşünce filizi zihnimizde ve zihinsel bedenimizin alanında serpilmeye başlar. Bir süre sonra kişi -çoğu zaman farkında bile olmadan- o yeni düşüncenin içinde bulur kendini.)
Başbakanın ve hatta hükümetteki her bir üyenin ülkede çok kişinin gerçek anlamda demokratikleşmesine alan sağladığı konusunda söylenecek tek söz yok. Elbette bunu gerçekten ülke demokratikleşsin diye yapmıyorlar. Yine de ağızlarında bu söylem sakız olunca enerjileri onlar istemese bile bu yönde hareket ettirmeye başladı bile. Neden mi? Amigdalanın “önce din ve kuralları tamamen yaşanmalı” diye dayatan dirençli tavrına rağmen, içinde bulunduğumuz zaman bölgesi “dönüşüm zamanı geldi, değiş Tonton” diye dayatan bir titreşim yayınlıyor. Gençler eliyle ortaya konan mizah güldürürken diğer direnç mekanizmaları da giderek bu güldürü enerjisi içinde ısınıp yumuşuyor hatta bazı kişilerde ergime bile başladı. Mesela başbakanla yakın ilişkiler içinde yola çıkan bir başka grup var, çok önceden onlardan ayrılan. Ülkedeki yozlaşmayı görünce “bizim amacımız bu değildi” deyip çekildiler ve hatta ciddi bir de karşı duruş sergilemeye başladılar. Öyle ki bu grup Ramazan ayı boyunca ülkenin her yerinde sofralar kurdu, dindar, ateist hep beraber o sofrada lokma ve dua paylaştı. Sözünü ettiğim ergime hali olmasa koyu dindarla ateist üstelik de Ramazan sofrasında seve seve, kendi iradeleriyle bir araya gelebilirler miydi? Başka değişimler de oldu bu arada.
Daha önceleri başka türlüsünü öğrenmediği için “Atatürk İlkeleri” içinde yaşamayı yeğleyen ya da yeğlediğini sanan, o ilkelere sahip çıkmak adına bağnazlaşmış, elitist hale gelmiş, Ata’nın asıl amacı olan gerçek demokrasiyi unutup ilkeler seviyesine saplanıp kalmış büyük gruptan bazıları “bu ilkeler de değişebilir, hayata uyarlanabilir olmalı” demeye başladılar mesela. Diğer kesimde ise “laisizm dinle yan yana olamaz, seküler sistem istemezük, dindar insan laik olamaz” derken birden kendini farklı bir yerde bulan, devlet yönetiminde ille de dinin ön planda olmasının gerekmediğini, herkesin adil bir yaşam sürdüğü bir ülkede dinin esaslarının kendiliğinden teminat altına alınmış olacağını fark etmeye başlayan birileri türedi. Eşzamanlı olarak her grupta daha radikal istekleri olanlar da ortaya çıkmadı diyemeyiz. Mesela “sakın ha oy vermeyin, sizden oy alırlar, başınıza geçerler, sonra da sizi unuturlar, demokrasi Allah’a şirktir” diyen aşırı köktendinci ve üstelik çok da genç yaştaki bireylerden oluşan bir başka grup da çıktı meydana. (Muhtemelen onların titreşimleri henüz bizim içinde bulunduğumuz zaman bölgesi titreşimlerine uyumlanamamış, ilgili tohumları da yeterince olgunlaşamamış olduğundan, kendi düşünceleri de hilafetçi zihniyeti yeğleyen bir alanda serpiliyor. Evrende her şey “sonsuz şimdi” içinde olduğundan bazıları çağın çok ilerisindeki düşünceleri bile algılayabilirken, bazıları günün titreşimlerini bile algılayamaz. Kişilerin düşünsel tohumları tekamül yolunda içinde bulundukları seviyeye bağlı olarak olgunlaşır ve belli ki bu insanların ortalamaya göre daha genç olan ruhları henüz hilafetten öğreneceklerini elde edememiş durumdalar. Kısaca parantezlediğim bu konu aslında oldukça önemli, apayrı bir makale konusudur.)
