derKi çıktığından beri, kesin tezler ortaya koymamakla birlikte, çeşitli güncel olaylarla ezoterik ya da okkült bakışlarla bu köşeden seslenmeye çalışıyoruz. İlk sayının konusu global bir felaketin yaklaştığı üzerine idi. Gerçi bunun ilk ipuçlarına rastlamadık ama tersinini doğru olduğuna dair de bir kanıt gelmedi. Ancak, hepimizin de gözlemlediğimiz gibi gerek Dünya’nın iklim dengesindeki, gerekse de doğadaki olumsuz gidiş hepimizin dikkatini çekmekte.

 

Yazılarımızın çoğunda Türkiye’yi ilgilendiren konular üzerinde durduk. İstanbul’un durumu ve Avrupa Birliği aslında en önemli tartışma konumuz oldu. Yazılarımız yayınlandıktan sonra bu görüşlerimizi destekleyen bir çok gelişme oldu. Sağolsunlar, bu planın bir çok piyonu sanki bütün gelişmeleri bu yıl sonuna yığmak istercesine çalıştılar.

 

İstanbul ve Patrikhane en önemli gündem maddelerine oturdu. Bu bize göre bir planın parçası. Gerçi Cengiz Çandar bu konuda «Kimisine göre, bu konu “Bizans’ın ihya edilmesinden duyulan korku” nedeniyle bu şekilde ele alınıyor. Bu “korku”nun bağnaz Kemalistler ve bir kısım İslamcı tarafından paylaşıldığına dikkat çekiliyor. Ciddi ciddi, İstanbul sur içinde Bizans’ın yeniden ilan edileceğinden ve AB’nin bu oluşumu tanıyarak Türkiye’ye böleceğini düşünenler var. Bunu yazıp çiziyorlar da. Yani, Patrik’in “ekumenik” olduğu kabullenilirse, yavaş yavaş, İstanbul’un göbeğinde Bizans tekrar ortaya çıkacak ve Türkiye bölünecek! İyi ama, böylesi, bir “siyaset” konusu değil; “psikiyatri” konusu. Siyasete değil, tıbbın alanına girer.» demiş olsa da bunun bu kadar paranoyak bir yaklaşım olduğuna inanmıyorum. Tabii Çandar’ın kıymetli yazılarıyla Amerika’nın bu konudaki görüşünü de öğreniriz, o ayrı yorum. Ancak önümüzdeki yıl bu konunun daha da gündeme geleceğine inanıyorum. Öncelikle Partikhane’nin tarihine bir bakalım.

 

İstanbul’da kurulan ilk kilisenin tarihi çok eskilere gider. Geleneksel tarihe göre ilk kilisenin 37 yılında Aziz Andreas tarafından kurulduğuna inanlır. Ancak İstanbul’daki piskoposluğun önem kazanması ancak buranın Roma İmparatorluğu’nun başkenti olmasından sonradır. İstanbul’un başkent olması ve imparatorluğun dinini resmen Hrıstiyanlık olmasından sonra burası bağımsız bir başpiskoposluk olur ve buradaki başpiskopos da “Yeni Roma ve Konstantinopolis Başpiskoposu” olarak anılır. (Günümüzde de Bartholomeos kendini bu sıfatla anar, tabii yanına Ekümenik patrik sıfatını katarak) Beşinci yüzyıldan sonra ise Yeni Roma ve Konstantinopolis Başpiskoposu kenisini Ekümenik Patrik ünvanı ile anmaya başlar. Bu ünvan çok önemlidir, çünkü bu sıfatla aslında bütün Hristiyanların patriği olmaktadır. Buna da ilk tepki zaten Papa’dan gelir. Ve sonrasında da bir çok dinsel anlaşmazlık, aforozlar ve iki kilisenin ayrılması gelecektir. Günümüzde ise Vatikan bu sıfatı tanımaya başlamaktadır.

 

Bunu anlayan beri gelsin, demek ki çok farklı bir olay dönüyor. Neyse konumuza dönelim.

 

1054 yılı bu konuda en önemli yıllardan biridir. Bu tarihte destek için İstanbul’a gelen papalık temsilcisi destek ararken kavga ile karşılaşınca, taraflar birbirlerini karşılıklı olarak aforoz etmiş ve iki kilise kesin ayrılmıştır. Bunu da 1204’te İstanbul’un Haçlılar tarafından işgali takip etmiştir. Bunu takip eden yıllarda ise iki kilisenin birleşme çabaları -hatta Türk tehdidine karşın- sonuçsuz kalmıştır.  

