Öncelikle ölen insanlarımızın yolları ışık dolu olsun diyerek başlamak istiyorum sözlerime. İnsan kelimesinin altını özellikle çiziyorum, çünkü asker ve şehitten önce benim için, ölen insanlardır onlar. Gencecik yaşta aramızdan ayrılışları hepimizin olduğu gibi benim de canımı çok acıttı. Acı duymaya fazlasıyla alışmış bünyelerimiz için bile ağır geldi son yaşananlar ve bu acıyla da tepkilerimizi dile getiriyoruz. Bir yandan da sözlerin ötesinde, artık yeter dediğimiz noktaya geldik ve bu noktada herkesin kendince bir bakışı, bir çözüm önerisi var. Ben de kendi bakışımı sizlerle paylaşmak istedim. Düşüncelerime katılabilirsiniz veya katılmayabilirsiniz veya kızıp küfredebilirsiniz veya hayal dünyasında yaşıyorsun sen de diyebilirsiniz. Hepinize şimdiden teşekkür ederim.

Bu Bir İnsanlık Sorunudur

Savaş, çatışma, operasyon, bombalama, saldırı, baskın gibi tüm kelimeler, özünde amaçları her ne olursa olsun insanların birbirini öldürmesidir ve bizim yaşadığımız da bir insanlık sorunudur herşeyin ötesinde. Bu noktada insan kelimesinin altını ikinci defa daha çiziyorum, çünkü savaş ve terör sorunlarının çözülmesini istiyorsak; önerilen diğer çözümlerin ötesinde öncelikle bunun bir insanlık sorunu olduğunu algılamamız ve bunu böyle kabul etmemiz gerekiyor.

Kelimeler çok önemlidir

Şan, şeref, vatan, millet, din, dil, ırk, şehit, bölünmez bütünlük… Her bir kelime ne kadar yoğun anlamlar taşıyor değil mi? Yüzlerce, binlerce yıllık birikimin enerjisi üzerlerinde. İletişim her ne kadar kelimeler üzerinden gerçekleşiyor gibi görünse de aslında enerjilerle işleyen bir süreçtir. İnsanlık deneyimi süreciyle oluşan bir enerji birikimi vardır ve siz bir kelimeyi kullanarak aslında o binlerce yıllık enerjiyi aktarırsınız karşınızdakilere. Mesela “Şehit” dediğiniz anda İslamiyet’in ilk yıllardan başlayıp, 1400 yıla uzanan bir süreçte, bu kavrama yüklenmiş tüm enerjiyi aktarırsınız iletişim sürecinde. Kutsal ama bir o kadar da acılarla örülmüş bir kavramdır. Gencecik oğullarını toprağa gömen annelerin tek tesellisidir. İçinde sadece acıyı değil, bastırılmış öfkeyi de gizler; “Düşman”a duyulan öfke. Burada tipik spiritüel yaklaşımla “ve bu öfke ayrılık bilincini besler” şeklinde devam etmeyi düşünmüyorum cümleme. Anne baba olanlar iyi bilirler, birisi çocuğunuzun kılına dokunsa bile gözünüz dönebilir öfkeden ve kendinizi kaybedebilirsiniz o anda. Evet, evrensel perspektiften baktığınızda o olayın yaşanması bir kaderdir; ruhların ondan alacakları deneyimler vardır; öfke sağlıklı bir duygu değildir vs. vs. Ama gelin görün ki böyle bir durum karşısında nevriniz nasıl dönüyor; o anda bunları düşünemiyorsunuz. Hele ki evladını kaybetmek gibi bir durumu tahayyül etmesi de zor. Bu noktada sadece askerlerin anneleri için zor değil durum, karşı tarafta ölenlerin anneleri için de aynı zorluk var. Yaşanan nasıl büyük bir insanlık dramıdır aslında cidden hayal etmesi güç.

Kardeş sen ne diyon…

Şimdi bu satırları okuyunca bazılar bana “Kardeş sen ne diyon? Orada canlarımız gitmiş, sen burada neler yazıyon. Allah hepsinin belasını versin bunların…” deyip benim sülaleme kadar uzanan saydırmalarda bulunabilir. Peki ben şunu sorayım: Biz 30 senedir teröre bela, lanet okuyoruz; ne değişti? 80lerde köy mezraları basılır onlarca kişi öldürülürdü ve biz yine bela okurduk; 90lara geldi ciddi bir savaş yaşandı, bir sürü insanımız öldü, gene bela okuduk; 2000ler geçti aynı, geldik 2010lara halen bela okuyoruz. Tek fark artık internetimiz var, profillerimize Türk Bayrağı, siyah çelenk koyuyoruz ama insanlar ölmeye devam ediyorlar. Lanet okuyarak, bela okuyarak neyi değiştirebildik ki?