Anayasanın “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif bile edilemez” denilen maddelerinden biri de “yönetim şekil Cumhuriyet’tir” diyor. Yani bir önceki paragrafta sözünü ettiğim ve tekamül yolunda henüz hilafetten öğrenecekleri olduğunu düşündüğüm bu gençlerin talep ettiği “hilafetin geri gelmesi” teklif bile edilemezler arasındadır aslında. Buna rağmen onlar çok rahatlıkla bu devletin onlara sağladığı toplu taşıma araçlarında gezerek ve serbestçe yayın organlarını “dağıtarak” değil, “satarak” (propoganda için gerekli paranın en az bir kısmını bu yayınları pazarlayarak elde ediyorlar ve tabii belge falan da olmadığı için vergi falan da vermiyorlar) seslerini duyurabiliyorlar. İşin ilginci bu gençlerin hilafet istemesi karşısında, onlara rastladığım metrodaki genel tavırdı: Bundan 10 yıl önce olsa “burası Türkiye Cumhuriyeti, burada hilafet istiyoruz demek suçtur” diyecek çok sayıdaki insan sadece baktılar, dudaklarını büzüp hayret belirtir biçimde kafa salladılar ve yine de tek kelime etmediler. Elbette bir kısmı korkudan, ortalıkta kol gezen zulmün olası tepkisinin kendilerine de sıçramasından susmuştur. Benim anladığım/hissettiğim kadarıyla daha büyük bir çoğunluk “demokrasi bu insanlarla aynı alanda yaşamayı da gerektiriyor, alışıyoruz, hep birlikte öğreniyoruz” düşüncesindeydi ve hiç tepki verilmemesi korkudan çok bu düşüncenin sonucuydu.
Başbakan Sertleştikçe İçimiz Esniyor
Başbakanın bütün sertlikleri, ayrıştırmaya yönelik bağırış çağırışla ortaya koyduğu dayatmaları biz farkında olmasak da demokrasinin ne olduğunun daha fazla sorgulanmasına, daha fazla kabul görmesine ve eşzamanlı olarak, ülkede pek çok insanın içinde daha fazla direnç ortaya çıksa da hoşgörünün diplerde, derinlerde köklenerek daha da yerleşmesine destek sağladı. Daha önce var olan ve yüzeysel olduğu için bütün halkta kendini kolayca gösteren kökü de yüzeye yakın veya dışarıda olduğu için oldukça kırılgan bir biçimde varlık kazanan şefkat ve hoşgörü hali, diplere doğru inip göz önünden kayboldukça içeride daha büyük bir güç ve ivmeyle hareket ediyor bence. Kuvvetle inanıyorum, çok yakında eskisinden çok daha dirayetli, dingin ve kalıcı olarak çıkacak ortaya. Korkunun karşısına konan mizah içimizdeki anlayışlı, hoşgörülü kimliği daha da güçlendirirken elbette başbakan ve yol arkadaşları da bu durumdan nasiplerini alıyorlar. Sevgisini ifade etmenin belki de yasak olduğu ailelerde büyümüş bu insanlar. Hal böyle olunca, içlerindeki sevgiyi yumuşaklık ve şefkatle dile getirmeyi de öğrenememişler.
Her şeye rağmen “birileri için bir şeyler yapmalı” diyecek kadar insan sevgisi olmayan bir kişi, hele hele gençlik yıllarında, kaşarlanmış büyükleri tarafından itilip katılacağını bile bile, asla politikaya girmez. Kimse içine girmeden politikada nereye ulaşacağını tam olarak öngöremediğinden sakın olup da kendinizi “o sevgiden değil, cebe indireceklerine olan hırsından girdi politikaya” düşüncesine saptırmayın lütfen. Başbakan farkında bile olmadan, sevginin zıttı yani farklı bir ifadesi olan baskı ve korku salma yoluyla bu zaman bölgesindeki gücü, mizah, BİRLİK ve anlayışı tetiklemiş durumda bana sorarsanız.
Sevgiyi her yerde daha fazla görüyoruz aslında ve bu şekliyle daha önce tanımadığımız için algılayamıyoruz. Gerçek demokrasi konusundaki farkındalık ülkede “farklı bir bakış açısına sahip ve yine de İslami İlkeler içinde yaşayan, buna karşılık hükümet partisini kesinlikle desteklemeyen, dinci değil dindar ve hilafetçi değil demokrat olduklarını düşündüğüm bir grup insanın ortaya çıkmasını sağladı” demiştim. Eş zamanlı olarak ülke tarihinde ilk defa TKP bir seçimde bir tane de olsa belediye başkanı çıkardı. “Yasaklı olan komünizm yıllar sonra belediye başkanlığı kazandı” söylemi gelecek nesle çok anlamsız gelebilir elbette. Oysa ülkede sağ tandanslı partilerin gücü, ABD’nin yoğun ve devleti derinden yönetebildiğini açıkça defalarca gördüğümüz etkisi hep “komünizm gelecek” korkusu yayarak yaratıldı. Komünist olabilme olasılıkları nedeniyle sayısız genç ceza ve tutukevlerine alındı, ağır işkenceler gördü, bazıları intihar etti, bazıları aklını yitirdi ve bazıları da görevliler eliyle yok edildi bu ülkenin yakın tarihinde.
