Söz konusu 12 karikatürle ilgili gürültüler Şubat ayının ilk günlerinde patlak verdi ama bunların ilk yayımlanması dört buçuk ay öncesine dayanıyor, biliyorsunuzdur. 30 Eylül günü Danimarka’nın Jyllands-Posten gazetesi, Peygamber’le ilgili 12 karikatüre sayfalarında yer verdi ve o günlerde Danimarka’daki Müslüman kesimlerden tepkiler gelmekle birlikte, gürültüler de öyle ayyuka falan çıkmadı. Birkaç basın toplantısı yapıldı, bu karikatürlerin İslam inancına saygısızlık içerdiğini söyleyip gazete yöneticilerinin özür dilemesini isteyen bir basın açıklaması yayımlandı, o kadar.
Jyllands-Posten o karikatürleri hangi gerekçe ve düşünceyle yayımlamıştı, bunu biliyor muydunuz peki? Ülkenin önde gelen 40 illüstratöründen, “İslam peygamberi Muhammed’i kendi gözleri ve bakış açılarıyla değerlendiren” birer çizim yapmaları istenmiş, bunlardan bazıları da gazetenin 30 Eylül tarihli sayısında yayımlanmıştı.
Bu nokta oldukça önemli: Karikatürlerin içeriği, Batılı aydınların hiç değilse bir bölümünün 2005 yılında İslam dinini ve peygamberini nasıl gördüğünü ve algıladığını ortaya koyuyor. Böyle bir çalışma yapmalarını bundan on yıl önce birileri istemiş olsaydı, muhtemelen çok daha farklı çizimler ve içerikler çıkacaktı ortaya. O günlerde de İslam dünyasıyla ilgili olumsuz imgeler vardı ortalama Batılının zihninde ama Müslümanları kendisi için bir tehdit ve tehlike olarak görmüyordu. Karikatürler, 2001’den bu yana ciddi bir ivmeyle hızlanan sürecin işi hangi boyutlara getirdiğini gösteriyor: Danimarkalı çizerler günümüzden 1400 yıl önce yaşamış İslam peygamberini değil, bugün İslam dünyası ve halklarının kendileri için ne ifade ettiğini çiziyorlardı aslında.
Köprünün altından çok sular aktı: On yıl önce sıradan bir Batılı insanın kafasında yalnızca İran’ın mollaları vardı bir “tehdit unsuru” olarak. Birkaç küçük terörist grubu fazla ciddiye almıyorlar, hatta bir on yıl daha öncesinde, Afganistan’daki fundementalist grupların, “ezeli düşman” Sovyetler Birliği’ne karşı “yararlı müttefik” olduğunu düşünerek sempati bile duyuyorlardı.
“Hedef”in niteliği değişiyor
İlk Körfez Savaşı’nda Müslüman ülkelerin önemli bir bölümü, ABD ve İngiltere’yle birlikte tavır aldı. Eğer işin “Saddam‘ın diktatörlüğü” ile ilgili faslını bir yana bırakırsanız, aslında görüntü çok açıktı: “Fanatik köktendinci bir İslam ülkesine” değil, İslam dünyasında sayıları çok az olan “laik cumhuriyetlerden birine” saldırmıştı ABD-İngiltere koalisyonu. Bunu yaparken de, “işgal edilmiş” Kuveyt başta olmak üzere Arap ülkelerinin çoğunun (görünüşte “kerhen” bile olsa) desteğini almıştı; çünkü Emirler, Krallar, Mollalar, Irak’tan ve Saddam’dan hiç hoşlanmıyor ve BAAS yönetimine düşmanca bakıyorlardı. Eh, belli hesaplar vardı tabii: “Güçlü ABD” Bağdat hükümetini dümdüz ederse, oradaki rantın yeniden paylaşılması sırasında herkes büyükçe bir payı kapma düşlerine girmişti.
