Strateji uzmanıErolMütercimler, “Komplo Teorileri-Aynanın Ardındaki Gerçekler” adlı kitabında 11 Eylül’den, Kennedy Suikasti’ne, AIDS’in Pentagon’un ürünü bir biyolojik silah olduğu iddialarından, dünya uyuşturucu ticaretinin işleyişine kadar 73 tane komplo teorisini ayrı ayrı inceliyor. Ve komplo teorilerinin can alıcı sorusunu soruyor: “Kim kazandı, kim kaybetti?”
Hiç, tüm hayatınızın bir kandırmacadan ibaret olabileceğini düşündünüz mü? Size öğretilen birçok şeyin yanlış, hatta yalan olabileceğini, etrafınızda gördüğünüz her şeyin bir bilgisayar oyununda ya da Matrix’te olduğu gibi sanal olabileceğini? Doğru sandığınız, inandığınız gerçeklerin sadece ve sadece uydurma olabileceğini ya da?.. Bir arkadaşınıza e-posta gönderdiğinizde, o e-postanın, başkaları tarafından sizin hiç haberiniz olmadan okunabileceğini düşündünüz mü peki? Daha da ötesinde, hiç düşündünüz mü bir oy sandığına gidip demokratik hakkınızı kullanarak oyunuzu attığınız bir seçim sonucunun, birileri tarafından çok önceden belirlenmiş olabileceğini? Haber bülteninde izlediğiniz günün en flaş gelişmesinin, aylar süren gizli kapaklı faaliyetler sonucu o ekrana yansıdığını?
İşte, strateji uzmanı Erol Mütercimler’in Alfa Yayınevi tarafından yayınlanan “Komplo Teorileri-Aynanın Ardındaki Gerçekler” isimli çarpıcı kitabını okuduktan sonra akla takılan sorulardan sadece birkaçı.
Dünyada ve Türkiye’de çok tartışılan, karanlık pek çok olayı komplo teorileri adı altında işleyen Erol Mütercimler, karanlık olayların ardındaki sis perdesini aralarken dikkatlerimizi uç noktalara çekmeyi başarıyor ve bizleri, görünenin ardına bakmaya zorluyor.
Fizik eğitimi almış, uluslararası ilişkiler doktorası sahibi, eski bir deniz subayı olan Erol Mütercimler, deniz tarihi, kültür ve strateji konularında 13 kitaba ve pek çok makaleye imza atmış bir isim. Şu anda Yeditepe ve İstanbul Ticaret üniversitelerinde uluslararası ilişkiler dersleri veriyor. Yazmakta olduğu Atatürk’ün biyografisini ise henüz bitirdi ve yayına hazırlıyor.
M5 dergisi ile birlikte komplo teorileri eki hazırladınız Türkiye’de ilk defa. Neden böyle bir dergiye ihtiyaç duydunuz?
Komplo teorileri dendiği zaman bizim ülkemizde hep olumsuz imge yüklenir. Hep kötü anlamlar içeren ifadeler kullanılarak, çoğu kez de suçlama boyutunda bir takım tanımlamalar getirilir. Örneğin bir takım insanlar, değerlendirmeler yaptığı zaman “Bırakın efendim, komplocu bunlar” gibi salak laflar ederler. İstedim ki, komplo teorisyeni ne demek, komplo teorisi yazmak ne demek, bunlar öğrenilsin. Komplo kurmak ve fesat yaratmak farklı şeylerdir.
Komplo teorisi’nin tanımı nedir?
Bir konunun, komplo teorisi olarak adlandırılması için ve komplo teorisi yazılabilmesi için her şeyden önce ortada bir komplonun olması gerekir. Ortada eğer bir komplo yoksa ve biz yazdığımızın adına komplo teorisi diyorsak, bu uydurmadır. Bu, hasta bir ruhun yansımasından başka hiçbir şey değildir. Komplo teorisiyle analiz arasında fark var. İkisini birbirine karıştırmamız gerekir. Analizde şöyle bir olgu var; bütün veriler ortadadır ve bilinmeyen hiçbir şey yoktur. Yani, verilerin hepsi somut. Biz o verileri alt alta sıralayıp oradan bir sonuç çıkartıyoruz ve bir yorum getiriyoruz. Komplo teorisindeyse, veri uyduramayız. Çünkü verilerin hepsi analizde olduğu gibi somut değildir. Bazı veriler ya arşivdedir, ya gizlenmiştir, ya hiç ortaya çıkarılmamıştır. İşte biz bunu ortaya çıkarmak için o verilerden hareket ediyoruz. Ancak ben her veriden ayrı bir sonuç çıkarırım, sen ayrı bir sonuç çıkarırsın. Her ikisi de ayrı bir komplo teorisi olur. Analizde, matematik akıl egemense farklı sonuçlar çıkmaz.
Yazar Ümit Sayın, “sistemin işleyişiyle ilgili gerçekler ortaya çıkarıldıkça sistemin bekçileri tarafından ‘komplo teorisi’ itirazlarıyla karşılanır. Amaç gizliliğin korunmasıdır” diyor. Sizce de öyle mi?