Elbette ki yaşanan bu olayların arkasında bir sürü dünyevi sebepler mevcut. Uluslararası siyaset, ülkelerin çıkarları, iç politikada yapılan yanlışlar, ordunun durumu, Kürt “Sorunu” vs. Ama özünü görmediğimiz sürece biz daha çok acılar çekeriz ve bir sürü insanımızı kaybederiz.

Kürt “Sorunu”

“Sorunu”  kelimesini tırnak içinde yazmam elbette dikkatinizi çekti. Kelimeler kavramlara oradan da enerjilere yaptığı göndermelere bir örnek daha. Az önce bir halı saha maçından geldim. Karşı takımda oynayan çok efendi bir çocuk vardı. Konuşuyoruz. Diyarbakırlıymış. Bunların bir de forveti vardı, evlenmiş. “Kızı kaçırmak zorunda kaldı, abi” dedi. “Neden?” dedim. “Diyarbakırlı olduğu için vermek istemedi ailesi, ama kız çok seviyordu bizim oğlanı zaten kendisi kaçtı” dedi. Yıllardır İzmir’de yaşıyorum ve bu şehri çok seviyorum. Diğer şehirlerin aksine kendisine katılanı dönüştüren bir şehirdir. Diğer şehirlere göç edenler, şehrin kültürel yapısını değiştirebilirler; ama İzmir, kendisine katılanı değiştirir, çünkü bu şehrin toprağının farklı bir enerjisi vardır. İnsanın hücrelerini açar. Ben İzmirliler’le konuşurken ne zaman bunu söylesem, “Ah bir de Doğu’dan gelenler olmasa” derler. Bunu da hayretle izlemişimdir. Tabii şehrin farklı bölgelerinde bulunmadığım için pek problemleri net bilemiyor olabilirim ve benim İzmir’de tanıdığım Doğulular çok düzgün oldukları için bana herhangi bir sorun çağrıştırma durumları olmadı, ama elbette ki çeşitli sorunlar yaşanıyordur. Ama sen daha en başından “Allah belasını versin bu Doğuluların veya Kürtlerin” zihniyetindeysen emin ol, evren de sana belanın kralını yollar. Çünkü “Çekim Yasası” dediğimiz kavram “Baba olumlu düşündüm, yaptım cillop gibi villayı, arabayı”dan ibaret değildir. Sen lanet gibi karanlık bir enerjiyi zihninde taşıyorsan, evrenden de mıknatıs gibi bu enerjiyi kendine çekersin. “Benzer benzeri çeker” yasasıdır özünde “Çekim Yasası”. Ayrıca “Zıt kutuplar birbirini çeker” yasası da vardır bu evrende ve evren sana karanlığın karşılığında aydınlık enerji deneyimini de yollar aslında dengeyi sağlamak adına; ama senin gözünü karanlık öyle bürümüştür ki algılamazsın bile. Işık görmüş tavşan gibi kalıverirsin ve sonra karanlığına yeniden kaçarsın.

Bu noktada “Sorunu” kelimesine geri dönelim. Kürt “Sorunu” olarak bangır bangır yayını yapılan ve zihinlere yerleşen bir kavramın çözümü olur mu Allah aşkına. Zaten “Sorun” kelimesi başlıbaşına insanı bloke eden bir enerji taşır. Kürt kelimesi de toplum için olumsuz enerjisi gittikçe ağırlaşan bir kelime. Bu iki kelime yanyana bir çözüm üretebilir mi? Eee diyeceksiniz ne kullanalım. Saf saf “İnsanlık Çözümü” gibi bir kavram kullanmayı önerecek değilim elbette. Ama en azından kelimelerin ötesinde anlamın ve göndermelerin farkına varabilirsek, olumsuz enerjileri hafifletebilir ve zihniyetin değişmesi konusunda yardımcı olabiliriz. Bu evrende bloke olmuş enerjilerin çözümünde tek ama tek bir yol vardır: Doğrudan ona bakmak yani yüzleşmek. İstediğiniz kadar terapi alın, meditasyon yapın, şarkılar söyleyin, bastırın, küfredin, reddedin… Hiçbir şekilde başaramazsınız o blokajdan kurtulmayı. Ama ne zaman doğrudan gözlerinin içine bakarsınız o blokajın, enerjisi çözülür ve akış başlar. Hadi 6 yaşındaki kızıma anlatır gibi anlatayım bir de bunu: İnsanın gözleri bir iyileştirme feneri gibidir ve sen nereye yöneltip bakarsan orayı aydınlatır ve şifalandırırsın.

