Mekan salaş bir meyhane…

Masa birbirinden nefis mezelerle donatılmış, rakılar bardaklarda…

Basit adam bu sefer yalnız değil, yanında askerlik arkadaşı…

Bu sefer birlikte konuşacaklar, düşünecekler ve replikler yalnız başına kalmayacak havada…

İki arkadaşın kadehleri havada tokuşarak çıkan sesle sahne başlamıştı.

Şerefe…

Şerefe…

“Hatırlıyor musun Van’daki günlerimizi?” dedi, doktor…

“Nasıl hatırlamam” dedi, basit adam…

İstanbul’dan aynı trene binmiş ve Van’a gitmişlerdi. 1982’nin Aralık ayında… Tren yolculuğu normalde 36 saat sürüyordu ama aşırı kar yağışı nedeniyle yolculuk 50 saat kadar sürmüştü Tatvan’a vardıklarında… Van’a gidecek son feribot tren saatinin şaşması sonucunda gitmiş ve sabaha kadar altı saat civarında da feribot iskelesindeki soba yanan küçük bir bekleme odasında vakit geçirmişlerdi. Feribot hareket saatinde tipi başlamıştı ve birkaç saat de tipinin durması beklenmişti. Van limanına vardığımızda saat sabahın 10’u idi ve biz bir güne yakın gecikmiştik teslim olmak için… Sonra uzunca bir yürüyüş ve bir taksi bulma ve Tugay’a varış öğleni bulmuştuk.

Gülüşürler, kadehler yeniden tokuşturulur. Keman, klarnet ve darbukadan oluşan roman takımı “Şehnaz Longa” yı çalmaktadır.

Dört ay Tuzla Piyade okulundaki eğitimden sonra Van’a gelir gelmez bir aylık daha silah eğitimine alınmamış mıydık diye düşündü basit adam, sınır karakollarından birine gitmeden önce…

Üstelik o tarihlerde babam Albay, dedem Orgeneral değil miydi?

Bir uyduruk hastalık beyan etmiş ya da kendime İstanbul’da bir yerde askerlik için bir ayrıcalık istemiş miydim? Yan gelip yatmaya değil, vatan için nöbet tutmaya, silahımızla birlikte yatmaya gelmiştik.

Rakılar peş peşe mezelerle eriyordu, fonda “bir ihtimal daha var” çalıyordu.

İstanbullu olmak insanın adını da kötüye çıkarıyordu. Van’a geldiğimizde komutanımız binbaşı, bana “gel bakalım asteğmen bugün koşacağız” demişti. Neyse ki askere gitmeden önce son 2 yıl hafta sonları Yıldız Parkı’ndaki parkurda yavaş yavaş arttırarak, koşu parkurumu 20 km’ye çıkarmıştım.

İlk 5 km’ye tüm tabur, 8 asteğmen ve binbaşı beraber başlamış ve sonucunda 10 asker, 3 asteğmen ve binbaşı ikinci 5 km’ye geçmiştik. İkinci tur bittiğinde sadece ben ve binbaşı kalmıştık ve binbaşı bana doğru şaşkın bir halde bakıyordu. “Üçüncü tura devam ediyor muyuz komutanım?” dediğimde ise yiğitlik uğruna “herhalde” dediğini hatırlıyorum. Üçüncü turun yarısında binbaşım koşuyu bırakmış ve tek başıma Üçüncü turu bitirmiştim. Tabii bundan sonra “İstanbul çocuğu” bakış açısı sona ermiş, hem tabur hem de binbaşı üzerinde saygınlığım bir üst seviyeye çıkmıştı.

Rakılarımızı tokuşturup, nefis mezelerden tadarken romanlar “Asker oldum piyade” yi çalmaya başlamışlardı.

Doktor, birdenbire “hatırlıyor musun, bizimle beraber oraya gelen kaç asteğmen psikolojik bozukluk nedeniyle erken terhis olup gitti” dedi.

Hatırlamaz mıydım? Aynı trende geldiğimiz bir arkadaş 3 ay sonra abuk sabuk konuşmaya başlamış ve 6. ay sonunda da alelacele paketlenip İstanbul Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastane’sine gönderilmişti.

Kolay mıydı 10 asker ile bir dağın tepesinde bir yıl geçirmek… Askerlere hem kardeş gözüyle bakacaksın hem onların psikolojileriyle ilgileneceksin hem arkadaş olacaksın, hem ana baba olacaksın hem de sözü dinlenir bir komutan olacaksın. Bıçak sırtı denilebilecek bir denge kurmak gerekiyordu.

Rakıyı da mezeleri de artık bir dengeye oturtmuşlardı, yavaş yavaş gidiyorlardı artık, müzik ise “Bana bir masal anlat baba” diyordu.

“Ya sen” dedi basit adam… “Sen hatırlıyor musun döndükten sonra kaç ay soğuk sıcak demeden balkonda yattığını?”

“Offff of” dedi doktor… Bir yudum aldı rakısından ve üstüne bir kaşık cacık yedi ve “Onu ancak yaşayanlar bilir, biliyorsun gece uyumaz, gündüz uyurduk orada… Gündüzleri de bir havan topu mermisi veya bir roketatar mermisi aracılığı ile barakayla birlikte toptan havaya uçmayalım diye dışarıda barakadan uzakta bir yerde kıvrılıp uyurduk. Eve döndüğümde de rahat yatak bana batar olmuştu ve oda beni basıyordu, boğuluyor gibi oluyordum, bu nedenle yaklaşık bir sene balkonda yerde bir battaniyenin üzerinde yattım da uyuyabildim. Birkaç sene sigarayı avucumun içinde içtim. Babamdan kalan beylik Tabancasını yastığımın yanına koydum da uyudum.

“Biz bu vatana borcumuzu hakkıyla ödedik” dedi doktor… “Hala da ödüyoruz ama şimdi olanlara bir bak!.. Üniversitede bölüm başkanıyım ama yeni “Tam gün” yasasıyla ya muayenehaneyi kapatmak ya da üniversiteden istifa etmek zorundayım. Tüm ülkede, ben ve diğer hocalar aynı durumdayız. Ben kararımı verdim öğrenci yetiştirmeye devam edeceğim ama herkes böyle düşünecek mi? Birçok hoca istifa edecek, muayenehanelerine dönecek. Peki yeni gençlerimizi, yeni doktorlarımızı kim yetiştirecek? Bu mudur reva görülen, bu mudur geleceğe bakmak?”

“Haklısın” dedi basit adam… Bu durumda gelecekte iyi doktorlarımız olmayacak. İyi doktor olmak isteyenler de yurtdışına gidecek ve belki de bir daha geri dönmeyeceklerdi. Yani beyin göçüne büsbütün hız verilmişti. Bu ülkeye yazık değil miydi?

Kadehimi doktora kaldırdım ve “şerefine doktor” dedim.

Doktor da kadehini kaldırdı ve “Ülkemizin onuruna, şerefine” dedi.

Fonda “Bu vatan bizim” çalmaktayken…

Perde yavaş yavaş kapanmaya başlamıştı. Seyirciler ayakta ama elleri alkışlamak için birbirine kavuşmuyordu. Suskundular. Hepsinin boğazı düğümlenmiş öylece ayakta duruyorlardı.

Replikler aceleyle elele bir yerlere kaçıştılar ve yok oldular.

Baki kalan zemindeki ayak sesleriydi.

Reha Ersavcı