Gelecekte bu konuyu tamamen unutturabilirler, ben yine birkaç satır yazayım. CHP’nin başında görev yapan İsmet İnönü zamanında Köy Enstitüleri’nin etkinliğini “orada komünistler yetişiyor, dikkatli olunmalı” diyen yakın çevresindeki akıl hocalarına inanması nedeniyle zayıflattı. Menderes ağaların bütün köylerine aynı kişiye pay verdirebilmesini garantiye almak adına oralara son darbeyi vurup köy enstitülerini tamamen kapattırdı. Köy Enstitüleri halkın eğitimsel düeyini yükselten, ülkeyi her yönden, birlikte kalkındırmaya yönelik planlanmış ve evet belki de biraz komünizmin anımsatan ancak Türk halkına, gelenek ve göreneklerine uygun tasarlanmış çok değerli eğitim kurumlarıyken komünizm gelişir korkusuyla heba edildiler. Bu kadarla bitti mi iş? Hayır! Daha sonra solcu olduğu söylenen Ecevit geldi CHP’nin başına.
Ecevit CHP’nin başına geçtiğinde komünizmden öcü gibi korkanlar nedeniyle bırakın komünizmi, sosyalizm sözünü bile kullanamadı. Uzun zaman partiyi “ortanın solu” diye uydurdukları bir çizgide tutup yönetmeye çalıştı. Keşke doğrudan sol diyebilseydi, keşke, komünizmi serbest bırakabilseydi. Hiç yap(a)madı. Oysa yıllar sonra bakıp görüyoruz ki Ecevit söylemleri sola yakın olsa da tavrı son derece anti demokrat “tek kişi partisi” yönetmeyi seçen bir adammış. (1800lerin son çeyreğinde başlayan “yönetime gelen cumhuriyetçi tek adamlar” döneminin -1878 Stalin, 1881 Atatürk, 1883 Mussolini, 1884 İsmet İnönü, 1889 Hitler, 1890 De Gaule- 1900 lerin ilk çeyreği sonlandığında tamamlanan zaman bölgesi enerjisinin son fertlerinden biri olarak Ecevit de iyi niyetle çıktığı yolu sonunda anayasa kitapçığının bilindik öyküsüyle ülkeyi içinden çıkılmaz bir duruma sürükleyerek solun gücünü ülkede bitiren biri oldu.)
Demirel konusunda bu alanda konuşmaya bile gerek yok, o zaten hiç soldan hazetmemiş, varsa yoksa ABD demiş biriydi, Menderes de sağcı kafadaydı, ABD aşıklısıydı ve bazı iyi şeyler yaptıysa da fazla tek adamlığa soyununca geçiş döneminin ilk katledilen kurbanı oldu. Kim bilir, belki de İhtilalle indirilip idam edilmeseydi, kısa zaman sonra oyla alaşağı edilip bir daha da kahraman ilan edilemeyecekti.
Yani ülkeyi hep dar bir alanda tuttu geçmiş yönetimler. (Bu bizim seçimimiz mi yoksa kaderimiz mi, değilse karmik etkilerimizin sonuçları mı konusu da epey irdelenmesi gereken başka bir durum.) Şimdiki “ortaçağ zihniyeti ile 21. yüzyılda memleketi yönetemeyenler” diyerek aşağıladığımız, hali hazırda görevde olan hükümet aslında böyle “dar alanda kısa paslaşmalarla” yönetilip bir türlü gelişemeyen demokrasi içinde üstelik tam da bu durumu vurgulayıp “daha fazla demokrasi” vaat ederek başa geçti. Gelir gelmez değil, biraz yerini sağlamlaştırınca, cumhuriyet ilkelerine bağlı, nispeten demokrasiyi sindirmiş insanların anlamadığı dilde, sert, ayrıştırıcı, bölücü söylemlerle ayakta kaldı. (Bugün başbakana “tek adam partisi yönetiyor, diktatör herif” diyoruz ve üstelik haklıyız da, zamanında tam da bu tepkiyi veren kesim olarak çok demokrat bulduğumuz Ecevit başa geçsin diye kuş kanadı çırpar gibi atan yüreklerle dualar ediyorduk. Bizi anlamayanlara kızıyor, işçi ve köylünün ezilen toplum katmanları olmasına rağmen oylarını Demirel’e vermelerine bozuluyorduk.)
