Temmuz başından bu yana ilkin Gazze’ye, sonra da Beyrut’a yağmaya başlayan bombalar, gerilimin aniden artması sonucu, kontrol edilemeyen değişkenlerin etkisiyle ortaya çıkmış bir çatışmanın sonuçları değil. Çok uzun süredir düşünülüp planlanmış ve Batı kamuoyunda “kabul edilebilirliğini” sağlamak üzere Şubat’tan beri zemini yaratılan bir operasyon için, Orta Doğu’da çoğu kez olduğu gibi, kimsenin bir şey düşünmesine meydan vermeksizin aniden düğmeye basıldı. Filistin’de ısrarla çaktırılan kıvılcımlar Lübnan’da ateşi başlattı, şimdi bu alevleri Suriye ve İran’a yayarak, Doğu Akdeniz’den Hindistan’a dek uzanan bir bölgede endişe ve yılgınlığı besleyecek malum “kaos stratejisi” yaşama geçiriliyor. Tetikçi, çoğu zaman olduğu gibi yine İsrail.
ABD’de radikal muhalefetin etkin sözcüleri arasında yer alan Antiwar.com sitesinin başyazarı Justin Raimondo, bundan üç ay kadar önce, İran’la başlatılacak bir çatışmanın aracısının İsrail olacağını; ancak bu çatışmanın ilk adımının doğrudan İsrail’in İran’a yapacağı bir saldırıyla başlatılmayıp, Lübnan üzerinden Suriye’ye uzanacak bir ateş hattı aracılığıyla İran yönetiminin “kuşatma” endişesine doğru yönlendirilerek kışkırtılması olacağını yazmıştı. Ayıptır söylemesi, Hariri suikastinden bu yana ben de Ortadoğu’daki “Faz 2″nin uygulamaya konmakta olduğunu ve Lübnan’ın yangını büyütmek için bazılarınca ideal hedef olarak görüldüğünü söylüyordum.
Batı dünyasında çoğu kişi, güdümlü medyanın da yönlendirmesiyle, Hizbullah’ın Lübnan parlamentosunda önemli bir güç oluşturmasını, Hamas’ın da Filistin’de seçimleri kazanmasını, ABD ve İsrail’in beklentilerine karşıt gelişmeler olarak yorumlamıştı. Oysa tam tersine, gerek Bush yönetimi gerekse İsrail için bu radikal dönüşümler, planların uygulamaya konmasını kolaylaştıran birer katalizör işlevi gördüler. Refik Hariri suikasti, Birleşmiş Milletler de belli bir prosedür içinde devreye sokularak, Suriye ve Hizbullah ile ilişkilendirildi; Beşir Esad uluslararası çevrenin de onayı alınarak diplomatik ölçüeri fazlasıyla aşan bir kıskaç içine sokuldu. Hamas’ın seçimleri kazandıktan sonra silahları bırakmaya yanaşmaması, Batı kamuoyunda kolaylıkla “Filistin barış istemiyor” argümanının desteği olarak sunulmaya çalışıldı ve açıkçası bunda belli oranda başarılı da olundu.
Şubat ayında aniden büyüyüp dalgalar halinde yayılan “Peygamber’in karikatürleri” krizinin sıradan bir “basın hadisesi” olmayıp, Batı kamuoyunu ufukta görünen operasyonları sessizce onaylamaya hazırlamak üzere devreye sokulmuş bir “zemin yaratma çalışması” olduğunu da ısrarla vurgulamıştım. Her zaman olduğu gibi, İslam dünyasının halkları, operasyon hazırlığındaki militaristlerin beklentilerini yine boşa çıkarmadı ve dehşetengiz görüntüler eşliğinde, Batı kamuoyuna bir süredir artan dozda enjekte edilmekte olan “hoşgörüsüz ve saldırgan Müslümanlar” imajını doğrulamak için elinden geleni yaptı. Bir aydan fazla süren kriz sırasında yaşananlar, kulaktan kulağa fısıldanıp duran “İslam varken barış mümkün değil” önyargısını güçlendirmek için dünyanın dört bir yanındaki medya tekellerince ustaca kullanıldı. Aynı günlerde Hariri cinayetiyle Suriye bağlantısının üzerine olabildiğince gidildi ve bir de İran’ın nükleer silah üretme olasılığı üzerinde fırtınalar koparıldı. (Ne ilginçtir ki, Neocon’ların “Şer Ekseni” haritasında yer alan, nükleer silahları çoktan üretmiş olmakla kalmayıp, geçenlerde bunları Pasifik üzerinde alenen test eden Kuzey Kore’ye “diplomatik çözüm paketleri” ile yaklaşılırken, henüz uranyum zenginleştirmenin A’sında olan, bombayı üretme kapasitesine ne zaman sahip olacağı bile muamma durumundaki İran’a “fiziksel yaptırım” tehditleri savruldu.)