 

1453 yılında, İstanbul’un Türkler tarafından alınmasından sonra ise, bu makamın boş olduğunu gören Fatih bir patrik seçilmesini istemiş ve II. Yenadios patrik seçilmiştir. Bu dönemde imtiyazlar alan Patrikhane Osmanlı dönemi’nde de varlığını ve gücünü sürdürmüştür. Osmanlı’nın çözülme döneminde ise Partikhane siyasi olaylara karışmış ve Rum azınlığın (ağzımız azınlık sözcüğüne alışmış ama, o dönemlerde Rum nufusu %40’lara varıyordu) Osmanlı’ya isyan etmesine ve Megalo Idea’nın gerçekleşmesine yönelik çalışmalara bulunmuştur.

 

Yeni Türkiye Cumhuriyeti içinde bir çıbanbaşı olarak görülen, hatta Atatürk’ün İstanbul dşına atmak istediği Patrik, Lozan anlaşması görüşmelerinde Türkiye’ye yapılan baskı sonucunda yerinde kalmış ancak sadece -çok önemli burası- Türkiye’deki Ortodoks Rumların dini lideri olarak varlığını sürdürmesine izin verilmiştir.

 

Bunu biraz daha açalım:

Yeni Türkiye Cumhuriyeti laiklik esasına göre kurulmuştur. Buna göre Osmanlı millet sistemi ortadan kalkmıştır. Lozan’a göre Patrik Ekümenik olamaz, çünkü sadece T.C. sınırları içindeki Ortodoks Rumlar’ın dini lideridir. Gazetecilerin bilir bilmez yorumlarına kanmamak gerekir.

 

Tabii burada, Türkiye’de ne kadar Rum olduğunun tartışması da başlar. Bu insanların Türkiye’den kaçmak zorunda bırakılması ya da zorlanması, genç Cumhuriyetin başlı başına ayıbıdır.

 

Burada hiç bir zaman, Türkiye’de gerçekten büyük zorluklarla karşılaşan azınlıkların haklarını kısıtlamayı ya da onları artık rahatlatmaktan vazgeçmeyi düşünmemek gerekmektedir. Aksine onların burada en mutlu yaşayacağı düzenlemeleri yapmak gerekmektedir. Ancak uyanık ve dikkatli de olmak gerekmektedir.  Ancak bu noktada bugün gelinen noktadaki tartışmalar farklı bir boyut kazanmaktadır.

 

Bugün farklı bir plan uygulanmaktadır. Başa dönersek, yani bu yıl yazdığımız yazıların genel bir değerlendirmesini yaparsak, daha önceki yazılarımızda yazdığımız planın adım adım gerçekleştiğini görürüz.

 

  1. AB görüşmeleri sırasında ortaya sürülen ve azınlıklarla ilgili olan talepler aslında Türkiye’de güç koşullarda yaşayan azınlıkların yaşamlarının iyileştirilmesine yönelikken arada Partik Efendi’nin ekümeniklik iddiasını güçlendirecek tuzaklar vardır.

  2. Türkiye’deki azınlıkların dini özgürlükleri için hazırlanan bir raporda (Aytunç Altındal TV’de “Bu rapor bende var, Vatikan’da bir Monseigneur’den aldım” diye hava atıyordu; ama ne hikmetse aynı rapor bende de var. Hatta bir çok kişide olduğuna eminim) bu belirtilmektedir.

  3. Yine söyleyelim, Chirac’ın “Biz, Bizans’ın çocuklarıyız” söylemi de boşa söylenmemiştir. Herhalde Partik bunu duyunca çok keyiflenmiştir.

  4. Aziz Andreas Yortusu olan 30 Kasım tarihinde olanlar, Azizlerin kemiklerinin iadesi ve Vatikan’ın Patriği tanıması da bu planın bir parçasıdır.

Hrıstiyanlık güç kaybetmektedir. Judeo-Hıristiyan ABD ve Katolik olduğu varsayılan AB arasındaki güç birliği aslında Vatikan’ın çok da lehine değildir –Opus Dei faktörünü de unutmamak gerek- ve bu kez olası bir birleşme hem Hıristiyanlığın konumunu –bir süre için de olsa- güçlendirecek ve bu sayede Türkiye üzerinden geçecek yolu açacaktır. Bu yolun en önemli durağı da İstanbul’dur.

 

Burada Ekümenik bir Patrik (bu kez bütün Hrıstiyanların değil, ancak bütün ortodoksların anlamında) burada Vatikan tarzı bir oluşuma neden olacaktır. Bu sıfat alındıktan sonra da bu olmak zorundadır.

 

Bu planın önündeki en büyük engel Kemalizm’dir. Ben bir çok konuşmamda “Ben Kemalist değilim” derim; çünkü Atatürk, batılıların yakıştırdığı bir isimle anılan bu öğretiye sığamayacak kadar büyüktür. Ancak burada Kemalizm’i marjinal bir anlamla, devlet yapısı olarak ele alırsak ne kadar önemli olduğunu anlarız.