İki türlü bakmak gerekiyor. Komployu üretenler, bunun kamuoyunda fark edilmesini arzu etmiyorsa eğer, onlar bizim bakışımızı başka bir yöne çevirmek için farklı içerikte senaryolar yazabilir, bizi oraya yönlendirebilir. Bu ayrı bir şey. Ama benim sözünü etmiş olduğum komplo teorisi, bizim tarafımızdan; yani vatandaş tarafından yazılandır. Öbürü, adı üstünde birisinin üretimi. Bu devlet olur, dünyada böyle bir terim yok ama bizde var; derin devlet olur; altını çiziyorum, derin devlet diye bir şey yoktur. Ama biz dedik, oldu. Ya da çeşitli çıkar grupları var. Bunların ürettiklerini bizim deşifre etmemiz gerekiyor. O zaman bizim yapmaya çalıştığımız komplo teorisi, yapılanların üstünü örtmek ya da dikkatleri başka yöne çekmek olarak adlandırılamaz ki… Ben sanıyorum ki Ümit Sayın’ın bakışında birinci söylemiş olduğum kısım geçerli. Bunu, bir tek grup yapıyor. Ama onları kapatabilmek için başka türlü şeyler yapıyor. Ve biz oraya yönleniyoruz. Olabilir. Ama unutmayın ki bu da bir komplodur zaten ve bizim bunu da açığa çıkarmak için çaba harcamamız gerekiyor.
Derin devlet diye bir şey yok dediniz ama, devletin içinde yapılanmış, devletin istihbarat örgütleriyle, mafyayla, başka kesimler arasında faaliyet gösteren, kendi başına hareket eden birimler yok mu?
Var! Ama bakın şimdi, bence ince bir ayrım var. Devlet kavramını kullanmak, bütün bu kurumları çok fazla ve gereksiz yüceltmek olur. Sanırım bizde bu derin devlet kavramını ilk olarak Mahir Kaynak ortaya atmıştı. Bizde derin devlet diye bir olgu yok! Dünyanın hiçbir ülkesinde de böyle bir şey olamaz. Ama, ne var? Çıkar çeteleri var. Devletin içinde kurulmuş olan çeteler var. Bunlar çete, bunlar eşkıya. “Ben devlet adına hareket ediyorum” demek, buna devlet misyonu yüklemek demek değildir ki. Böyle saçma sapan şey olur mu?
Dünyayı yöneten örgütlerle ilgili ilginç tespitleriniz var. Akla şu soru gelmiyor mu: Bu kadar gizli örgütün olduğu bir dünyada, demokrasi, kitleleri kandırma mekanizması mı?
Antik çağdan bu yana demokrasi, bugüne kadar bulunmuş olan sistemler içinde insanlığın yönetilmesi için en ideal sistem. Ancak özellikle son yüzyıla baktığımızda, ne yazık ki demokrasinin bir kılıf olarak kullanıldığını görüyoruz. Demokrasi, yani özgürlüklerin kullanılması benim sana tanıdığım hak kadardır. Ülkeyi yönetmeye soyunanlar halkı “Demokrasi önce benim için vardır” gibi bir sonuçla karşı karşıya bıraktı. Günümüz dünyasında demokrasi şöyle tanımlanıyor: Farklılığın kabulü ve içe sindirilmesi. Yani ötekinin varlığının kabul edilmesi. Türkiye’deki türban tartışmasına bile baktığımız zaman ötekinin varlığının kabul edilmediğini açıkça görüyoruz. O nedenle demokrasi dediğimiz şey bir kılıf olarak kullanılıyor. Kimler elinde?.. Siyasetçiler elinde, büyük sermaye grupları elinde, birtakım illegal gruplar ve örgütler elinde. Bu ne yazık ki sihirli bir kavram. Ve bir kılıf. “Buna nasıl ulaşılır?” sorusunun yanıtını hep ortada bırakıyorlar. Sonuçta demokrasi, bireyin özgürlüğü için vardır. Bunu bir değerlendirelim bakalım, özgürlük var mı yok mu, özgürlüğü kullanma hakkını bana tanıyorlar mı tanımıyorlar mı? Hiçbirisinde yok. Avrupa’da da yok, ABD’de de yok! O NEDENLE BEN, DEMOKRASİ SÖZCÜĞÜNÜ KİM AĞZINA ALIYORSA İSTER PANELLERDE OLSUN İSTER TELEVİZYONDA OLSUN, HER ZAMAN İÇİM ACIYARAK DİNLİYORUM. BİR BAKIYORUM: EYVAH! KARŞIMDAKİ KENDİNİ DE KANDIRIYOR, BENİ DE…
11 Eylül de böyle bir aldatmaca mı?
11 Eylül, veriler açısından baktığınızda bir aldatmaca. İki tane kule çöküyor; yaklaşık dokuz saniyede… Bunların hemen önünde 60 katlı bir bina var ve o da aynı şekilde çöküyor. Uçağın çarpması sırasında ortaya çıkan sıcaklık 800 santigrat derece. Öte yandan bilim diyor ki, bu binaların çökmesi için gerekli olan sıcaklık 1500 santigrat derecenin üstüdür. Ben fizikçiyim. Bir kere bilime aykırı. Kontrollü patlama denilen bir nesne var. ABD kaynakları bunu söylüyor. Bu binalar kontrollü patlamayla aşağıya indirilmiştir.