Kürt “Sorunu” denildiğinde de bakacağımız ilk yer şu nokta olmalıdır: Kürt dediğin kimdir? Tarihçe, kimlik vs.den bahsetmiyorum, basit bir soru soruyorum ve yanıtı da çok basit. Hemen veriyorum: Hepimiz gibi insandır. Hepimiz gibi yemeğini yer, suyunu içer, nefes alır ve yaşar. Hepimiz gibi umutları, beklentileri vardır; hayalkırıkları olur; aşık olur; kızar; kendini kaybeder; hatalar yapar… “Türk ve Kürt kardeştir; bunları ayıran kalleştir” der ya şarkı sözü. Sonra yine bir başka cümlemiz daha vardır: Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi, Arabı… Aslında Türk de, Kürt de, onları ayırmaya çalışan kalleş de, Laz da, Çerkez de, Arap da… Hepsi birer insandır ve eğer bu insanlar bir şekilde birbirlerini öldürmeye başlamışlarsa, burada herşeyden önce bir insanlık sorunu vardır ve ancak insanca bir bakışla çözüm üretilebilir. Bunun da bizim dünyamızdaki yolu diyalogtur.

Diyalog Nedir?

Ben sevmem öyle TDK sözlüğünde yazan açıklamalarla başlayan cümleleri. Diyalog deyince iki veya daha fazla kişinin iletişim yolunu anlıyorum ben; ama birbirine açık ve dinleyen iletişimini. Bizim dünyamızda ise diyalog, diyalog kisvesindeki monologlardan ibarettir. Kimse karşıdakini dinlemez, anlamaya onun çerçevesinden bakmaya çalışmaz, öncelikle kendi söyleyeceğine odaklıdır ve sonra da diyalog istiyoruz ama sen beni dinlemiyorsun diye karşıdakini suçlar üstüne. Mesela açın bakın TV’lerdeki tartışma programını. Karşı görüşte iki veya daha fazla kişiyi çıkartırlar, o ona laf söyler öteki de ona; birbirlerini yerler; olur sana “karşı görüşlü fikirler biraraya gelmeli ki halkımız aydınlansın” sahteliği altında kavga dövüş. Aslında bir boks maçından farkı yoktur bunun ve gücü yeten diğerini alt etmeye çalışır. Sonra da çıkışta taraftarları “nasıl soktun baba, helal sana” övgüleri eşliğinde savaş kazanmış bir kahraman gibi oradan ayrılır. Daha ben bir kişinin o ortamlardan “Yahu ne güzel aydınlandık ve aydınlattık” veya “Evet, sen haklıymışsın birader kusura bakma” diyerek çıktığını görmedim. Çıkmaz da zaten. Orada bir görüşü ve öncelikle de kendi benliğini temsil ediyordur ve alt edilmesi demek önce büyük bir ego sarsıntısı, sonra da tüm dünyasının sarsılması anlamına gelebilir. Bu noktada da kişiler savunma ve saldırı taktiklerine başvururlar. Aradaki enerji blokedir, kesinlikle akmaz; akmadığı için de evrensel yaşam enerjisinden beslenemezler; bu noktada diğerini alt ederek enerjisini alıp kendilerini zafer kazanmış hissiyle tatmin etmeye çalışırlar. Bunun bir sonraki aşaması ise yumruklaşmadır, sonrakisi ise silahı çekip vurmaktır. İnsanlığın binlerce yıldır yaptığı seçim de budur.

Peki çözüm nerede?

Bu noktada rahmetli hocam Ahmet Taner Kışlalı’nın satırlarını mutlaka okumamız gerekiyor. İkinci el bilgi olmaması için olduğu gibi kopyala yapıştır yapıyorum. Aslında herşeyi özetliyor hocamın yazdıkları:

Latince kökenli ‘terör’ sözcüğü ‘büyük korku’ ya da ‘korkudan titreme’ anlamında kullanılır. Toplumun -ve dolayısıyla toplumu yönetenlerin- direncini kırmak için ‘ortak korku yaratmak’, daha doğrusu ‘dehşet salmak’ amacına yöneliktir.