Kısacası orada “Batı’nın savaştığı” unsur net olarak İslam motiflerini içermiyor, “saldırgan bir askeri diktatörlük” olarak görülüyordu daha çok. Ha, bir de adının içinde lâfta da olsa “sosyalist” sözcüğü vardı ya, savaşı “anlamlandırmak” için bu bile yeterliydi. Libya lideri Kaddafi gibi, Saddam Hüseyin de askeri yöntemlerle iktidarı ele geçirmiş, “zamanı gelince ortadan kaldırılması gereken” bir diktatör olarak görülüyordu. Oysa birinci Körfez Savaşı’nın daha bir yıl öncesine dek Irak, ABD ve Batı’nın Ortadoğu’daki “müttefik”lerinden biri muamelesini görmekteydi.
Sonra, 2001 yılına geldik: Bir sabah nasıl becerildiği hâlâ muamma olan bir operasyonla New York’taki gökdelenlere yolcu uçakları çakıldı, kuleler yıkıldı, binlerce insan öldü ve bu şok dalgası içinde “ikinci evre” başladı. ABD ve İngiltere, bir zamanlar destekleyip palazlandırdıkları Usame bin Ladin‘i yakalayıp cezalandırma iddiasıyla, yine bir zamanlar destekleyip palazlandırdıkları Taliban yönetimine karşı Afganistan üzerine yürüdüler. Hemen ardından, 2003 baharında sıra Irak’ın işini bütünüyle bitirmeye geldi. Bağdat’a bombalar yağdırıldı, dünyanın en büyük petrol ihracatçısı ülkelerinden biri işgal edildi, düzmece yönetimler kurma çabalarına girildi.
İşin askeri ve siyasi boyutlarına girmeyelim: Bu süre içinde, yani 2001’den 2006’ya dek geçen 5 yılda, Batı dünyasının doğuyu ve İslam’ı algılama biçimi de önemli bir dönüşüme uğradı. Daha önce hiç fark etmedikleri, çünkü “uzak yaşadıkları”, içine girmedikleri bir kültür ve dünyayla hızlı bir tanışıklık yaşamaya başladılar. Yeni dünya profilinde artık, “Orada bir ülke var uzakta / Müslüman da olsa, fanatik de olsa, o ülke bizim müttefikimizdir” şarkısına yer yoktu ki! Global finans, bulduğu her kanaldan sanayi ve hammadde kaynaklarını kuşatma, dünya ekonomisinde bir “piyasa şeffaflığı” sağlama, kendi akışkanlığını engelleyecek pürüzleri ortadan kaldırma aşamasına girmişti.
Bundan böyle eski sömürgecilik ya da sonrasındaki “erken emperyalizm” döneminin, yalnızca hammadde ve ucuz işgücünü dikkate alan; “Kontrolümüzde olsunlar, kaynakları bize aksın, kendi içlerinde ne halt ederlerse etsinler” mantığı devre dışı kalıyordu. Global finans-kapital o ülkelerin yalnızca doğal kaynaklarını değil, insanlarını da “önemsemeye” başlamıştı! Onlar yalnızca birer ucuz işgücü kaynağı, yerel işbirlikçi, despotik iktidarlar aracılığıyla uzaktan yönetilecek bir kitle olmayacaklardı artık. Yeni sistemin “global tüketici”leri arasında yer almalı ve Goliath büyüklüğündeki uluslararası finans ağıyla da buluşmalıydılar; New York’ta, Londra’da, Montreal’de, Tokyo’da üretilen mal, Jakarta’da, Riyad’da, Şam’da, Tahran’da, Tripoli’de de aynı düzende tüketilebilmeliydi. O ülkelerin insanlarının tasarrufları, maaşları ve ödemeleri de uluslararası finans-kapital ağının parçası olmuş bankalarca yönetilmeli, hepsine birer kredi kartı verilmeli, “küresel bütünleşmenin nimetleriyle” tanışmaları sağlanmalıydı. Yani artık “biz ve onlar” yoktu, iç içe geçme gerekliliğini öne çıkarıyordu uluslararası finans-kapital.