Kim tarafından?
İşte burada belki 20 tane senaryo yazılabilir. Benim değerlendirmem şudur: Bu binaların çöküşünden sonra ABD, dünyaya olmayan bir rapor yayınlayarak, kitle imha silahları yalanını uydurarak Irak’a girdi, Afganistan’a gitti. Şimdi ben şunu düşündüm: Acaba bundan sonra sırada Türkiye mi var? Orada petrol var. Bizde de 21’inci, 22’inci yüzyılın en önemli kaynağı olan bor var, neptünyum var. İşte komplo teorisi burada işin içine girer. Benim özgürlük alanım burası. Bana kimse, “neden bunu getirip buraya bağlıyorsun?” diyemez. Böyle saçma sapan bir şey olamaz. Pentagon’a uçak çarptı dendi. Uçak falan çarpmadı. Pentagon’a basbayağı füze çarptı. Roma, Osmanlı ve Britanya imparatorlukları da aynısını yapmıştır. Bugün, ABD imparatorluğu yapıyor. Dünyaya hükmetmek için kendi kendine uyguladığı bir şiddettir. DEVLETLER İÇİN VATANDAŞLARININ HİÇBİR ÖNEMİ YOKTUR. TARİH BİZE VATANDAŞINI KENDİSİNDEN DAHA ÖNEMLİ KILAN BİR DEVLET ÖRNEĞİ GÖSTERMEDİ VE YAZMADI! Biz de cumhuriyet tarihimize baktığımızda aynı şeyi görüyoruz. Devlet kendi vatandaşına karşı neler yapmamıştır ki? 6-7 Eylül 1955 olaylarına bakalım. Ne hazırladı 6-7 Eylül olaylarını? Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atılması. Kim attı bombayı? Devletin arşivleri ortada. MİT ajanları. Kim bunları planlamış? Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüşdü Zorlu, İstanbul Valisi; hepsi işin içinde.
Yani bu yöntemlere başvurmamış bir devlet yok?
Bu işlere başvurmayan devlet yok. Ama ABD’deki, kendi büyüklüğüyle orantılı bir iş oldu. Bu kadar basit.
AIDS, Pentagon’un ürünü biyolojik bir silah olabilir mi?
AIDS’in, Pentagon’un ürünü olduğu konusu tamamen ve tamamen Amerikan senatosunda yapılan konuşmalardan alınmıştır. Çünkü böyle bir araştırma için laboratuar sorumluları gelip parlamentodan bütçe talebinde bulunuyor ve bunu neden istediklerini söylüyor. Bu tamamen gerçek. AIDS, Afrika’da bir maymundan yayılmış; beni orası ilgilendirmiyor. O artık teferruat. Beni ilgilendiren taraf, bunun parlamentodan talep edilip edilmemesi meselesidir. Ben bunu tamamen ABD’de yayınlanmış kaynaklardan aldım.
Zihin kontrolü yöntemiyle insanları kontrol altında tutmaya çalışanlar mı var?
Bu da somut bir olay. Hiç uzağa gitmeye gerek yok. Kore Savaşı sırasında Çinliler bunu denedi. Mançurya Kobayı olayının hemen ertesidir. Zihin kontrolü, artık teknolojinin gelişmesiyle birlikte son derece geliştirilen, yaygınlaştırılan ve tekniğin geldiği son noktanın kullanıldığı bir alan olmaya başladı. Kaynakları İsveç’te, Almanya’da, ABD’de yayınlanıyor bunların. Bunların hiçbiri sır değil, paranoya da değil. Bunlar son derece somut olaylar.
Başka bir iddianız ABD’nin, tüm dünyanın uyuşturucu ticaretini elinde tuttuğu yönünde? Bu, aynı zamanda sistemin gereği biraz da değil mi?