Terörizm, ‘zayıf’ olanın seçtiği bir tür ‘siyasal şiddet’ biçimidir. Terörist -zayıf olduğu için- kendini gizler. Beklenmeyen bir anda ve beklenmeyen bir yerde ‘vurup kaçmaya’ çalışır. Çünkü devletin güvenlik güçleri, sayıca ve silahça kendinden üstündür.

“Adi şiddet”te, amaç bir varlığa zarar vermek ya da onu yoketmektir. Oysa terörist için şiddet bir amaç değil “araç”tır. Örneğin sıradan bir katil, bir insanı ‘ölmesini istediği için’ öldürür. Terörist içinse, önemli olan o insan ya da insanlar değil, onları öldürdüğü zaman toplumda yaratacağı etkidir. Bir trene bomba koyduğunda, trende kimlerin olduğu, ölecek olanların kimliği ‘doğrudan’ bir önem taşımaz. Bu nedenledir ki; şiddetsiz terör olmaz, ama her şiddet de terör değildir. Terör eylemlerinde, psikolojik sonuçlar, fiziksel hedeflerden çok daha önemlidir.

Terörizm, ‘hesaplı’ bir şiddettir. Amacı olabildiğince çok insan öldürmek değil, kitlelerin ‘eylemlerinden etkilenmesini’ sağlamaktır. Kitlelerin ‘dehşete’ kapılmasını, bir umutsuzluk içinde ‘teröristin isteklerine boyun eğilmesi’nden başka çare olmadığını düşünmesini sağlamaktır (s.36-37).
……………
”Teröristi yönlendiren bireysel etkenler nelerdir? Terörist “gerçeği” nasıl algılar?

Bir kere terörist genellikle kendisini bir “saldırgan”dan çok bir “kurban” olarak algılar. Şiddetin asıl sorumlusunun “düşman” olduğunu; şiddet eyleminin bireysel bir “tercih” değil, tarihsel bir “zorunluluk” olduğunu düşünür. Kendi özgür iradesi dışında, yüce bir otoritenin askeri olarak hareket ettiğine inanır. Yoldaşları öldürüldüğü ya da tutuklandığı zaman, kendi yaşadığı ve özgür olduğu için “suçlu” hissedebilir. (s.41.)
…………….

Terörizme karşı ne yapmalı?

Terörizme karşı verilen savaşımda öncelikle göz önüne alınması gereken üç temel noktadan söz edilebilir:

1) Tek başına silahlı savaşım hemen hiçbir zaman terörü sona erdirmeyeceği gibi, terörün silahsız çözümü de yoktur. (Bir uzmanın deyimiyle “hiçbir ödün teröristi tatmin etmez”)

2) Gerçek dünya ile “teröristin dünyası” arasında büyük fark vardır. Teröristin inançları ile gerçek olaylar ve olgular arasındaki “çelişkiler” somutlaştıkça, teröristin direnci azalır.

3) Terör grubunun inançlarını değiştirmeye çalışmak yanlıştır. Ancak tek tek teröristler üzerinde etkili olunabilir. Bir bütün olarak grubun değiştirilebilmesi çok zordur.

Teröristin istemlerini kabul etmek “şantaj”a boyun eğmek anlamına gelir ve yeni terörist eylemleri özendirmekten başka bir işe yaramaz. Ama silah ve şiddet karşısında  toplumun boyun eğdiğini göstermek ne kadar yanlış ise; terörü yaratan ortamın değişmesi için gerekli “demokratik” adımları atmaktan kaçınmak da, o ölçüde hatalıdır.

Resmi ya da özel kitle iletişim araçlarının terörizmle ilgili tutumu da, teröre karşı savaşımda önem taşır. Haberler doğrulara dayanmalı, ama şiddet eylemleri teröristlerin bir “başarı”sı ya da toplum açısından bir “panik” havasından sunulmaktan kaçınılmalıdır. Terörü en çok özendirecek anlatım biçimi ise, terörizmin bir “savaş” olarak nitelendirilmesidir. Böyle bir nitelendirme, teröristin kendisine ve “dava”sına olan saygısını arttıracaktır.