Durum böyle olunca, bir zamanlar “çok uzak ve soğuk” görünen Çin, Hindistan bile global sisteme entegre edilebilmiş ama arada “eski alışkanlık ve davranışlarını sürdüren” İslam ülkeleri ve halkları, gelenekleri, tavırları ve yaşam biçimleriyle iyice “yabancı” kalmışlardı olan bitene. Yıllar yılı bu ülkelerin halklarının dogmatik dindarlığını “komünizme karşı bir avantaj” ya da işbirlikçi yerel despotik yönetimlerin işini kolaylaştırıcı bir unsur olarak gören global finans-kapital, hızlı gelişmeler sonrasında aynı dindarlığın kendisi için baş ağrısı olacağını daha önce pek düşünmemişti herhalde.
Her şeyin üzerine, dünyanın ciddi bir “fiziksel değişim” arifesinde olmasının yakın gelecekte getireceği muhtemel kaotik gelişmeler de eklendiğinde, mümkün olduğunca hızlı biçimde, sorun yaratmaya aday bölgeleri doğrudan denetleme gereği ortaya çıktı; hele bu bölgeler “doğal zenginlik” açısından da vazgeçilmez kaynaklara sahipse. Ancak işi uzaktan kumandayla denetleyeceğiniz yerel yöneticilerin eline bırakmayıp doğrudan ipleri ele almak, ilk aşamada bir “kaos politikası” yaratmayı gerektiriyordu ki, bu da Batı’nın çok temel ilkelerine aykırı bir görünüm verecekti: Bir toplumun kendi iradesi ve dinamiklerine müdahale etmek, geleceğini belirleme hakkını askıya almak, “rejim ihraç etme” yolunda etkin adımlar atmak. (Bir zamanlar Sovyetler Birliği’ne yapılırdı bu suçlamalar!)
Bahaneyi yaratma ve “güçlendirme” çabaları
Bu durumda, sağlam gerekçeler ve kabul edilebilir bir mantık silsilesi gerekiyordu uluslararası politikaları yönlendirenlere. Söz konusu bölgelerde bu gerekçeyi yaratacak potansiyel de fazlasıyla vardı: Yıllar boyu göz yumulup desteklenmiş dinsel taassup ve fanatizm… 2001’den beri bu imaj, yoğun imgeler kullanılarak desteklendi, manipule edildi ve sonuçta Batı’nın en çok okuyan, en eğitimli toplumlarından birinin illüstratörlerine “Bana İslam peygamberi ile ilgili bakış açınızı yansıtan karikatür çizin” dendiğinde, doğrudan “terörist” imgeler ortaya çıkarma noktasına dek varıldı.
Batı dünyası, dinle arasına çizgiyi on altıncı yüzyıl sonlarından itibaren çizmeye başlamış; on dokuzuncu yüzyılda bu operasyon son aşamalarına gelmiş. İnançlar ve ibadet günlük yaşamın ayrı bir kesitinde tutuluyor, toplumsal sistemin dinamiğini oluşturan kültürel ve etik anlayışsa tam merkezinde yer alıyor. Reform, bizde sıklıkla yanlış bilindiği gibi “dinin kendisi” ile ilgili bir değişim ya da “yenilenme” falan değil; yalnızca onun üzerinde oluşmuş kurumsal yapıyı “toplum alanı”nın arka taraflarına doğru çeken siyasi bir düzenlemedir. Hedef aldığı şey “Hıristiyan inancı” değil, başlı başına siyasi bir güç olan Katolik Kilisesi’dir.
Üstelik, yine sanıldığının aksine, reformistlerin hepsi öyle “ilerici” ya da “burjuva devriminden yana” liderler falan da değildir; sözgelimi Martin Luther, Katolik Kilisesi’nin siyasi ve ekonomik etkinliğine karşı mücadele ederken tercihlerini “kralcılık” ve aristokrasiden yana kullanmayı yeğledi. Jean Calvin bir adım daha ilerideydi ama onun protestan anlayışı da dönemin “ilklerinden” Hollanda burjuva cumhuriyetine esin kaynağı olmanın ötesine geçemedi. Bütün o reformcular içinde belki de en “devrimcisi” diyebileceğimiz Thomas Münzer ise Almanya’da köylüyü serf olmaktan kurtaracak radikal bir değişimin peşindeydi yalnızca ve zaten mücadeleyi de çok erken kaybedip, yaşamıyla ödedi.