“Ülke kısa zamanda sayısız fraksiyonlara bölünen sol gruplar gibi ayrışmaya, daha fazla, daha fazla ve daha fazla bölünüp parçalanmaya başladı” gibi geliyor hepimize. Demokrasinin fazlası için mücadele etmesi gereken demokratlar “yetmez ama evet” kampanyasında kendilerince haklı söylemlerin arkasına saklanarak, gerçekte bu kadar demokrasiyi en az demokrat görünenlerin istemesini hazmedemeyerek reddettiler ve CHP önderliğinde “hayır bu kadar olmamalı” kampanyası yönettiler.
Daha fazla demokrasi isteğiyle “evet” diyenleri neredeyse “vatan haini, AKP işbirlikçisi” ilan ettiler ve hala her fırsatta “alın size gördünüz mü, yetmez ama evet dediniz olandan siz sorumlusunuz” diye saldırmaya devam ediyorlar. Oysa evrensel kurallar basit ve etkilidir: İttiğin şeyi güçlendirir, korktuğun şeye odaklandığında onu kendine çekersin. Kabul ettiğin her şey gücünü seninle paylaşır, yumuşar, şefkat ve huzurun genişlemesine destek verir. Yani “karşı taraf olarak gördükleri daha fazla demokrasi” diyenlerin şimdi diktatör kesilmeleri biraz da (bence çok daha fazla oranda) kendi elleriyle hazırladıkları bir durum. Zamanında Cumhuriyet Yürüyüşleri yapılırken de benzer sözler etmiş: “Ya gitmeyin, katılmayın ya da söyleminizi değiştirin. Sizi istemiyoruz, defolun demeye hakkımız yok. Onlar da bu ülkenin vatandaşları, hepsi TC kimliği taşıyor ve Atatürk’ün dediği gibi burada ülkeye ve ulusa ait olma hakları var. Aidiyet hakkını ellerinden almaya kalkar, dışlarsanız bütün gücünüzü onları desteklemeye vermiş olursunuz. Mitinglere katılacaksanız, oraya giderken ‘sizi görüyorum varlığınızı ve aidiyet hakkınızı onurlandırıyorum, siz ne isterseniz söyleme özgürlüğüne sahipsiniz, ve ben burada sizler gibi düşünemeyen bir gruptan size sesleniyorum. Ben sizin gibi yaşamayı seçmiyorum, aynı topraklarda farklı biçimlerde yaşama hakkımızı kullanalım’ şeklinde bir şeyler söyleyin” diye uyarmıştım arkadaşlarımı ve tabii ilgili zaman bölgesinde gerekli tohumu erken filizlenmiş biri olarak demek istediklerimi anlatamamıştım. Hatta bazı keskin itirazcılardan “sen bizden değilsin, onlardansın” tepkisi almıştım. Yıllar sonra (üstelik tarihteki gelişme süreçlerine bakarsak çok kısa zamanda) en çok da o keskin itirazcılar gelip “şimdi anladık ne demek istediğini” demişler ve kafa yapılarında dönüşümün olmasına izin vermişlerdi. İşte o zaman anladım ki bir etki bize ulaştığında ilgili konuda daha da keskinleşip sertleşiyor, bütün dirençlerimizle davranmaya başlıyoruz. Bu etkilenmeye başlayan tohumun doğal tepkisi. Patlamadan önce patlatıcıya ayak diriyor. O tohum, içindeki program gereği “direncin kırılma noktasına bir an önce varalım ve dönüşüme ayak uyduralım” istiyor.
Ben şimdi de tetiklenmiş tohumlar nedeniyle ortaya çıkan dirençlerin kırılma noktasına doğru hızla ilerlediğimize, yakın bir gelecekte daha geniş kitlelerin de katılacağı toplumsal barış haline geçeceğimize inanıyorum. Belki her yönde, her düşünce modelinde çok sayıda şimdikinden daha radikal, daha köktenci küçük ve etkisiz gruplar da ortaya çıkacaktır. Olsun, büyük resimde genişlemiş, yayılmış bir esneklik umut etmeye devam ediyorum.