Uyuşturucu, dünyada illegal örgütlerin ve devletlerin illegal birtakım olayları finanse etmek amacıyla kullandığı en önemli marka. Şu bir gerçek: BİR ÜLKEDEN UYUŞTURUCU GEÇİYORSA O ÜLKENİN İSTİHBARAT ÖRGÜTÜ VE EMNİYETİNİN BİLGİSİ DAHİLİNDEDİR. Çünkü devlet zaten budur. Devletin bilmediği hiçbir şey olamaz. Hele bu uyuşturucuysa!.. Uyuşturucu, çıktığı noktadan dünyada vardığı her noktaya kadar ABD tarafından izleniyor. Örneğin TC’nin sınırları içerisine girdiği noktadan itibaren Türk istihbaratı da, Türk emniyeti de, Türk jandarması da bunun ne olup olmadığını biliyor. Karışık olan nokta; devletler buna niye göz yumar? İran, Afganistan, Kamboçya, Güney Amerika’da pek çok devlet bunu yaptı. Zaten devletlerin çoğu, kendileri yapıyor bunu. Geçmişte Bulgaristan yaptı. Uğur Mumcu defalarca anlattı bunu. Onun için ABD’nin bu kadar büyük bir parayı kontrol etmek istemesi, izlemesi son derece doğal. Bu doğallık içinde bazı şeyleri de kullanıyorlar. Mesela bir ülkede darbe yaptırıyorlar. Ya da uzun vadeli bir eylem koyduruyor. Nasıl finanse edilecek? En önemli kaynak uyuşturucu, silah ilaç ve enerjidir. Birilerinin en önemli gelir kaynağı bizim izleyebildiğimiz kadarıyla, uyuşturucu trafiğidir. Bunu çok açık biçimde Interpol’ün başındakiler de söylüyor. Dünyadaki uyuşturucu trafiğinin bütçesi, bildiğim kadarıyla 500 milyar doların üzerine çıktı.
Bunu engellemek kimsenin işine gelmiyor mu?
Hiç kimsenin işine gelmiyor.
Bundan nasipleniyor yani tüm devletler?
Gayet tabii… Yoksa bu kadar para nasıl olabilir ki?
Para babaları niçin vakıf kuruyor?
Uyuşturucu, silah, diğer enerji maddeleri, nükleer maddeler, ilaçlar. Tüm bunlardan toplanan paraların, legal hale getirilmesi gerekiyor. Nasıl olacak bu? Büyük vakıflarla oluyor. Bu vakıflara çeşitli ayrıcalıklar tanınıyor, vergi muafiyeti getiriliyor. Niye? Para o ülkenin içinde kalsın, bir şekilde ekonomiye girsin, katkıda bulunsun. Daha da önemli bir şey var. Büyük para babalarının, bu büyük vakıfların, dünyadaki hemen hemen görmüş olduğumuz bütün anti-demokratik hareketleri de finanse ettiğini görüyoruz. Örneğin, Hitler’in de, Mussolini’nin de, Lenin’in de arkasında aynı adamlar var. Aynı adamlar para veriyor. Günümüzde de aynı şey geçerlidir. Türkiye’ye baktığımız zaman da aynısı geçerli. CHP’ye de, AKP’ye de aynı adam para veriyor. Bu, insanlığın kuruluşundan beri doğasında var olan bir konu. Mesele şu: Bunun bizim aleyhimize ne kadar kullanılıp kullanılmadığı. Biz burada aciz kalıyoruz. Ne yapalım şimdi, biz de aciz kalıyoruz diye duracak mıyız? Biz de komplo teorisi yazıyoruz işte.
Peki teknolojiyi kullanarak bilgi akışını raporlayan kurumlar var mı? Ben size bir e-posta yazdığımda, sizden önce bir başkası okuyabilir mi onu?
Teknoloji şöyle bir yere geldi. Bir kere paranın akışı kontrol ediliyor. Biz, banka kartını devreye soktuğumuz andan itibaren dünyanın neresinde olursak olalım, ABD’de kontrol altına giriyor. İletişim alanında, düşünün; para hareketi bir şekilde kontrol altına alınıyorsa, o zaman söz hareketinin de kontrol altına alınması gerekir. Çünkü büyük güç olmak böyle bir şey zaten. Roma döneminde, Osmanlı döneminde bu, başka yöntemlerle sağlanıyordu. Şimdi günümüzde teknolojiye bağlı olarak sağlanıyor. Elektronik ortamdaki bütün iletişim hareketleri tıpkı parada olduğu gibi doğal olarak kontrol altında. Zaten mekanizmanın kuruluşu kendisi için iki şey getiriyor. Güvenlik meselesi ve kontrol. Zaten doğal akışı içinde oldu bu. Şöyle bir şey olmadı ki: Interneti bulduk, şimdi bir de bunu kontrol edelim. Bunu yaptıkları zaman gördüler ki bu zaten kontrol edilebilir bir şey.
Kontrol edilebilir bir şey olduğu için bu kadar yaygınlaştırıldı belki de…
Aynen öyle! KORKARIM Kİ BU INTERNET AĞI ÜZERİNDEN YAKIN GELECEKTE CİNAYETLER İŞLENECEK. Teknoloji, daha da geliştirildikçe buralardan başka türlü şeyler gönderilecek. Elektronik ortamda gönderilen bu virüsler, yani yazışmaları bozan nesneler daha sonra somut bir takım nesneler haline dönüştürülecek. Çünkü teknoloji, çok başka türlü yerlere gitti. Biz Türkiye’de çok farkında değiliz bunun ama, artık robotik böcekler, robotik tozlar var. Bunlar hareket ettiriliyor, bunlar geliyor. Çünkü yonga teknolojisinin gelişmesi ve teknolojinin akıl almaz boyutlara ulaşmasıyla birlikte olağanüstü bir egemenlik başladı.