Teröristin direnme gücünü kıran iki temel etken vardır: Temel inançlarına yönelik kuşkular duymaya başlaması ve silahlı savaşımın başarısızlığa “mahkum” olduğu bilincine varması. Terörizmle ilgili haber ve yorumlar şu noktayı vurguladığı ölçüde -bu amaca yönelik olarak- etkili olurlar:
1)       Terörizm “masum kurbanlar”a zarar verir.
2)       Terörizmle hedeflenen amaca varılamaz.
3)       Barışçı yollar, siyasal amaçlara ulaşmada daha etkili ve saygındır.

Son olarak şunu söyleyebiliriz: Terörizm, giderek toplumdaki “demokratik iletişim kanalları”nı tıkar ve bir kutuplaşmaya neden olur. Mantığın değil duyguların önplana çıktığı böyle bir ortamda, geniş kitleleler genellikle devletin yanında yer alır ve “en sert önlemler”in destekçisi kesilirler. Bu koşullar -özellikle demokrasi deneyimi az olan toplumlarda- “baskı rejimleri”nin oluşumuna çok elverişlidir. (s. 42 -43) (Ahmet Taner Kışlalı, Siyasal Sistemler: Siyasal Çatışma ve Uzlaşma (4. Baskı), Ankara: İmge Yayınevi)

Benim Yorumum

Ahmet Hoca aslında herşeyi net yazmış bugün yaşadığımız ve tartıştığımız. Şu cümle çok çok önemli diye düşünüyorum yukardaki alıntıdan: “Ama silah ve şiddet karşısında  toplumun boyun eğdiğini göstermek ne kadar yanlış ise; terörü yaratan ortamın değişmesi için gerekli ‘demokratik’ adımları atmaktan kaçınmak da, o ölçüde hatalıdır.” Hani hep söyleniyor ya: “Ama 1990ların sonunda terör bitmişti, biz bunların kökünü kazımıştık; şimdi gene çıktılar” şeklinde. İşte yapılan hata bu cümlede gizli. Evet, silahlı mücadele kazanılmıştı o dönem ve toplum baş eğmediğini göstermişti; ama “terörü yaratan ortamın değişmesi için gerekli ‘demokratik’ adımları atmak” konusunu başaramadık. Ne yaptık? “Albümümde Kürtçe parça okumak istiyorum” diyen Ahmet Kaya’nın kafasına çatal bıçak attık, adam da ülkeyi terk etmek zorunda kaldı ve üzüntüsünden öldü. (Eminim bu satırları okuyup da rahmetliye lanet okuyanlar olacaktır; ama üzgünüm ne evren bu şekilde işler, ne de çözüm bu şekilde gelir. Lanetler cehenneminde yaşar durursunuz ve ruhunuz günden güne yanar ve yaşam sizin için işkenceye döner. Tabii bu durumu yaşayan insanların da bu satırları okuyup “vay beee, ben neler yapıyormuşum, nasıl çıkarım bu cehennemden” diyeceğini düşünmüyorum. Ruhu cayır cayır yanan insan, sizin ne dediğinizi duymaz bile. Onu oradan çıkartacak tek yol vardır: Kendisinin istemesi.)

O dönemde atılamayan o adımların bedelini şimdi karşımıza çıkıyor. Açıkçası konuya çok hakim değilim ama o dönemde insanların köylerinin yakıldığı, güvenlik güçlerinin zorbalığa uzanan uygulamalarda bulunduğu vs. gibi durumların yaşandığı söyleniyor. Keza sürecin siyasi ayağı olan partiyi de kapatıp kapatıp durduk ki Ahmet Taner Hoca’nın sözlerine atıfla partiyi sisteme dahil ederek çözümü kolaylaştırabilirdik. Yani aslında çözüm ayağımıza gelmişken ve barışı sağlamak konusunda adımlar atabilecekken, tam tersini yapıp bugünleri yaratmışız…