 

Kemalizm her şeyin ötesinde, Türk halkının Mustafa Kemal önderliğinde bağımsızlık mücadelesini ve vatanın bölünmeziliğini anlatır.  Dış düşmana olduğu kadar iç düşmanlara karşı mücadele veren Kemalist kadrolar, o yıllarda bu durumun tekrarlanmaması için gerekli tedbirleri almışlar ve çok kesin sınırları çizmişlerdir.

 

Türkiye’nin kaderi, o yıllarda hazırlanan bu yol haritasını uygulayacak kadroların torunlarının bugünkü durumu (burada Derin Devlet ve aileler konusu giriyor, konumuz olmadığı için üzerinde durmak gereksiz, her ne kadar ezoterik bir yönü olsa da) ve uygulamaların yanlışlığı yüzünden, farklı bir yöne çekilmiş ve Kemalizme karşı plan yapan güçlerin -dış güçler- ekmeğine yağ sürecek duruma gelmiştir. Reform adı altında bu yapı yıkılmaya çalışılmakta ve sonucu belirsiz bir maceraya doğru gidilmektedir. (Bkz. 6.sayıdaki yazımız) Bunu en iyi tesbit eden de ironik bir şeilde Talabani olmuştur. Aşağıdan ilgili haberden bir bölüm sunalım ve takdiri size bırakalım:

 

«Talabani, Kürtlerin dört devlete bölünmüş bir şekilde yaşadıklarını hatırlatan muhabire şunları söyledi: ”Tüm Kürdistan bizim yurdumuzdur. Kürt halkı dört ülkede de kendini tek bir halk olarak hissediyor. Irak’taki Kürt partilerinin İran’da temsilcileri var. Suriye ve Türkiye’de ise daha az iyi ilişkiler var. Türk hükümeti ile ilişkilerin iyileştirilmesi çabaları yeni başladı. Suriye özellikle petrol kenti Kerkük’le ilgili olarak Irak’ın içişlerine karışıyor. İran bizim federasyon tezimizi de destekliyor.” Türkiye’nin AB üyeliğini desteklediklerini de belirten Talabani, ”Türk hükümeti AB’nin demokrasi ve hukuk devleti gibi temel ilkelerini benimserse, Kürtler de bu ülkede kendilerini daha iyi hissedecekler. Ben Başbakan Tayyip Erdoğan’ı takdir ediyorum. Onun politikası şovenist ve Kemalist değil” dedi. »

 

2004 yılı bu konudaki gelişmelerin en hızlı yaşandığı yıl olmuştur. Eğer biraz komplocu gözüyle bakarsak, bir büyük işaretten önce yapılması gerekenler hızlandırılmıştır. Türkiye de bütün bu planların orta noktasındadır. Bazı güçler Orta Doğu’da farklı bir oluşum  ya da olay olacağını bilmekte ve buradan geçmek zorunda olduklarını bilmektedirler. Bu plan da uygulanmaktadır. Patrikhane ise sadece farklı bir yüzüdür. Hem de hükümet gibi, kendisine sağlanacak ufak bir çıkarda her şeyi satmaya hazır bir patrikle. 

 

17 Aralık Sendromu

 

Her zaman olduğu gibi, yazıyı geç vermenin faydaları burada açığa çıkıyor. 17 Aralık kararlarını da okkült/komplo gözüyle yorumlamak olanağı oldu.

 

17 Aralık’tan hükümet  aslında büyük bir hezimetyle çıktı. Artık Türkiye için yeni bir süreç başlıyor. Bu süreçte AB’nin dayatmalarını göreceğiz ve kendi amacına ulaşmak isteyen hükümetin verdiği ödünleri.

 

Plan adım adım işleyecek.

 

Türkiye’nin ve Bizans’ın bu şekilde düşmesi, daha önce sözünü ettiğimiz, AB/ABD eksenli planın gerçekleşmesini sağlayacak.

 

2005

 

2005 yılı artık çok geçmişten çok farklı olacak. Öncelikle bu politikaların nereye vardığını göreceğiz. Sanıyorum geç de olsa köşe yazarlarımız dahi anlamaya başlayacak.

 

Özellikle Vatikan – Patrikhane yakınlaşmasının yüzyıllardır görülmemiş bir seviyeye yaklaşması da bu dönemde olacak. Ve kutsal emanetlerin gündeme gelmesi.

 

30 Ocak Irak’ta bir dönüm noktası olacak. Şii hareketinin başa gelmesi ile orada çok daha büyük gerilimlerin olacağı konusunda şimdiden endişelenebilriz. Bunu bahane edecek ve İran’ı ve Irak’ı kapsayacak daha geniş bir harekatın planı daha da kolaylaştıracağı söylenebilir.

 

Bakalım. Göreceğiz.