Telefon dinleme de böyle bir komplo teorisi kapsamından değerlendirilebilir mi? Mesela geçtiğimiz ay günlerce Türkiye’nin tüm e-posta ve telefon görüşmeleri kayıt edildi. Bu, demokrasiyle bağdaşıyor mu?
Şunu da unutmamak gerekir. Bir devlet, iki demokrasi. Demokrasi, özgürlüklerin kullanımı demek, dedik. Yalnız demokrasi, özgürlüklerin istenildiği gibi kullanıldığı bir sistemin adı değildir. Demokraside başkasının özgürlük alanına müdahale etmeyeceğiz. Devlet, ben demokrasiyi vatandaşıma vereyim diye kurulmuş bir aygıt değildir. Devlet aynı zamanda kendisini bunu korumakla da yükümlü sayar. Fark şudur: Devlet paranoyaktır. Devlet daima tehlike altında olduğunu düşünür, vatandaşının da tehlike altında olduğunu düşünür. Bütün bunların ortadan kalkabilmesi için dünyada demokrasi olması gerekir. Şimdi, öyle bir sistem kurabilecek miyiz? Eğer bütün dünya sosyalist olsaydı, komünizmi kuracaktık. Keşke yapabilseydik. En ideal sistemdi, en ideal siyasal rejimdi. Yapamadık. Geldik şimdi liberal sistem için uğraşıyoruz. En ideal olup olmadığını da bilmiyoruz. Olamayacak, çünkü kuzey-güney ayrımı var. Varlıklı kuzey, yoksul güneyi sömürdükçe sömürüyor. Geçmişte hiç olmazsa doğu-batı siyasal ayrımı vardı. Daha bir denge vardı. Başka türlü eşitliklikler vardı. Bugün böyle bir şey yok. O zaman, burada devletin kendi refleksi işin içine giriyor. Devlet büyük bir korkuya kapılıyor, o savunma mekanizması içinde de “Ben dinlerim”e geliyor iş. ABD’de, İngiltere’de daha yaygın bu dinleme meselesi. Kısacası devletin refleksiyle demokrasinin ilintisi yok!
Ortaya bir iddia atıldığında “komplo teorisi bu” denilerek güvenilirliği zedeleniyor sanki; gerçekliğinden şüphe edilmeye başlanıyor sonra da. Ama sizin teorilerinizin önemli bir bölümü gerçeğe daha yakın duruyor. Mesela; Org. Eşref Bitlis cinayeti?
Bu bir cinayet. Niye? Bilirkişi raporuna bakıyorsun. Teknik üniversitenin hocaları bunu söylemiş. ABD’den şirket gelmiş, demişler ki mekanik arıza, buzlanma yok. Ne kalıyor geriye? Orada askeri mahkemenin tanıklarından birisi; bir er anlatmış ki, “Gece ben nöbetçiydim, rütbeli bir şahıs geldi, tanımıyordum, parolayı bildi, vs. Sonra hiç kimse bunun üzerinde durmamış. Bilirkişi açık açık söylüyor. Diyor ki, bu bir sabotajdır. Devletin bazı yetkilileri açıklama yaptı ve bu bir kazadır dedi. İnanacak mıyız buna? İnanmıyoruz. Benim matematik aklım bunu kabul etmiyor. Sonradan her şey ortaya koyuyor ki, devletin açıklaması yanlış. Devlet, böyle bir şey. Hükümetin burada görevi, devletin o direncini kırmaktır. Devlet bu refleksi geliştirir. Devletin bazı kurumları bir yerlerle işbirliği yapar, oraya angajedir, her şey olur. Ama bunu ortaya çıkarmak için komplo teorilerine ihtiyaç var. Komplo teorileri, aynanın ardındaki gerçekleri ortaya çıkarmak için vardır, diye düşünüyorum…
Hem dünyada hem de Türkiye’de ABD direktiflerini yerine getiren liderlerin, işleri bittikten sonra tasfiye edildiklerini görüyoruz. Mesela Menderes… Bugüne baktığımızda “tarihten ders alınsaydı hiç tekerrür eder miydi?” dedirtircesine hükümetin, yine ABD’den bağımsız hareket edemediğini görüyoruz. Biz ne zaman özgürce yönetebileceğiz kendimizi?
Geri kalmış ülkelerde bu iş hep böyle olmaya devam edecek. Bunun kuralı çok nettir, ekonomisi, teknolojisi, bilim dünyası güçlü olan ülkelerin liderleri, ulusal çıkarlarını savunur ve o liderler bağımsız aktör olarak hareket kabiliyetine sahiptir. Öteki ülkelerin liderleri ne kadar yetenekli olursa olsun, hareket kabiliyetine sahip değildir. Bunların hareket alanları başka bir büyük güç tarafından çizilir. İktidara gelişlerinin patikasını da onlar döşüyor, cehenneme götürecek patikayı da yine onlar döşüyor. Getiriyor da götürüyor da. Ne zamana kadar? Ülkeler ve ülkelerin halkları kendi ulusal çıkar bilinçlerine ulaşıncaya kadar. Bunun bir tek karşılığı var: Varlıklı olmak.