Enerji Asla Yok Olmaz

Çok temel bir evrensel ilke vardır: Enerji asla yok olmaz, sadece biçim değiştirir. Varolan herşeyin özünde de enerji vardır, düşünceler de birer enerjidir. Siz istediğiniz kadar çabalayın, bastırın, öldürün, kırın, üstünde zıplayın, kapatın vs. bu evrende varolan hiçbirşeyi yokedemezsiniz. Maddesel olarak başarsanız bile bunu enerjisi kalır ve bir gün tekrar karşınıza çıkar bir şekilde. Sadece siyasi tarihimiz değil, insanlık tarihi boyunca seçimimiz reddettiğimizi yoketmeye çalışmak yönünde oldu. Sadece toplumsal değil, bireysel olarak da kendi içimizdeki sorunların çözümü için bu yolu denedik hep; onu görmezden gelmeye çalıştık, bastırmak istedik, maskeledik, öldürmeyi denedik vs. Ama o asla ve asla yok olmadı; bir süre sonra yeniden karşımıza çıktı. Bu noktada yeni bir seçim yapmamız gerektiği apaçık ortada, artık o enerjiyle iletişime geçmemiz gerekiyor. Çünkü bu evren reddetme, ayrışma, öteleme evreni değil; birlik, bütünlük evreni ve HERŞEY BİR’DİR demek; bizim gibiler BİR’dir, diğerleri Allahın cezasıdır demek değildir. HERŞEY BİR’DİR! Yani senin kızıp küfrettiğin, saldırdığın insan da; söylemek zorunda olduğum için üzgünüm ama seninle BİR’dir. Sen sağ elin işaret parmağısındır, o ayak başparmağıdır belki ama aynı bedende yer alırsınız. Sen onu reddet, o seni reddetsin beden işlemez olur. Bizim de şu anda yaşadığımız durum aynen budur: Bedenimiz işlemiyor, bilakis acıdan duramaz hale geldi. Bu toprakların insanları birbirini öldürüyor ve herkes büyük acılar yaşıyor. Bu sorunun çözümü de bazı kişilerin Facebook profillerinde yazdığı üzere: “İntikam değil, katliam istiyorum katliam” cümlesinden geçmiyor. Bu evrende şiddeti şiddetle çözemezsin! Sadece -gerekiyorsa- kendi gücünü gösterirsin ve karşındakine biz birbirimizi daha çok kırıp dökeriz; ama gel hele bir oturup konuşalım, derdimiz nedir anlayalım, bakalım neler yapabiliyoruz? dersin.

Bastırırsan Patlar

Şunu tekrarlıyorum: BU EVRENDE HİÇBİR ŞEYİ YOK EDEMEZSİNİZ! Ancak ve ancak iletişime geçersiniz, uzlaşırsınız ve böylece enerjisiyle bütünleşirsiniz, bu da barışı yaratır. Bu çok önemlidir ve size yine kızıma anlatacağım gibi bir defa daha tekrarlayacağım bunu: Alın diş macununu elinize, kapatın kapağını. Sonra ortasına bastırın. N’oldu? Bir tarafa yığıldı dimi? Peki diş macunu yok oldu mu? Aynen duruyor. Peki şimdi arkasından yavaş yavaş yuvarlayarak sıkıştırın. Bastırın da bastırın iyice. Noldu? Macun aynen duruyor di mi? Ama daha beteri oldu şimdi, ilk çatlaktan fışkırdı ve üstünüz başınız battı değil mi? Halbuki kapağını açsan ve düzgün düzgün akmasına izin versen, dişlerine çok yararlı birşeydir diş macunu değil mi? Sana sağlığın için destek olur.

İşte bizim zihinlerimizin kapağını açmamız gerekiyor. Biz hepimiz teker teker açacağız bu kapakları ki bizlerinde birikmiş enerjileri abuk sabuk şekilde değil, düzgün düzgün aksın. Toplum denilen yapı da Bizlerden oluştuğu için ne kadar çok kişi açarsa kendini o kadar çok akar bu enerji. Bu enerji aktıkça da bizleri değiştirir ve seni gören başkaları da kendini açmak ister. Litrelerce süte bir kaşık yoğurt eklersiniz ve o süt bir bakarsınız ki yoğurda dönüşmüş. Süreç böyle işler işte.

Önce siz açın kapağınızı… Nefret okumayın, lanetlemeyin ama evet acıyı paylaşın, bu dünyadan ayrılmış insanlara hürmetlerinizi sunun; ama bir yandan da “sorun”a değil, cidden “çözüm”e odaklanın. Bunun da tek yolu, diyalogtan geçer ve işte bu noktada da sarılın. Önce kendinize, sonra sevdiklerinize, sonra reddettiğiniz ve sevmediklerinize… Sonra da birlikte oturup konuşalım derdimiz nedir diye ve bir çözüm üretebileceksek hep birlikte üretelim. Sadece yaşadığımız bu durum için değil, dünyada yaşanan her ne blokaj varsa hepsi için…

Benim bildiğim ve inandığım çözüm budur…

Ölen insanlarımıza-şehitlerimize-askerlerimize bir kere daha saygılarımla…

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...