1640 İngiliz devrimi, Calvin’in ve Erasmus‘un etkilerini içeriyordu belki ama yalnızca iktidarın ekonomik ve sınıfsal yapısında küçük bir düzenlemeyi yürürlüğe koymuştu, o kadar. Oliver Cromwell‘in “Yuvarlak Kafalılar” denen parlamentocu birlikleri, gücü avuçları içine alır almaz “tam demokrasi ve eşitlik” yolunda reform isteyen radikal “Düzleyicileri” (The Levellers) tasfiye etme yoluna gitti. 1789 Fransız Devrimi, belki de bu anlamda en radikal çıkıştı ve dini bütünüyle “Akıl Kültü” (diğer adıyla “Yüce Varlık Kültü”) ile değiştirmek istiyordu; ne var ki Fransız burjuvazisi halkı din olmadan zapturapt altında tutmanın kolay olmayacağına zamanında uyandı ve art arda atılan geri adımlarla, yalnızca “kamusal alandan” uzaklaştırılmış bir dinin var olduğu “protestan ahlâkı” kervanına katıldı. Bütün bunlara karşın, Batı’nın o son derece hareketli ve çalkantılarla dolu dönüşümü, hem felsefe ve bilimin önünü açtı ve onu “sokaktaki adamın” yaşamına soktu, hem de bugün “ifade özgürlüğü” dediğimiz temel ilkeyi yaşamın akışı içinde perçinledi.
Oysa İslam dünyası, bu sürecin neredeyse hiçbir adımını kendi dinamikleri içinde yaşamadığı için, bu ülkelerin halkları bin yılı aşkın teokratik yönetimlerin etkisi altında hem düşüncenin baskı altına alınmasına, yasaklanmasına çok alıştırılmıştı, hem de kendisini yalnızca “din” ile tanımlayabiliyordu. Din yalnızca “inanç ve ibadet”le sınırlı kalmayıp çoğu İslam ülkesinde doğrudan “hukuk” ile de iç içeydi ve “sivil toplum”da da bütünüyle bir “tabu” olarak yaşıyordu; hem de en güçlü tabu. Uzunca bir süre, yani kapitalizmin “küreselleşme” evresine yelken açmasına kadar, İslam halklarının karakteristikleri Batı’da görmezden gelindi, hatta bu durum işlerine geldiği için el altından da desteklendi. Ama yirmi birinci yüzyılda işin rengi değişti artık.
Şimdi gelelim o karikatürlere: Danimarka gazetesi, 30 Eylül’de yayımlamış, ciddi ama makul protestolar dışında büyük bir gürültü çıkmamış. Aralık ayında Mekke’de düzenlenen İslam Konferansı sırasında bir daha gündeme getirilmiş, ardından Danimarka ürünlerinin boykot edilmesi çağrısı yapılmış ama yine ortalık karışmamış. Derken Ürdün parlamentosu Ocak ayı başlarında bir deklarasyon yayımlayarak karikatürleri lanetlemiş, onu diğer İslam ülkeleri izlemiş. Sonrası malum: Ay sonunda, tam artık bu konu unutulacakken, bir Norveç gazetesi karikatürleri yeniden bastı, aynı şeyi diğer bazı Avrupa gazeteleri de yapınca kızılca kıyamet kopuverdi.
Libya ve Suudi Arabistan, Danimarka elçilerini geri çekti; on beş farklı ülkede bir anda denetimden çıkmış bir öfke ve şiddet rüzgârı esmeye başladı; Suriye ve Lübnan’da Danimarka elçilikleri basılıp yakıldı; Afganistan’da ve şimdi de Libya’da, protesto gösterilerinde insanlar ölmeye başladı. Libya’daki o denli çığırından çıktı ki, Danimarka elçiliği olmadığı için, bulunabilen tek batılı temsilcilik olan İtalya konsolosluğuna saldırıldı.