Adnan Menderes Rusya’ya gitmek istemeseydi 1960 İhtilali yapılmayacak mıydı?
Büyük olasılıkla olmayacaktı diye düşünüyorum. Çünkü Yassıada Mahkemeleri’ne bakıyorum, bebek davası, köpek davası; yok at davası, kasadan donu çıkan kadın şarkıcının davası… O meseleler üzerinde ne kadar çok durmuşlar. Mesela 6-7 Eylül üzerinde hiç durmamışlar. Ki bu konuda Mim Kemal Öke ile birlikte akademik bir kitap yazdık. Süleyman Demirel, Cumhurbaşkanı iken bize sipariş etti o kitabı. Ben devletin bütün birinci kaynaklarını gördüm bu konuda. O nedenle ben, 27 Mayıs meselesinde netim. Hükümetin, siyasilerin bir sürü yanlışı var, demokrasi askıya alınmış, insan hakları çiğnenmiş, o kadar çok şey yapılmış ki… Ama şu Sovyetler Birliği’ne gitme meselesi, işi olağanüstü hızlandırmış.
Üniversitelerden, STK’lara ve CHP’ye kadar Atatürk’ün mirasına sahip çıkılmadığını savunuyorsunuz. Ölü toprağını hâlâ üzerinden atamıyor mu bu kurumlar?
Zor. Bana çelişkili gelen bir şey vardır: Türkiye’de her çocuk ana rahmine düştüğü andan itibaren Atatürk adı duyar, laiklik adını duyar ama ne hikmetse büyüdüğünde, bir şekliyle laik cumhuriyetin ve Atatürk’ün düşmanı olur. Bunu açıklamak çok zordur. Ben 28 yıl boyunca öğrencilerime hep şunu sordum: ‘Sizin idolünüz kimdir?’ bana bu 28 yıl boyunca, Deniz Harp Okulu öğrencisi dahil olmak üzere bir tane öğrencim Gazi Mustafa Kemal’dir demedi.
Ama onların gençlikleri hep Atatürk’e çamur atılmasıyla geçti.
Buradaki temel sorun şu: Bunu CHP için de, karşı gruplar için de söylüyorum. Atatürk, ne yazık ki bir taraf için sömürü aracı oldu, oy potansiyeli olarak görüldü; karşı taraf için de saldırı oy potansiyeli olarak görüldü. İki tarafta hiç şöyle bir şey görmedi: Gazi, insanlık tarihinin tanımış olduğu dört büyük önemli strateji dehasından biriydi. Büyük İskender, Jül Sezar ve Napolyon Bonapart’tan sonra Atatürk dördüncü büyük strateji dehasıdır. Hiçbir zaman böyle bakmadık. O bize ait olduğu için böyle bakmadık. Sonuçta o bir Türk. Türk’ten bir şey olmaz. Ama o bir Avrupa’lı, ABD’li olsaydı biz onun adına cemaatler yaratacaktık, her gün tapınacaktık. Ama o bir Türk olduğu için, bizim için hiçbir önemi olmadı. Ama çok önemli bir siyasi malzeme oldu. Örneğin 12 Eylül’de beş tane general Atatürkçülük adına geldi, Atatürk’ü yok olmaktan kurtarmak adına geldi, siyasete alet etti. Olmadık işler yaptılar, Atatürk’e ait ne kadar miras varsa yok ettiler. Kemalizm adına tüm kazanımları yok ettiler. Tören ve rozet Atatürkçülüğünü yarattılar. Ben yıllardır şunu söylüyorum: Ben Atatürkçü değilim, ben Kemalistim. Benim inancım tam bağımsızlıkçılıktır ve antiemperyalist olmaktır. Bu da Kemalizmin özüdür. Bunları söyleyemeyen adamın Atatürkçü olması da mümkün değildir. Kemalizm ve sosyalizm. Bir insanın hem Kemalist hem sosyalist olması mümkündür ve bu toprak için böyle olması gerektiğini düşünüyorum. Bir adam hem liberal hem Kemalist olur mu? Başkalarının kafa yorması gerekir. Ama CHP yanlış yapıyor. Çünkü Atatürk’ün rozetinden ne oy kazanabilir, ne para kazanabilir. Ama bunu yapıyorlar ve bir takım insanlar her sabah Atatürk’ü mezarından çıkarıyor, gün batana kadar satıyor, üzerinden para kazanıyor, gün batarken mezarına koyuyor ertesi sabah çıkarmak üzere; maalesef!..
CHP, Atatürk’ü bilinçli olarak mı toplumun belleğinden siliyor?
