Yaşamın hangi alanında olursa olsun, bir çözüm arayışında kullanacağımız en sağlam ve şaşmaz “ölçüt”, fikirlerin değerini sınayacağımız “mihenk taşı”, Mustafa Kemal’in yoludur, ilkeleridir, devrimleridir, düşünme ve uygulama biçimidir.
Akıl ve bilim yolunda, tek şaşmaz ve -aklın ve bilimin devingenliği nedeniyle de- “aşılamaz” tek insanlık öğretisi Kemalizm’dir. (Mustafa Kemal olmak, onun gibi düşünmek ve her olaya onun gözüyle bakabilmek ve onun davrandığı gibi davranabiliyor olmak/olmaya çalışmak.)
Bırakınız açıkça düşmanlık besleyip de karşı çıkanları, “Kemalizm iyidir hoştur ama o dönemde kalmıştır, aşılmalıdır, tamamlanmamış olan devrimleri tamamlandıktan sonra da Kemalizm aşılacaktır” diyenlere, altını kalınca çizerek hatırlatmak gerekir; durağan olmayan, her döneme ışık tutan bu yol aşılamaz! Evet çok kesin bir tespit bu, ancak nedeni de başka yerde değil, kendi içindedir.
Aşılamaz, çünkü hedef gösterdiği çizgiden çıkmamak kaydıyla, “aşıp” da varılacak yerin adı zaten yine Kemalizm’dir. Kemalizm sürekli devrim, sürekli ilerlemektir.
Bu düşünceye açık ya da örtülü karşı çıkanlar olduğu gibi, tamamen ve gönülden katılanlar bugün bile çoğunluktadır aslında. Peki ama, kalben Ata’sına bağlı olanlar olarak onu biz yeterince anladık mı, şu anda da gerçekten anlıyor muyuz acaba?
“Anlamak” elbet çok derin ve geniş açılımları olan bir durumu ifade eder. Daha da daraltalım o zaman çerçeveyi: Sözlerini anlıyor muyuz?
Atatürk’ün 10. Yıl Nutku’nda söylediği bir cümle var ki, Türk ulusu için belirlediği hedefi de çok açık tanımlar: “Milli kültürümüzü çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.”
Ancak sırf bu cümlesi bile çok yanlış anlaşılmakta ve değerlendirilmekte, daha doğrusu anlaşılamamakta. Kimi uyanık bu hedefi alıp “AB’ye girmek” diye değerlendirirken, kimi de bu fikre aslında tam da karşı çıkmamakla birlikte, “çağdaş medeniyetler seviyesine çıkmayı AB’ye girmeden de tek başımıza becerebilmeliyiz” şeklinde güya dik(!) bir duruş alır. Bu hedefi “demokrasi”(!) olarak algıladığı ve demokrasinin de içini farklı anlamlarla doldurduğu için onuru bu yolla koruduğunu sanır. Beyinlere ustalıkla kodlanmış olan yetersizlik ve aşağılık duygusuna, kavramların ezbere kullanılması da eklenince, çoğu kişi ne yazık ki Mustafa Kemal’in net bir cümlesini dahi doğru okuyamaz hale getirilmiş durumdadır. Oysa “üstüne” sözcüğü öylesine açık ve net olarak durmaktadır ki orada. Bırakın yorumlamayı, onu göremez bile.
Gösterdiği ve amaçladığı hedef, çağdaş medeniyet seviyesinin “üstü“dür; “hizası” değil.
“Çağdaş medeniyet”in, Türk ulusal kültürü ve değerleri yanında aslında ne olduğunu ve en fazla nereye varacağını bilen bir tanımlamadır bu.
Bu ülküye ulaşmak için hangi yolu izlemek gerektiğini de açıkça söylemiştir Mustafa Kemal:
“Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Benim, Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır.
Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerine akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar.“
Peki neden böyle bir miras bırakmıştır, kime bırakmıştır ve ne anlama gelmektedir bu? Biraz zihin cimnastiği yapalım ve ezbere kullandığımız bazı sözcük ve kavramlar üzerinde biraz düşünelim.
Ata’nın bu sözüne pek karşı çıkan olmaz, ama anlamına yönelik doğru bir kavrayış ile içini de dolduramaz bu sözlerin. İçinde akıl ve bilim gibi “güzel” ve “ışıltılı” sözcükler geçiyor diye kimse bu mirası reddetmez ama ezbere ve yanlış bir algıdan öteye de geçmez bu onaylayış.
Ezbere kafa sallandığı için de Mustafa Kemal’in mirasına istenilse de sahip çıkılamaz ve onu benimsediğini düşünenler tarafından bile uygulanamaz bir türlü.