Bu arada, karikatürler Mısır’ın “El Fecir” gazetesinde de yayımlanmıştı, yani bir İslam ülkesinde. Hem de bu son tepki dalgasından epey önce. Ama kimse Mısır’ı suçlamaya ya da Mısır bayrakları yakmaya, elçilikleri basmaya kalkmadı. İşin dikkat çekici yanlarından biri, dinsel tutuculuk konusunda hiç aşağı kalmamak bir yana, çoğu Müslüman ülkeye rahmet okutacak durumdaki İsrail’in de, “Müslümanların tepkisini anlıyor ve hak veriyoruz” demesine rağmen, protesto gösterilerinde şiddetle suçlanması ve bayraklarının yakılmasıydı. Müslümanlar, herhangi bir olaya öfkelendikleri zaman, tepkilerini yönlendirecek İsrail’den başka “düşman” tanımıyorlardı ki! Bütün varoluşlarını, İsrail’den nefret etmeye dayandırmışlardı ve tabii bunun bölgede yaşanan olayların tarihi içine yerleşmiş son derece anlaşılır nedenleri de vardı.
Kültürel kopuşun manifestosu
Her şey çok açık aslında: Müslüman ülkelerin halklarının, kendilerini tanımlamak ve ifade etmek için dinlerinden başka hiçbir şey yok ellerinde. Kendilerini inim inim inleten yöneticilere, emperyalizmle işbiliği yapan yerli hanedanlara ve ulusal burjuvazilere karşı seslerini bir kez bile yükseltemiyorlar; “din kardeşleri”nin ülkeleri bombalanıp toprakları işgal edilir ve sivil halkı öldürülürken homurdanmaktan fazlasını yapamıyorlar; üzerinde yaşadıkları topraklar bunca kaynağa sahipken niçin yoksul ve ilkel koşullarda yaşadıklarını sorgulamıyorlar. Ama bir Danimarka gazetesinde üç beş karikatür yayımlanınca, öfke ve tepkileri sel gibi boşalıyor aniden. Kontrol öylesine kaybediliyor ki, iş “ölüm tehditleri”ne, (polisin göz yummasıyla) elçilik yakmalara, karikatüristleri öldürene “ödül vaat etmeye” dek varabiliyor.
Şimdi durup serin kanlı düşünmek lazım: 30 Eylül’de yayımlanan karikatürler, niçin dört ay sonra, Şubat başında böylesine şiddetli tepkilere yol açtı? Danimarka gazetesi, yazının ilk bölümünde sözünü ettiğim “kültürel kopuş”u gözler önüne sermek için bu karikatürleri çizdirip yayımlamıştı belki ama izleyen haftalar ve aylar içinde bu “çekirdek unsur”, birilerince iyice gözlere sokulmaya, ittirerek gündeme getirilmeye çalışıldı deyiş yerindeyse. “Kışkırtma var” diyenlerin, iki kez düşünmeleri gerekiyor: Genellikle “tahrik” yöntemiyle ani tepkiler yaratma stratejisi, saman alevi gibi hızla düzenlenen “anlık” olayları kullanır. Yahu, bu karikatürler dört ay önce basılmış! Hatta arada bir Mısır gazetesinde de yayımlanmış. Aradan geçen süre içinde unutulur gibi oldukça uğraşa didine gündeme taşınmış. Dört aylık bir süreye yayılan kışkırtma mı olur? Bunun “istenen sonuçları” almak için sahneye konmuş bir oyun olduğunu görmek bu kadar zor mu?
