Sosyolojinin ve siyaset biliminin S’sinden anlamadan, olanca donanımsızlığını laf kalabalığıyla kamufle edip, en kolay ve en risksiz olanı, yani sığ ve ucuz bir kitle dalkavukluğunu “gazetecilik” ya da “yazarlık” sanırsa birileri, olacağı budur: Lumpenleşmenin getirdiği çirkinliklere dokunmaya cüret edenler “ırkçı”, hatta “faşist” ilan edilir; sosyal bilimler literatürünün içine edip üzerine bir de tüy diken “Beyaz Türk” gibi garabet medya terimleri üretilir. Bu tartışmanın ya da “popülizm – seçkincilik” kutuplaşması haline sokulan aptalca laf ebeliklerinin, nasıl ve kimin yazısıyla başladığı hiç önemli değil. Patavatsız ve kantarın topuzunu biraz kaçırmış gibi de görünse, iyi ki o yazı yazılmış da medyanın “müthiş demokrat ve hümanist” allameleri eteklerindeki taşları dökmeye başlamış, bana sorarsanız. Hatta iyi ki o “halk plajları” açılmış; yoksa şu “ilan edilmemiş savaş”ın fark edilip gündeme geleceği yoktu bir türlü.
Eğer olan bitenin farkındaysanız ve dikkatle izliyorsanız, süregiden tartışmanın herhangi bir “ideolojik” yönü falan olmayıp, yalnızca birbirini ısırmak için fırsat kollayan medya sakinlerinin, aniden ortaya çıkmış “bahane”ye büyük bir istek ve hevesle sarılmalarından ibaret olduğunu görürsünüz. Bu yazıları, kendileri için ve biraz da kraldan çok kralcı “sadık okurları” için yazıyorlar. O cansiperane (ve zaman zaman müthiş derecede şairane ifadelerle) savundukları “Siyah Türkler”in (diğerleri “beyaz” olduğuna göre, bunlara da böyle diyorlar herhalde) gazete falan okumadıklarını bilmeyecek kadar dünyadan bihaber olduklarını sanmıyorum. Eğer o kitlelerin okuma alışkanlığı olsaydı, bu “içleri insan sevgisiyle dolu” muhteremlerin yazdıkları gazetelerin tirajları da yetmiş milyon nüfusu olan ülkede böyle yerlerde sürünmez, “marjinal” kalmazdı.
Ha, sahi, unuttum birden. “Yoksulluk” ve “kültürel geri bırakılmışlık” yüzünden gazete, kitap, dergi okumuyor bu insanlar. “Zulüm” altında oldukları için. Onların davranışlarından ve “yaşam kültürü”nden rahatsız olanlar da, bilindiği gibi “egemen sınıfa” mensup, kuş sütüyle beslenen ve Mauritus’ta falan tatil yapan züppe zenginler ya. Hemen durum tespitini yapmak gerekiyor: Toplumun “ezilen Siyah Türkler”i, bir eli yağda bir eli balda yaşayan ve emekçi kitleleri sömüren “Beyaz Türkler” tarafından dışlanıyor, aşağılanıyor ve küçümseniyor. İşte size “sınıfsal” tepkinizi dile getirme ve “ezilen halkın” yanında yer alma fırsatı. “Beyaz donla ve şambriyelle” denize girme özgürlüklerine dil uzatılan yoksulların yanında yer alıp, Bağdat Caddesi’nin aşağılık zenginlerine “şamar gibi” yanıtlar yazarak halkın sevgilisi olabilirsiniz.
Pardon olamazsınız, çünkü “Siyah Türkler” yazdıklarınızı okumamış oldukları gibi, bu tartışmalardan da muhtemelen habersizdirler. O sırada, yine sizin patronlarınızın sahibi olduğu televizyon kanallarındaki dandik dizileri, dedikodu programlarını ve yarışmaları izliyorlardır çünkü. Nasıl işinize geliyor değil mi, lumpen kültürünün dört yanı sarması? Böylece o dandik yayınlarınızı gıkı çıkmadan izletecek kitleler, dağarcığı 500 sözcükten oluştuğu için “muhalefet” yapacak kadar kendini ifade edemeyen insanlar yetiştiriyor, sonra onlara sarılıp “Aslanlar, güzel insanlar, size kimse dil uzatamaz” diyorsunuz. Ne etkileyici bir “kahraman demokrat”lık!