İlkbahardan itibaren Irak’taki iç gerilimin yükü ABD birlikleri üzerinden çekilerek (tıpkı bir zamanlar “Savaşın Vietnam’laştırılması” stratejisinde olduğu gibi) şiddet adım adım Irak’ın mezhepler dengesizliğine taşındı ve “demokrasiyi yerleştirme” görüntüleri altında aleni bir iç savaş için bütün kapılar ardına dek açıldı. (Bu arada, Guantanamo ve Abu Ghraib cezaevlerinde patlayan skandallar da gözden uzak tutulmaya, geri plana atılmaya çalışıldı.) Böylelikle, yine dünya kamuoyunun gözünde Irak’taki işgale karşı direnişle fundamentalist gruplar arasındaki mezhep savaşının birbirine karışması sağlandı; dantel gibi ince ince işlenen “İslam oldukça demokrasi ve barış mümkün değil” fikri, birbirlerinin camilerini bombalayan, aynı dine mensup insanların şiddet görüntüleriyle perçinlendi.
Bu arada İslam dünyasındaki hoşgörüsüzlükten yakınan, Müslümanların demokrasiye uzaklığından dem vuranlar, meydanlarda kılıçla kafa kesilerek idam cezaları infaz edilen; kadınların bedenlerinin her yerini örtmeden adımlarını dışarı atamadıkları Suudi Arabistan’la ilgili hiçbir şikayette bulunmadılar, çünkü ezelden beri bölgedeki en sıkı müttefikleriydi bu krallık. Bir Suudi zengini olan Usame bin Ladin‘i (sözde) yakalamak için Afganistan’ı yerle bir ettiler, Irak’ı işgal edip rejimi değiştirdiler, İran’ı ve Suriye’yi, hatta Pakistan’ı, Endonezya’yı suçladılar ama adamın memleketi olan Suudi Arabistan onları hiç rahatsız etmedi. Nasıl etsin ki? Son haberlere bakılırsa Suudi Arabistan, Beyrut’un bombalanması konusunda bile İsrail’i değil Hizbullah’ı sorumlu görüyor, böyle “dost ve müttefik” nereden bulacaklar?
Mayıs ayının sonlarına doğru, 2006 yazının “çok sıcak” geçeceğini belli eden görüntüler Irak’ta ve Gazze’de arka arkaya geldi ve nihayet Temmuz’da ilkin İsrail birliklerinin kaçırılan bir askeri kurtarma gerekçesiyle Gazze’de büyük bir kıyıma başladıklarına tanık olduk; ardından “beklenmedik” biçimde Hizbullah’ın sınır baskınının gerçekleşmesiyle Lübnan’a yönelik büyük saldırı başladı. Ben bu satırları yazarken ajansların geçmekte olduğu haberler, Beşir Esad’ın Lübnan’a her türlü desteği vereceğinden söz ettiğini duyuruyor; demek ki, eğer “frene basan” birileri olmazsa, Suriye de kaçınılmaz biçimde bu anaforun içine çekilecek. Devamı? Belki İran, belki bir de Pakistan; yangını bir hat üzerinde başlattınız mı, ucu Endonezya ve Malezya’ya dek gider. ABD henüz bu son gelişmelerle ilgili olarak “elini kirletmiş” değil; Bush yönetimi, İsrail’in arkasında olduğunu belirtiyor ve Ortadoğu’daki tetikçisini “gerektikçe destekleyeceğini” ima ediyor.
Ortadoğu’daki İsrail operasyonlarının, kaçırılan askerlerin hayatını kurtarma kaygısıyla ilgisinin olmadığını söylemeye gerek yok sanıyorum. Şimdiye dek çok daha fazla sayıda asker yitirdiler zaten bu dehşet verici operasyonla. Üstelik, İsrail’in kuzeyindeki insanları, yani kendi sivil halklarını da Hizbullah’ın roket saldırılarına maruz bıraktılar. Ama bunlar önemli değil; büyük terörist, her zaman olduğu gibi sakin ve ne yaptığını bilerek oynuyor. Lübnan’a atılan bombalar, korkutma ya da yıldırmaya değil, hayat damarlarını kesmeye yönelik: Elektrik santralleri, su depoları, köprüler, ulaşım kavşakları vuruluyor; ülke deniz kıyısından ablukaya alınarak Lübnan’ın dünyayla bağlantısı kesiliyor. Tam bir “No way out” durumu: Kaçacak yer yok, bir yere gidemiyorsun ve elektrik, telefon, su şebekesi tahrip edildiği için karanlığa, açlığa, korkuya, paniğe mahkûm edilmiş durumdasın. İsrail açısından, hiç de yabancısı olmadığımız bir durum. Filistin’de de yıllardır aynı şeyi yapıyorlar. Gazze’nin elektriği kesiliyor, altyapıya zarar veriliyor, sık sık yinelenen “terörist avı” gerekçeli saldırılarla sivil halk öldürülüyor ve canına tak deyip “Yeter artık” diye silahı eline alan, soğukkanlılığını yitirmiş insanlar parmakla gösterilerek dünya kamuoyuna teşhir ediliyor hemen: “Bakın bakın, biz size demiştik, işte bunlar terörist!”