Evet. Ben özellikle seçimlerdeki davranışı için söyledim bunu. CHP, bir kurum ve Atatürk’ün kurmuş olduğu bir parti. Bu ülkede CHP’ye sahip çıkılması gerektiği inancını dile getiriyorum. Çağdaş bir sosyal demokrat parti değil ne yazık ki, ama son seçimde Atatürk’ün yakasındaki CHP amblemli rozeti sokaklara afiş olarak yapıştırmasını da bağışlamıyorum. İşte orada şöyle bir sonuç ortaya çıkmıştır. CHP, o seçimi kaybetti. Atatürk mü kaybetti? CHP’ye oy vermeyen halk Atatürk’e mi oy vermiyordu? Atatürk, böyle saçma sapan bir hale getirilir mi? İşte onlar bunu yaptı maalesef. Benim bütün öfkem buna.
İsmet İnönü Kemalist değil miydi?
Ben bunu savunuyorum. Bir kere köy enstitülerini kapatmış olması bağışlanamaz. Çünkü köy enstitüleri Türk aydınlanmasının en önemli, en radikal, en devrimci adımıydı. Bağışlanamaz yanlışlarından birisidir paradan Atatürk’ün resmini kaldırtması. O da bir takım tarikat liderleriyle görüşmüştü. Üstelik Çankaya’da. Kemalist devrimlere İsmet İnönü’nün kanının son damlasına kadar sahip çıkması gerekiyordu. İsmet İnönü bunu yapmamıştır. İnönü, laik cumhuriyetten ödünler vermiştir ve laik cumhuriyetin delinmesine seyirci kalmıştır. O gün başlayan delinme bugün kevgire dönmüştür.
Kendisine “strateji uzmanı” gibi tabirler yakıştıranların bir kısmının, bu kelimenin anlamını bilmediğini yazmışsınız. Ne anlama geliyor?
TELEVİZYONLARA ÇIKIP İSMİNİN ALTINA STRATEJİST YAZDIRAN BU ADAMLARIN HEPSİ YALANCI, HEPSİ SAHTEKÂR, HEPSİ PALAVRACI. Bakın kardeşim. Bu ülkede bir adama strateji uzmanı diyeceksek bir tane adam vardır. O kişinin adı da Cengiz Okman’dır. Ben dahil olmak üzere, biz daha çırağız. Çok somut bir şey söyleyeyim. Star televizyonunda yanımda muhabir olarak çalışan adam, bugün televizyonda stratejist olarak karşımıza çıkıyor. Bu ne saçmalıktır yahu? Bir sürü gruplar türedi. Tamam, “think tank”ler kurulmalı. Ama be birader, el insaf; eğer bir adam kendisine stratejist diyorsa bu işi hiç bilmiyor demektir. Çünkü bunun doğrusu şudur: Bir bireyden söz ediyorsak, onun doğru tanımı “stratej”dir. Sen daha bu kavramı bilmiyorsan, bundan haberin yoksa, palavra atma… Ayrıca Türk televizyonlarında think tank kavramını ilk kullanan benim. O zaman yurt dışından yeni gelmiştim. O programda strateji kelimesine dili dönmeyenleri, “istarteji” diyenlerin, “starteji” diyenlerin hepsini, bugün televizyonda birer strateji dehası olarak görüyorum ve tüylerim ürperiyor; nereden nereye diyorum. Bu kavram böyle böyle yetişecek ama herkes de haddini bilsin.
Reha Muhtar da nasibini almış sizden. Onu da özellikle bilgisiz ve cahil konuklar seçerek çarpıtılmış habercilik yapmakla suçlamışsınız…
Bir kere Reha Muhtar, Türk televizyonlarında gördüğüm en zeki, en yaratıcı televizyon programcısı. Reha Muhtar’ın üzerine şu ana kadar bir tane programcı daha gelmedi. Reha Muhtar bir şeyi keşfetti. İşte onun için de televizyon tarihi onu bağışlamayacaktır. O da şu: Reha Muhtar bu niteliksizliğin prim yaptığını ilk fark eden adam oldu! Ve bunun üzerine strateji geliştirdi. Yoksa televizyon dünyasındaki herkes şunu biliyor: Reha Muhtar, genel kültürü çok mükemmel bir adamdır. Dünyayı çok sıkı takip eden bir adam ve korkunç işlek bir zekâsı var; ama Türk televizyonlarını, C ve D dediğimiz izleyiciye çeken adam.
3 Kasım seçimlerine geniş bir yer vermişsiniz kitabınızda. Basının önde gelen kalemlerini, 3 Kasım seçimleri öncesinde halka yalan söylemekle itham ediyorsunuz. Bu isimlerden herhangi bir tekzip geldi mi size?
Hayır, gelmedi. Çünkü onların hepsi açık kaynaklarda vardı. 3 Kasım meselesi şu: Bir kere şu hiç inandırıcı değil: “Cumhurbaşkanı, anayasa kitapçığını attı, ekonomik kriz çıktı, arkası geldi.” Buradaki önemli konu şu: Devlet Bahçeli’ye, o kurultaydaki çadırda kimin telefon ettiği. Çünkü Devlet Bahçeli’ye devletin önemli bir kişisi telefon ediyor ve diyor ki “MHP yüzde 25’i aşıyor.” İşte bu telefon, bu erken seçim işini hızlandırıyor. Bunun altında DSP’nin bugünkü önemli adamları, kurmayları ne yazık ki bizi yanılttı. İşte bunların hepsi böyle bir sonucu ortaya çıkardı. Ben, 3 Kasım seçimlerinin Türk halkına karşı kurulmuş olan çok büyük bir komplo olduğunu düşünüyorum.