Bakın kısaca görelim neler olduğunu: Washington, karikatürleri “saldırgan” olarak niteleyip eleştirmiş. (Mesaj, Müslümanlara: Size “yamuk” yapıldı!) Ardından, George Bush, Ürdün Kralı Abdullah‘la yaptığı basın toplantısında, şiddete varan protesto gösterilerini sert bir tavırla eleştirmiş. (Mesaj Batı’ya: Müslümanlar şiddete eğilimli ve kontrolsüz durumda.) Aynı toplantının sonlarında “İfade özgürlüğü, başkalarının inançlarına saygıya engel olmamalı” demiş. (Mesaj Amerikan basınına: Karikatürleri diğer Avrupa gazeteleri gibi yeniden yayımlamaya kalkmayın, sadece “terörün” çirkinliğini sessizce yansıtın.)
Associated Press’in haberine göre 7 Şubat’ta Bush, yoğun eleştirilere hedef olan Danimarka Başbakanı Rasmussen‘e “destek ve dayanışma” duygularını ifade etmiş. (Mesaj, Avrupalı’ya: Aslında prensipte siz haklısınız ama Müslümanlarla bir arada yaşamak zor.) Bu arada Rasmussen’in bu destekten ziyadesiyle hoşnut kaldığı, “Biz kendimizi her zaman ABD’nin sadık bir müttefiki olarak gördük, bu yüzden yanımızda olmanız bizim için çok değerli” demesinden belli. Rastlantıya bakın ki bu konuşmasında Rasmussen, “Irak’a 530, Afganistan’a da 390 Danimarka askeri daha yollayacaklarını” da araya sıkıştırıvermiş. (Mesaj, Bush’a: Birbirimizi çok iyi anlıyoruz Mr. President!)
Yine “rastlantı” eseri olsa gerek, tam bu “karikatür krizi” sonrasında ABD, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Batı dünyası, İran’ın üzerine daha çok gitme ve baskıları birkaç kat artırma kararı alıyor bir anda. Haydi İran’da “nükleer tehlike” gibi bir bahane var, Suriye’de ne var peki? Orada da “Hariri cinayeti” var. Hımmm, güzel. Şubat’ın ikinci haftasında, Batı basınının “İran ve Suriye’de rejim değişikliği gerekliliğini” vurgulayan, olası “askeri operasyonları” giderek daha fazla telaffuz eden haberleri, nasıl bir “timing” ile yoğunluk kazandı?
Karikatür kriziyle, Ortadoğu’daki “preemptive war” operasyonlarının kanıksanmasına yönelik haber ve imge bombardımanının eşzamanlı olması, gerçekten “rastlantı” mıdır?
Ayrı dünyalar, farklı değerler
Diyelim Batı’da yaşıyorsunuz. İnancınız olsun ya da olmasın, dinin ve ibadetin toplumsal yaşam içinde teşhir edilmeyip, görece “bireye özgü” kalması gerektiği düşüncesinin içine doğup büyümüşsünüz. Siyasetle, gündelik yaşam akışını etkileyecek köklü kararlarla din arasındaki bağlantıların çok büyük oranda koparıldığı bir gelenekle yoğrulmuşsunuz. Kendinizi tanımlarken düşüncelerinizi, beğenilerinizi ve ilkelerinizi öne çıkarıyorsunuz ve insanların her birinin bu anlamda “farklılaşma” özgürlükleri olduğunu bilerek, sizden farklı olanlara katılmasanız bile “hoşgörü” gösteriyorsunuz. Sizin gözünüzde “akıl” dogmalardan; “haklar” tabulardan; “insan” da cemaatlerden daha önemli ve değerli.