Türkiye, siyaset biliminin yakınından bile geçmemiş, böyle “sözde solcu”larla dolu olduğu için, sosyolojik çarpıtmalar, laf ebelikleri falan iyi iş yapıyor hâlâ. Bir anda müthiş yanılsamalarla dolu, düşsel tablolar yaratabiliyorsunuz. “Beyaz Türkler” gibi garabet bir terim atıyorsunuz ortaya sözgelimi: Ne bir “sınıfsal” dayanağı var, ne bir sosyolojik katmanı açık ve anlaşılır biçimde ifade ediyor, ne de bir kültürel profil oluşturmaya hizmet ediyor. Herkesin “Beyaz Türk” anlayışı, kendine göre, apayrı tellerden çalabiliyor ama şu “renk çağrışımı” yok mu, bir anda muazzam siyasi bir hava verebiliyor, konuşurken bu terimi kullananlara: “Vaay, Beyaz haa? Hani şu Reina’da falan eğlenenler, şampanyayı su gibi akıtanlar, gazetelerin sosyete sütununda boy gösterenler. O halde Siyah olanlar da, halkın geri kalanı.”
Ama hayır, işler bu kadar basit değil. Burada “Beyaz Türkler” etiketiyle hedef alınanlar, aslında o Reina’larda eğlenen, hiçbir halt yapmadığı halde gazetelere her gün manşet olan insanlara da aynı tepkiyi gösteren kişiller. Kimilerine göre Beyaz Türkler, “statükocu”lar, yani Türkiye’de “halka zulüm eden” Kemalist azınlık. Bir başka grup, “Beyaz Türkler” denince, kendi amansız cehaleti nedeniyle gıcık olduğu ve “entel-dantel” ifadesiyle aşağıladığı, okuyan ve bir şeylerin farkında olanları anlıyor. Yine bir diğer gruba göre, oturmasını kalkmasını, çatalı bıçağı nasıl tutacağını bilen; yerlere tükürmeyen, sokakta rastladığı kadınların karşısına geçip edep yerini sıvazlayarak bakmayan, cadde kenarına yayılıp mangal yakma alışkanlığı olmayan, bangır bangır arabesk ya da pop dinlemeyen insanların tümü, “halktan kopmuş Beyaz Türkler”.
Hiçbir ülkede, bu denli zır cahil bir medya, bu denli siyaset ve sosyolojiden habersiz “siyaset yazarları” olmaz. Şu yukarıdaki kategorizasyon örneklerini beğenmediyseniz, kendi “Beyaz Türk” kategorizasyonunuzu yapın ve bunu sosyolojik ya da siyasi, kültürel bir temele oturtun da göreyim. Ama bunu yaparken, lütfen “iktidar” ve “sosyal sınıf” eksenini de yerli yerine oturtmaya çalışın. İşin içinden çıkamayacaksınız, çıkamazsınız da zaten. “Beyaz Türkler” gibi ne idüğü belirsiz bir kavram, hiçbir siyaset teorisinde, hiçbir kültürel analizde yer bulamaz kendine: Ancak, Türk medyasında ve Türkiye popülizminde ağızlara arsız ve cahilce bir sakız olabilir.