Nasıl Olacak?
Elbette, bir yandan ayrışırken diğer yandan ortadaki alanın genişlediğini henüz göremiyoruz. Kopuyor sanıyoruz ya da en azından kopmasından endişe ediyor, ülkeden bazı parçalar ayrılacak sonunda diye korkudan uykusuz kalıyoruz. Oysa alan genişleyince ille de kopacak diye bir şey yok. Aksine içinde daha fazla çeşidi kolaylıkla taşıyabilecek biçimde esneyip serpilme, yayılma olasılığı çok yüksek. Zaten değişim çoktan başladı.
Para ve mevkiler de yer değiştirdi bu zamanda. Halkın en alt seviyede gelire sahip olan, hatta hiçbir geliri olmayan gruptaki insanlar, şu ya da bu biçimde bir gelir elde etmeye, hatta bir kısmı çok fazla zenginleşmeye, lüksü bir yaşam modeli haline getirmeye, daha önce “parası sayılamaz” diye düşünülen bazı çok zenginler ise küçülmeye, parayı düşünerek, tasarruf ilkeleriyle harcamaya başladılar, hatta bazılarında ciddi iflaslar yaşandı. Bir yandan zenginle yoksul yer değiştiriyor denilecek bir tablo görülmeye başladıysa da aslında para daha dengeli dağılmaya başladı. Yoktan yere, haksız kazanç elde ederek kazançların bir kısmı karmik borçlarını bu hayatta hayır işleri ile dengelediği için hala paraya sahipler, bir kısmı ise kazandıkça cimrileştikleri için sonunda yoksunluk bilincine girip varı yok ettiler.
Dengenin yeniden kurulduğunu düşündüğüm bu zamanda eğitim kurumları da farklılaşmaya başladılar. Pek çok ailenin gençleri, çocukları daha önce kapısından bile geçmeyi hayal edemeyecekleri okullarda okumaya başlarken, o okulları “çantada keklik” gören bir kesimin çocukları, gençleri sadece statü ve parayla elde edilemeyecek olan okullar bir yana, pek çok özel ve nispeten kolay okula bile gidemez oldular. Bazıları utana sıkıla daha önce özel okula yerleşmiş çocukları için burslar aradı, kimileri eski dostlukların hatırına buldu. Bazılarıyla burs ya da başka destek bulamayıp çocuklarını o özel okullardan alıp daha önce “ay benim çocuğum kimlerle okuyacak, asla olmaz, göndermem” diye burun kıvırdıkları devlet okullarına kaydettirmek zorunda kaldılar.
Ülkede altla üst karıştı ve ortada bir yerde buluştular. Bütün hırsızlık, yolsuzluk ve rüşvet gerçekliği aynı zamanda şimdilik bir de refah görüntüsü veriyor. Öyle bir hal ortaya çıktı ki, en alttaki yükseldiği için yerini korumaya, en yukarıdaki aşağı inmeye başladığı için bu dönüşümü durdurmaya çaba gösterir hale geldiler. Önce “sadece dine göre yaşarız” diyenler sonraları pahalı evlerde, abartılı mobilyalar içinde, pırlantalar ve lüks otomobillerle yaşamaya başladıkları hayatın pek de dinin öngördüğü tevazu ile bağdaşmadığını anımsayamaz oldular. Aynı anda 15 yaşındaki kızına 2.000 avroluk çantanın her modelinden alıp “istersen sana özel bir çanta da yaptıralım” diyen, kocaman evlerinde çok sayıda hizmetli çalıştıran aileler, kendiliklerinden ya da zorunlu olarak daha mütevazı bir hayata yöneldiler.
Şimdilerde, hep beraber, bu ülkede yaşayan herkes, adına “prestij” denen insan uydurması ve “ayrılık bilinci” ürünü olan bir kavramı yeniden düşünüp değerlendirmeye başladık. Prestijin denize sıfır yakınlıkta, 600 m2 tabana oturmuş 5 dönümlük arazide kaybolmuş bir ev ya da değeri milyon dolarlarla ölçülen işyeri ya da başka servetlerden ibaret olmadığını, hayırlı birer vatandaş olmayınca gerisinin geçici statüler sağlamaktan öteye geçemediğini öğreniyoruz. Pek çokları daha önce hiç bilemediği bir başka gerçeklikle yüzleşiyor: İçinde insana dair hakiki unsurlar bulunmadığında dünyaya ait hiçbir şey kalıcı ol(a)maz!