Kendi değerleriniz ve bakış açınız içinde “dozunu aşmış ve hoş değil ama alt tarafı bir karikatür işte, çok istiyorsan mahkemeye verirsin gazeteyi olur biter” diyeceğiniz bir olay karşısında, “uzaklarda” bir yerlerdeki “yabancı” bir toplumun insanlarının, yüzleri öfkeyle gerilmiş biçimde cam çerçeve indirdiklerini, binaları yaktıklarını, “ölüm tehditleri” savurduklarını ekrandan izlediğiniz anda ne geçer aklınızdan? Time yazarı Andrew Sullivan‘ın dediği gibi, “Aramızda aşılamayacak bir uçurum olduğu kesin” diye düşünmez misiniz? Çevrenizde “Şiddeti kendini ifade biçimi olarak görenlerin, ancak şiddetle yola getirilebileceğini” söyleyenlere verecek yanıt bulmakta zorlanmaz mısınız? Internet forumlarında “Yeter artık, ne yapacaksanız yapın ama sürekli huzursuzluk çıkarıp terörist ve intihar bombacısı yetiştiren bu insanları durdurun” diyenleri çok yadırgar mısınız?
Eğer Batı’da yaşıyosanız, sizi biçimlendiren eğitim ve hukuk sistemi, bırakın din ve etnik farklılık gibi temel konuları, çok küçük bireysel özelliklerle ilgili dahi saygısızlık ve “taciz”de bulunulmasına hiçbir biçimde açık kapı bırakmamak için örülmüştür. İşyerindeki çalışma arkadaşınıza “O göbekle kapıdan sığabilecek misin?” gibi bir espri yapmaya kalkarsanız, “şişman birini fiziksel özelliklerinden dolayı aşağıladığınız” için mahkemeye verilip çatır çatır da tazminat ödeyeceğinizi biliyorsunuz. Sizden alt düzeyde olan bir hanıma işyerinde “Pantalonunun kumaşı çok inceymiş, baktım da, G-string sana çok yakışıyor” dediğiniz anda “cinsel taciz” suçlamasıyla ananızı ağlatabileceklerinden haberdarsınız. Birisi sizi çok sinirlendirse bile ona karşı fiziksel şiddet uygulamayı aklınıza bile getirmezsiniz, çünkü sözgelimi birine yumruk atıp gözünü morarttığınız taktirde tazminatın yanı sıra “kodese” girmek durumunda kalacağınızı, bu hareketiniz sicilinize işleneceği için işinizi bile kaybedip yeni iş bulmakta zorlanabileceğinizi çok iyi biliyorsunuz.
Oysa “uzaklarda” durum hiç de böyle değil: Tanımadığınız birine bile “N’aber lan şişko, o göbeği nerede büyüttün?” demek sıradan ve “normal” bir espri kabul edilir. Fazla kilosu olanlarla “Şişko” ya da “Dombili”, zayıflarla “Sıska” ya da “tirit”, ayağı aksayanlarla “Yandan çarklı topal”, göz arazı olanlarla “Şaşı” diye dalga geçmek, hatta bunu film ve TV dizilerinde espri konusu yapmak son derece olağandır “bizim kültür”de. Sekreterinizin G-String’ine iltifat etmeye falan gerek yok, atarsınız elinizi kalçasına, “Kız bunların hepsi senin mi?” dersiniz, gülünür geçilir. Mahkemeye giderse bir halt alamayacağını, üste bir de işini kaybedeceğini bilir çünkü kızcağız. Hem zaten “öyle giyinerek sizi tahrik ettiği” ve “kendi kuyruk salladığı” düşünülür. Birisi size “yamuk” mu yaptı, çakarsınız suratına iki tane, o da size vurur, sonra gelip ayırırlar. Karakola gidilecek olsa komiser zaten “Haydi öpüşüp barışın da gidin, bizi de böyle saçma işlerle meşgul etmeyin” der. Çoğunlukla buna gerek kalmayacaktır; yarım saat sonra, biraz önce anasına avradına sövdüğünüz kişiyle sarmaş dolaş rakı sofrasına oturabilirsiniz. Bizde buna “sıcak kanlılık”, “dost canlılığı” ve “sevecenlik” denir; Batılılarsa “soğuk nevale” ve “egoist”tirler.