Terminoloji ve literatürden bihaberlik, “yaşam biçimi”yle ilgili “teknik” bir rahatsızlığı (ama aslında çok ciddi bir rahatsızlıktır bu) dile getirenlere “ırkçı”, hatta “faşist” deme vahametine dek varabiliyor. Faşizmi Hitler’in SS’lerinin ya da Il Duce’nin “kara gömlekliler”inin göründüğü filmlerdeki “uniform” ambalaj parçacıklarıyla kulaktan dolma tanıyanlara, “Evladım git önce bir Dimitrov’u oku, finans-kapital nedir onu öğren, devlet biçimlerini tanı” falan denmez ki. Kazık kadar adam olmuş artık, üstelik gazetecilik yapıyor; bu saatten sonra Fromm’dan, Reich’tan söz edip, “faşizmin kitlesel yedek gücünü ve tabanını Beyaz Türkler falan değil, senin cansiperane bir çabayla kültürel kirlenmişliklerini savunduğun o lumpen kitleler oluşturur, a benim cahil çocuğum” mu diyeceksiniz? Yoksa “ırkçılık” terimini olur olmaz ağzına alanlara “Git Levi-Strauss falan oku biraz, sonra gel” mi diyeceksiniz? Haydi teorik yanını falan bir tarafa bırakalım işin, “Evladım bu ülkede gerici politikaları, baskı yasalarını, şovenizmi, savaşı, ırkçılığı aslında kimler destekliyor çeyrek yüzyıldır, git gazete arşivlerinde 1980’den bu yana olan gelişmeleri bir tara” diye tavsiye mi vereceksiniz?
Şabalaklık, sosyoloji cehaletiyle, sınıfsal analiz yeteneğinden yoksunlukla ya da siyasi saptama kabızlığıyla da sınırlı kalmıyor. Çok güncel bir ayrıntıya indirgenmiş basit bir tartışmada, “konunun merkezi” durumundaki mekanlar ve kitlelerle ilgili de pervasız bir cehalet söz konusu. Adam Caddebostan’dan Feneryolu’na uzanan sahili, “aerobik hocalarından ders alıp hayatın tadını çıkaran zengin Beyaz Türkler’in hükümranlık alanı” sanacak kadar, yaşadığı kentten bihaber. Eğer o sahile şu son birkaç yıl içinde yaz aylarında üç beş kez gelmiş, ortalıkta kimlerin dolaştığına dikkat etmiş olsaydı, nasıl çamlar devirdiğinin de farkına varırdı.
Caddebostan sahili, o kıyıda gördüğünüz lüks sitelerin, zengin evlerinin sakinlerinin mekânı değildi. Cebinde Bağdat Caddesi’ndeki zibidi kafelerinde bir fincan çaya üç dört milyon lira verecek parası olmayan, harçlığını ancak okula giderken gereken yol parasına ya da bir simite yetirebilen “oralı gençlerin” buluşma ve “bedava deniz havası alma” yeriydi sahil. Emekli Ahmet Amca’yla karısı Ayşe Teyze’nin (çok seversiniz ya haberlerinizde böyle adlandırmalara başvurmayı) akşamüstleri ya da sabahın erken saatlerinde yürüyüş yapma, biraz açık havanın keyfini çıkarma mekânıydı. İşinden yorgun argın dönen, sizin gazetelerinizden aldığınız maaşın yarısıyla ay başını getirmeye çalışan, her akşam “takılmayı” sevdiğiniz barlara ayda bir kez bile verecek parası olmayan sıradan insanların, akşamüstü sessiz ve huzurlu bir günbatımı izleme bölgesiydi. Evinde yaptığı börek ve kekleri, bir ağaç altına açtığı tezgâhında satarak hem deniz havası almaya, hem de üç beş kuruş kazanmaya çalışan, o sevimli yaşlı teyzelerin (rastlamış olanlarınız vardır belki) günlük keyfiydi. Ama şimdi yok böyle bir yer; herkese hayırlı uğurlu olsun. Birilerinin siyasi hamlesi ve popülist şov kaygıları yüzünden, “sahil keyfi” tarihe karışmış durumda.
Üstelik, sizin sandığınız gibi “ulaşılmaz” ya da “Beyaz Türkler dışındakilere yasak” falan da değildi o sahil, haberiniz var mıydı bundan? Yıllardır, her isteyen gelir yürüyüşünü yapar, hatta (o denizin pisliğine rağmen) yüzmeye ve güneşlenmeye de çalışırdı. Ama birileri çıktı, “hedef gösterdi” ve medyanın da eşsiz katkılarıyla Caddebostan’dan Fenerbahçe’ye uzanan sahil, bir cehenneme dönüştü.