Beyrut’u şimdilik bir yana bırakıp, yalnızca Filistin’le ilgili istatistikleri kısaca gözden geçirelim. Çıplak rakamlara bakmak bile, Ortadoğu’nun büyük teröristinin son döneme yayılan sistematik “icraatını” görmek için yeterli:
- Eylül 2000’den bu yana İsrailli sivil halktan 1084 kişi Filistin saldırılarında ölmüş. İsrail saldırılarında ölen Filistinli sivillerin sayısıysa, aynı zaman diliminde 4020.
- Bu kayıplar içinde İsrailli 127 çocuk var; Filistin’de ise İsrail saldırıları sonucu 734 çocuk ölmüş.
- Filistin saldırılarında yaralanan İsraillilerin sayısı, 7633. İsrail operasyonlarında yaralanan Filistinlilerse, 30.281.
- Filistinliler tarafından tutsak alınmış yalızca 1 kişi var bu dönemde. İsrail cezaevlerinde yatan Filistinli mahkum sayısıysa 9599.
- Filistin saldırılarında yıkılan bir tek İsrail evi yok. İsrail saldırılarındaysa Filistin’de 4170 ev yerle bir edilmiş.
(İstatistikler, 29 Eylül 2000 ile 10 temmuz 2006 arasını kapsıyor. Kaynak ve daha çok ayrıntı için: http://www.ifamericansknew.org)
Uzunca bir süredir söylediğim gibi, “son düzlüğe” çıkılmış durumda. 2006’da yaşanmakta olanların, önümüzdeki on yılı belirleyecek radikal gelişmeleri hızla gündeme taşıyacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Uluslararası finans-kapital diktatörlüğü, Ortadoğu’daki “sürekli kaos” politikasını, tam istediği gibi sürdürme ve denetlemeyi başaracak gibi görünüyor. Çünkü bu toprakların insanları, direnişi, dayanışmayı, örgütlenmeyi ve anti-emperyalizmi yüz yıldır öğrenemediler; bin dört yüz yıldır da kendi kimliklerini yalnızca dinleriyle tanımlıyor, tepkilerini yalnızca dindarlıklarının filtresinden geçirerek dışa vuruyorlar. Siyasi mücadele geleneği, gelişmelere geniş perspektiften bakan bir dünya görüşü, iyi eğitilmiş aydın kuşaklar ve “seküler örgütlenme” olmadığı için de, karşılarındaki deneyimli ve kararlı güce direnme şansları oldukça az. Beyrut’a ve Gazze’ye düşen bombalar, hem görmesini bilen gözlere gerçek teröristin kim olduğunu bütün çıplaklığıyla sergiliyor, hem de kendi davasını, haklılığını dile getirip, sistematik biçimde direnmeyi beceremediği için dünyanın gözünde terörist durumuna düşürülenlerin dramını.
Yaygınlaştırılmış savaş, diplomatik bunalımlar, global ekonomik kriz ve ciddi bir enerji darboğazı, 2007’den itibaren dünya gündemine damgasını vuracak. Beş yıl içinde olup bitecekleri de, hep birlikte göreceğiz. Bütün mesele, akıllı, sağduyulu, barıştan ve adaletten yana olanların yılgınlığa kapılmayıp ayakta kalmayı bilmeleri. Açıkça söyleyeyim, Ortadoğu’dan, bölge halklarından yana hemen hiç umudum yok. Tek umut, gerçekten Türkiye’de ve bu nedenle bizim ayakta kalmamız, yere sağlam basmamız çok büyük önem taşıyor. Öyle hamasi nutuklarla, “Türk’ün Türk’e propagandası” niteliğindeki milliyetçi şablonlarla olacak şey değil tabii bu. Yüzyıllar boyunca bizim yönettiğimiz toprakların tamamına yayılmak istenen bir yangın söz konusu ki, bırakın o tarihi ve kültürel bağları bir yana, burnumuzun dibindeki ateşten elimizin yanmaması pek kolay görünmüyor. “Büyük Devlet” olma iddiasındaysan, bunu böyle olağanüstü dönemlerde ve olumsuz koşullar altında kanıtlamak durumundasın. Globalleşme, özelleşme, entegrasyon teraneleriyle kafaların bulandırılıp paçamızı uluslararası finans-kapital oligarşisine bütünüyle kaptırdığımız bir dönemde, onların efendilerinin empoze ettiği bir “bölge stratejisi”ne, ilişkileri ciddi biçimde riske atmadan nasıl karşı durulur, orası da ayrı bir merak konusu tabii. Ama bir tek şey çok kesin: Geleneksel “kertenkele politikası” (deyişi Engin Ardıç’tan ödünç aldım) yani şu alışıldık “ne şiş yansın ne kebap” manevraları bu sefer kesinlikle hiçbir işe yaramayacak.