Hatta siz bu komployu cumhuriyet tarihinin en büyük komplosu olarak nitelendiriyorsunuz…
Evet efendim, aynen öyle. Yıllardır Cumhuriyet Tarihi dersi veren bir hoca olarak söylüyorum: Cumhuriyet tarihimiz boyunca Türk halkına karşı kurulmuş en büyük bir komploydu bu.
Alet edilmeyen de kalmadı herhalde?
Herkes! Buna herkes alet edildi.
AKP’nin iktidara gelmesiyle daha önce olmadığı kadar AB’ye kanalize olduk. Demokratikleşme biraz da ordunun sivil kurumlardan uzaklaştırılarak hükümetin daha serbest hareket etmesine mi yaradı?
AB’nin çizgisi bellidir. Onun yolu dosdoğru. Değişecek olan Türkiye’dir. Türkiye’nin değişmesindeki talepler nelerdir? Diyorlar ki, “Türkiye’nin sadece batısı olsa sizi alalım, ama doğusu da var. Bu şekilde kabul edemeyiz.” Türk halkına anketlerde “AB’yi istiyor musunuz?” diye sorulduğunda yüzde 65-70 evet çıkıyor. Ama soruyu “Ermeni soykırımı, Kıbrıs ve PKK konusundaki talepleri kabul edeceksin. Bu koşullarda istiyor musun?” diye sorduğunda yüzde 8’e düşüyor. Siyasiler, neden Türk halkına doğruyu söylemiyor? Ordu – siyaset ilişkisinde paranoya yaşıyoruz. Hep ordunun demokrasiye müdahale edeceği korkusu içindeyiz. AKP’nin iktidara gelen kadrosunun içinde yetişmiş olduğu kültür ve siyasi düşünce, ordunun savunmuş olduğu temel felsefi ideolojiyle çelişiyordu. Dolayısıyla ordunun bir müdahale korkusu bugün AKP’nin içinde hep var. Ancak, AB süreci orduyu toplumdan talep gelse bile siyasi iktidar mücadelesinden alıkoyuyor. AB serüvenindeki en önemli öge budur. İnancım şudur: KİMSENİN TÜRKİYE’Yİ, AB’YE ALMA NİYETİ YOKTUR! Biz 1826’dan beri tüm değişimleri Batı istedi diye yapıyoruz. Ne yazık ki demokratikleşmemizi de şu anda, Batı tarafından bize tutulan aynadaki görüntüden görüyoruz. Ama aynadaki görüntü gerçek değil, sanaldır.
2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimi ve sonrası için olan komplo teorinizi anlatır mısınız?
Cumhurbaşkanlığı seçiminde, AKP içindeki bazı kişiler Erdoğan’a komplo kuruyor. Cumhurbaşkanı olması için önüne çeşitli senaryolar koyuyorlar. Çünkü Bülent Arınç, Abdüllatif Şener ve Abdullah Gül biliyor ki, Erdoğan Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne gitmediği sürece bu partinin başındadır. Yani hiçbir zaman başbakan olma şansları yok. Bu komployu kurmalarının üç nedeni var: Birincisi, kendi ikbal yolumuz açılsın; iki, Erdoğan’dan kurtulalım ve üç, Türkiye başkanlık sistemine geçmezse -ki geçemeyecek- Erdoğan pasif bir makam olan cumhurbaşkanlığında bu genç yaşında tüketilmiş olur. Ancak, 2007’de AKP’den birinin Cumhurbaşkanı olma garantisi yoktur. En yüksek olasılık yüzde 51’dir. TÜRBAN TARTIŞMASININ SONUÇLANDIRILMADIĞI BİR ORTAMDA, TÜRKİYE’NİN PEK ÇOK ANAYASAL KURUMU, TÜRBANLI BİR FİRST LADY’Yİ GAZİ MUSTAFA KEMAL’İN ÇANKAYA’SINDA GÖRMEYE HAZIR DEĞİL!
Ergenekon adlı derin devlet örgütü ile ilgili sizin bildikleriniz neler?
Ergenekon, bana Emekli Tümgeneral Memduh Ünlütürk tarafından anlatıldı. Açıklamayacağım. Çok büyük bir hadisedir. Toplam üç nüshası vardır. Birisi bendedir ve ölene kadar gizli kalacaktır. Bir nüsha banka kasasında gizleniyor. Muazzam bir derin devlet örgütüdür. Ama ben ölene kadar gizli tutacağım, açıklamayacağım. Benden sonra birileri doğru olduğuna kanaat getirirse açıklar.
(İlk Yayın: Esquire)