Neden mi “cehennem”? Hiç o siyasi popülizm numaralarına, ucuz “yoksul halkımız” geyiklerine başvurmayın boş yere. Kimse o sahilde “sınıf ayrımcılığı” yapmaz, yapacak durumda değildir çünkü, Bağdat Caddesi’nin üst kesiminde (kuzeyinde yani) oturanların çoğu, aybaşını güçlükle getirenlerdir ve sahilin müdavimleri de onlardı. Şimdiki “akın” ise, bambaşka bir çirkinlik. Kimse kimseyi küçümseyip aşağılamıyor ey popülist cahiller: Şikayet edenler, “kendilerini korumaya” çalışıyorlar. Eğer bu yaşınıza dek öğrenemediyseniz, anlatayım size: “Plaj” demek, lumpen kültüründe “karı” demektir; “Bağdat Caddesi’nin süslü karıları orada olacak abii, hücuuum!” Yoksa yeni mi keşfedildi yani burası, üç gün önce mi dolduruldu o sahil? On beş yıldır neredeyse bugünkü haliyle oradaydı. Birileri, “oy tabanlarını” çağırıp, “Alın size armağanım” diyene kadar, sahilin tartışma konusu haline getirildiğini hatırlayan var mı?
“Beyaz Türkler”e veryansın edenlere, yanlarına sevgililerini, karılarını alıp o plajlara gitmelerini; uzanıp sere serpe güneşlenmelerini öneriyorum. Bakalım sorun yalnızca “beyaz don ve şambriyel” miymiş, yerinde inceleyerek bir görsünler. Ama sonra bana kızmak, “Senin yüzünden başımıza gelmedik kalmadı, karakolluk olduk” demek yok. Madem “yoksulluk” yüzünden geri bıraktırılmış, “kültürsüzleştirilmiş” sevgili Siyah Türkler’in için bu denli cengaverce mücadele veriyorsun, yanındaki hanımların yedikleri laflara, üzerlerine dikilen bakışlara, göstere göstere apış arası kaşıma “jest”lerine, hatta bazı durumlarda üç beş “pandik” yemelerine hoşgörüyle yaklaşacaksın dostum. Bunları yapanları, yılmadan, bütün sevecenliğinle “bilinçlendireceksin”, belki senin yanında yer alıp “devrim” yapmaya karar verirler bir gün, belli mi olur? Böylece, “kent kültürü” alan proletaryayla değil, “varoş lumpenleriyle” devrim yapan bir ülkenin büyük siyasi dehası olarak, sosyalist literatüre de ibretle adını yazdırırsın.
Ya da belki, yaşadığın deneyimler ve gözlemlerin aklını başına getirir de, “Beyaz Türk” diye bir saçmalık olmadığını, Türkiye’de çeyrek yüzyıldır iki kesim arasında “ilan edilmemiş bir savaş” yapıldığını, medya cahillerinin de olan bitene oturdukları yerden çanak tuttuklarını fark edersin. Ha, bir de benden tüyo: Bu iki kesimden “ezici çoğunlukta” olanı, oylarıyla kendi istediğini seçtireni, kimseye aldırmadan istediği gibi davrananı, o senin “ezilmiş yoksul” kitlendir, bilgin olsun. Şimdi git marksist klasikleri bir daha oku da, literatüründeki eksikliği gider istersen diyeceğim ama, yazı yazıp kahramanlık etmek daha kolay tabii, kim uğraşır okumakla? Üstelik, “çoğunluktan yana çıkıp”, çoğunluğa sığınarak gazetecilik yapmayı, sanki karşısındaki müthiş bir egemen güçle savaşıyormuş ve mücadele ediyormuş gibi göstermek de ayrı bir marifet tabii. “Türbandan yana çıkmak”, “milliyetçi rüzgârlara yaltaklanmak”, “lumpen bayraktarlığı yapmak”, ancak bu ülkede “solculuk” ve “demokratlık” sayılır ya, artistlik yapmak ucuza geliyor hazretlere.
“Çoğunluğa” kafa tutmayı dene de, göreyim senin delikanlı demokratlığını.