Peki nedir o zaman akıl? Bilim nedir? Bunları rehber edinmek ne demektir? Atatürk’ün yolunda olduğumuzu savlıyorsak, aklı ve bilimi rehber edindiğimizi söylüyorsak, anlamlarını da bilmeliyiz değil mi? Çünkü bu miras hepimize bırakılmış bir mirastır; sadece biliminsanlarına değil. Yanlış algı sanırım bu sözü bilim laboratuvarlarına hapsetmek, bilimsel buluşları ile “batı”yı takip etmek ya da teknolojik yenilikleri yakalamak olarak algılamakla başlıyor. Atatürk bunu demek isteseydi, “Ey Türk bilimcileri, ilerleyin” derdi sadece. Ama o daha başka bir şey söylüyor bize. Hepimize!
Akıl ve bilimi “yol gösterici” olarak kabul etmek, bir yaşam biçimidir.
Önce şu bilim ve akıla kısaca bakalım.
Bilim, belli bir yöntemi izledikten sonra ulaştığı bir ilke ya da kuramda, “bu böyledir” derken bile ulaştığı o sonucun belli koşullarda doğru olduğunu söyler.
Bir örnekle açıklayacak olursak; Su, 1 atmosfer basınçta 100° C’da kaynar.
Bu şartlardan biri farklı olduğunda sonuç değişir. İşte bilimsel bakış demek, suyun her ne olursa olsun 100° C’da kaynamayacağını bilmek demektir. Bilimsel bakış, bir kuralın, belli şartlar içerisinde (ısı, nem, basınç, vb. belli ortam koşullarında, belli bir enerji türünde, belli bir zamanda) o sonuca ulaştığını bilmek demektir. suyun her ne olursa olsun 100° C’da kaynayacağını sanmak ve beklemek bilimsel bakış açısı ile yaklaşmamak ve bilimin ne olduğunu kavramamak demektir.
Yaşamda ise, bilimsel düşünceyi içselleştirememiş kişinin bu “mirastan” pay alamamış tipik davranışı, kuşkusuzca bir şeyi tek doğru olarak kabul etmesidir. Daha önceden belli bir sonuç aldığı bir olayın, durum, şartlar, veriler, zaman gibi etki ve unsurların değişmesi halinde bile, yani girdiler farklı olduğunda bile, sadece tek bir unsuru/şartı/etkiyi uyguladığında yine aynı sonucu alacağını beklemesi, ya da bunu iddia etmesidir. Bilim dünyasının içinde de vardır bu bilim şarlatanları ayrıca.
Bilimsel düşünceyi bir yaşam biçimi olarak içselleştirmiş kişi ise, yaşamın her alanında sorgulayıcı, eleştirel ve yaratıcı düşünebilen ve belli bir bir ilkeye, belli bir sonuca ulaşmak için hangi şartların gerektiğini bilerek davranan kişidir. Ortam koşullarının sürekli değiştiği durumlarda ise içinde bulunduğu durumu sağlıklı olarak kavrar ve şartlara göre stratejisini belirler. Şartlar değiştiğinde, ilkeleri koruyabilmek için strateji şarttır. Suyu daha yüksek bir basınç altında kaynatacaksanız, 100° C’dan daha fazla bir sıcaklığa ulaştığında bunun olacağını öngörebilmelisiniz. Yoksa 100 derece oldu ama niye kaynamadı bu meret diye şaşar kalırsınız. Bir de iddiaya girmişseniz bu konuda, üstelik bu pek emin olarak girdiğiniz iddianız için öne sürdüğünüz bedel sizin kişisel tasarrufunuz değil de örneğin bir ulusun kaderini doğrudan etkileyen bir tasarruf ise, bu ahmaklığınızın sonucunu tasarruf sahipleri ödemek durumunda kalır.
Çok daha girift ve fazla sayıda girdileri, şartları olan konuları düşünün bir de. Bir “değer” eksik ya da fazla olursa, -diyelim ki var- iyiniyet de yetmez; hesabınız şaşar.
İşte bunun için akıl gereklidir.
Gelelim ikinci mirasa; akla.
Akıl -çok kısaca- ,edinilmiş bilgi, birikim, algı ve farkındalıklarımız ve bunlar ile ne yapacağımızı, neye yöneliyor olduğumuzu ya da yöneleceğimizi belirleyen bilinci içine alan bir yetimiz. İşte bunun içindir ki iyiye ya da kötüye kullanımı sözkonusudur aklın. Burada ise yön belirleyici olan ahlâktır.