Bu gerçeklik bir tokat gibi patlasa da suratlarda, darmadağınık etse de yaşamları, kasırganın önündeki cılız ağaç gibi savursa da köklenmiş sabit fikirleri, “ille de orada kalacağım, ben ölürüm değişmem” diyenler de yok değil elbette. Onların da pek çoğu -ne yazık ki- hastalanmaya, gözden ve elden ayaktan düşmeye engel olamıyorlar. Çok kızıyorlar ve sorumluyu dışarıda arıyorlar. “Dönüşüm zamanı gelince herkesin buna ayak uydurması gerektiğini” kabullenemeyenler her gün biraz daha zorlandıkları bir hayatın içine yuvarlanıyorlar. Debelendikçe daha çok batıp hastalık da yetmezse kazalara maruz kalıyorlar. Her biri hayatın hangi alanında daha fazla direnç ortaya koyarsa, tam da bedenlerinin o durumu yansıtan bölgelerinde sorunlarla karşılaşıyorlar. MS ve kanser türleri gündelik hayatın en olağan duyumları arasında yer alıyor. Gazeteler spor yaparken kalp krizi ya da emboli nedeniyle ölen çok genç insanların hatta çocukların haberlerini yayınlıyorlar. Öfke, kızgınlık, depresyon, şirazesinden çıkmış Türk Halkı’nın olağan yaşam modeli haline gelmiş vaziyette ve insanlar en azından depresyonda olmayan birilerini gördüklerinde neredeyse hayretle izliyorlar.
Şimdilerde spiritüellik para ettiği için bu alana kaymış pek çok öğretmen var. İnsanlara bir yandan BİRLİK ve BÜTÜNLÜK derken öte yandan siyasetin içinde aktif rol alıyorlar. Bu alanda eski enerjiyle çalışırken dönüşümün sonuçlarının onları ve destekledikleri partiyi güçlendirmesini umuyorlar. Ne yazık ki genellikle bu çok başarılı olamayan bir boşa çaba hali yaratıyor. Yok, aslında yanlış söyledim. “Biz eskide kalmayı seçiyoruz ve bütünüyle eskisi gibi olmayı seçiyoruz” diyenler başarılı oluyor. Dualar, zikirler, oruçlar ve diğer bütün çabalar “ben eski enerjide kalmayı seçiyorum” diyen grubu -bence şimdilik- destekliyor. Diğerleri ise tabir-i cazise yaya kalıyor. Neden mi? Bence yanıt çok basit. Yeni olanı eski olanla yönetmeye çabalıyorlar ve enerjiler birbirleriyle rezone olamadığı için başarı da gelmiyor.
İşte bütün bu aşağının yukarı çıkışı, yukarının tamamen aşağıya inmesine değil, kısmen alçalmasıyla birlikte bütünsel bir yükselişin de ortaya çıkmasını sağlayabilir. Bir balon düşünün, içinde iki katman olsun. Biri mavi ve altta diğeri kırmızı ve üstte. Balona uçurabilecek nitelikte hava üflemeye başlayın. Mavi katman içinde sıkıştığı balonun en altından, çeperinin genişlik sınırında duvarlara yaslandığı yere kadar yükselecek, kırmızı da aynı şekilde alçalacaktır. Bununla birlikte içinde hava olmadığı için masaya yapışık duran balon, içindekilerle birlikte bir bütün olarak büyüyecek, hatta uçarak bulunduğu yerden yükselecektir. İşte bana sorarsanız tıpkı o balondaki alt ve üst katmanların birbirlerine yaklaşmasıyla birlikte genişleme ve yükselme de gerçekleşmekte son dönemde.
Biz ulusça BİRLİK ve BÜTÜNLÜK bilincine daha çok ulaşıyoruz ve yakında çok yükseleceğiz. Ne kadar yakında yani ne zaman mı? Duruma EVET demeye, olanı mizah, sevgi, huzur ve şefkatle kucaklayıp yürekten inanarak “bu da geçer, geçti bile” demeye ne kadar hızlı geçersek o kadar kısa zamanda.
Kendi adıma şöyle sonlandırıyorum: Bütün bunları yazdıktan sonra artık Başbakanı görünce, duyunca ona kızmak yerine bizleri genişlettiği ve ayrışma halinde bile daha fazla BİRleştirip topyekün yükselttiği için kendisine bu kez biraz da olsa sevgi gönderebilmek umuduyla…