Düşünmek, kavramak, yaşamı anlayabilmek ve bunları ifade etmek için önemli bir araç olan dile önem veriyorsak şayet, sözcüklerin yazılışından, imlâ işâret ve kurallarından -bunlar da çok önemli elbet, ama dildeki tehlikeler sadece bunlar değiller- daha çok ve öncelikle, o sözcük ve kavramların anlamlarına, yani yaşamdaki karşılıklarına kafa yormalıyız. İçi boşaltılan bu kavramların neye karşılık geldiğini anlamadan ve ötesi bir anlam birliğine varmadan, dilbilgisi kurallarınca hatasız ve güçlü bir ifade şekli ve yazım işaret ve kurallarınca da kusursuz bir “dil” kullansak bile, ne sağlıklı iletişim kurmak olanaklı olur ne de yaşamdaki duruşunu sağlıklı olarak belirleyebilmek ve tanımlamak. Bu olmayınca yapılan şey, ezberlerimizi karşılıklı birbirimize tekrar etmekten öteye varamaz ve görüyoruz ki varamıyor. Kavramların içini dolduramadıktan, bunları anlamlandıramadıktan sonra, herkes Kemalist olduğunu savlasa ne farkeder? Kimse karşısındakinin ne demek istediğini anlamadan, karşısındakine de düşündüğünü aktaramadan konuşur, yazar, çizer; ya da Atatürk’ün her biri büyük dersler niteliğindeki sözlerini anlamadan birbirine tekrarlar, yollar durur.
Kavramlarda anlam birliği sağlanmadan yapılan her iletişimde, kişiler; ya aynı kavramı farklı olarak algıladıkları halde, aynı sözcüğü kullanarak ifade ettikleri için aynı görüşü ve amacı paylaşıyor olduklarını sanarak ve aldan(t)arak (“demokrasi” kavramı gibi örneğin) aynı ortak düşünceyi paylaştıklarını ve fikir birliğinde olduklarını düşünürler; ya da aynı şeyi farklı farklı kavramlar kullanarak ifade ettiklerinden, aslında aynı görüşü paylaşıyor olduklarını bilemeden sürekli çatışır dururlar.
Kişilerin, farklı farklı anlamlar yükledikleri kavramlarla, ve işin daha da kötüsü kullandıkları kavramlar arasında fark olduğunu bilmeden anlaşabilmeleri ve ortak bir amaca yönelmeleri imkansızdır.
Emperyalizm, aklı da bilimi de ele geçirmiş, aklı ahlâktan soyutlamış, bilimi de “insanlığın yararını gözetmesi” amacından ve yönünden saptırmış ve kendi sömürücü amacına göre yönlendirmiş durumdadır yazık ki. “Akıl” ve “bilim” tanımlarının içine ise, “ahlâk” ve “insanlığın yararını gözetmesi” olgularını koyduğumuzda, hangi akıl ve hangi bilimden sözettiğimiz, bu kavramları nasıl tanımladığımız da kuşku götürmeyecek şekilde çok net olarak ortaya çıkar.
Bu akıl yolunu ve bilimsel bakış açısını benimsemeyi, hangi durumun, hangi olayın, hangi şartın karşısına koyarsanız koyun, izleyeceği strateji o gün, o şartlar karşısında yine sizi doğruya çıkaracaktır. İşte bu yüzden Mustafa Kemal’in uyguladığı ve önerdiği yol, uygulanabilir ama; geride bırakılarak asla AŞILAMAZ!
“Vardık!” dediğinizde bile, akıl ve bilimin oku ile, o size hep daha ileriyi gösteriyor olur!
Ve işte tam da bu yüzden bu en güçlü ve şaşmaz düşünce biçimini, Kemalizm’i yıkmak için var gücüyle saldırır emperyalizm. Kafaları bulandırarak, uyuşturarak, kandırarak, sözcüklerin ve kavramların içini farklı farklı anlamlarla tıka basa doldurmak suretiyle aslında boşaltarak, düşünmeyi bu yolla engelleyerek, farklı oyuncaklarla oyalayarak, rüşvet vererek, ya da hiçbiri olmuyorsa doğrudan tehdit ederek ortadan kaldırmaya çalışır. Tarihi baştan ve istediği yönde yazabilmenin ve asıl geleceği kendi emperyalist emelleri yönünde oluşturabilmenin önündeki en büyük engel budur çünkü.
İster doğrudan ve açıkça akıl ve bilime karşıt bir çağ dışılık içinde olsun, isterse de akıl ve bilimin öncülüğünü itici güç kabul etmiş bir görüntü sergiliyor olmasıyla sözümona çağdaşlık örneği sayılsın/sanılsın; birbirlerine karşı her alanında amansız bir mücadele yürütüyor da olsalar, tüm sömürü odaklarının, yalnızca ve yalnızca tek bir konuda; sömürü ve yayılmacılık karşıtı en güçlü duruş, düşünüş ve davranış olan Kemalizm’e karşı, tam bir fikir, söz ve eylem birliği içinde ortak bir düşmanlık beslemeleri ve her koldan saldırıp yok etmeye çalışmaları rastlantı değildir.
Hedefini ahlâkın belirlediği bir akıl ile bilimsel bakış açısını rehber edinmeyi öğütleyen bir yol; Mustafa Kemal’in yolu!
Emperyalizmin önünde bundan daha büyük bir tehdit; insanlık için ise bundan daha büyük bir umut olmamıştır ve olmayacaktır.