Günlük ilişkilerdeki bu trajik durumları bir yana bırakın, Batı’da insanların abartılı bir özenle kaçındıkları “etnik ve dinsel taciz” de bu kültürlerde hayatın bir parçasıdır: Bakkalınızın Karadenizli çırağına “Ne o lan Laz, saat on ikiyi geçti, kafan çalışmıyor değil mi?” dersiniz, o da güler geçer. Güneydoğu, sözgelimi Mardin kökenli arkadaşınıza “Koyundan post, Arap’tan dost olmaz” diye sataşabilirsiniz gönül rahatlığıyla. “Gayrımüslim”lerden hiç söz etmeyelim; Rum, Ermeni ve Yahudiler için bu ülkede yapılan kanıksanmış esprilerden bazılarını Amerika’da, Fransa’da, İspanya’da yapmaya kalksanız, başınızın ciddi derde gireceğini biliyor musunuz? İsterseniz farklı dinden olan birine “kefere” gibi “gündelik” bir sıfat kullanmayı deneyin de görün. Türkçe’deki “putperest” sözcüğünün “Buda”dan geldiğini biliyor muydunuz? Dünyanın en kalabalık dinsel cemaatlerinden birinin “kutsal kişi” olarak gördüğü simge ismi siz “put” sözcüğünün kökeni yapmışsınız. Amerika’da, kalabalık bir toplantı içinde Budistlere “putperest” demeye kalkarsanız, birisi de bunu mahkemeye yansıtırsa, başınıza iş alırsınız. Biz bu “içli dışlı” ve “vıcık vıcık”, omurgasız halimizi “hoşgörü” olarak adlandırıyoruz. Dünyanın geri kalanıysa, aynı görüşte değil.
Savaş kimin çıkarına?
İşte “karikatür krizi”, kökü çok eskilere dayanan bu radikal farklılığı iyi bilenler tarafından gayet iyi kullanıldı ve kullanılıyor. Karşı cepheden manzaranın nasıl göründüğüne bakmayı bilmek, ona göre adım atmak gerek; hele böylesi “kritik” bir dönemde. Kışkırtıyorlarsa, “kışkırmayacaksın”, çünkü sonrasında olan yine sana olacak. Din ve inanca saygı istiyorsan, sen de her türlü dine saygı gösterdiğini ve aynı duyarlılığı herkesten beklediğini kanıtlayacaksın. Ama “her türlü dine”; yalnızca “kitap ehli” dediğin (ve buna rağmen gönül rahatlığıyla ağzını açıp gözünü yumduğun) dinlere değil. Üstelik “din ve vicdan özgürlüğü” denen şey yalnızca inanmayı değil, “inanmamayı” da içerir ve aynı tahammülü dinsizlere de göstermen gerekir; yoksa haklılığını anlatamazsın bir türlü Batılıya.
“Bana ne kardeşim, ben haklıyım, kimseye bir şey anlatmak zorunda değilim, ‘kâfir’e taviz vermem ama benim dinime laf edeni de cezalandırırım” diyorsan, buyrun o zaman tezgâhlamak için bahane aradıkları “medeniyetler savaşı“na. Buna hazır mısın, baş edebilecek misin? U2’ler tepene bomba yağdırmaya başladığında, “bunker-buster“lar sığınakları deldiğinde, bu işin meydanlarda bayrak ve kukla yakmaya, elçiliklerin camını çerçevesini indirmeye pek benzemediği anlaşılıyor da, geç oluyor biraz. Bırakın ABD’yi falan, Arap ülkelerinin halkları, her gün meydanlarda küfür kıyamet savaş ilan ettikleri İsrail’le bile başa çıkamayacaklarının; 1973’de Yom Kippur sırasındaki ani baskını saymazsanız, onca ülke bir araya gelip İsrail’e karşı bir kez bile askeri başarı elde edemediklerinin farkındalar mı acaba? Savaş senin yararına değil, açık bir şekilde zararına.
Peki ne olacak o zaman? Karşıdaki askeri güç büyük diye, yelkenleri suya mı indireceksin? Hayır. En temel nokta şu: Ortadoğu’yu yutmaya hazırlanan bu insanlara, kendi halklarının kamuoyu desteği vermelerini ve onaylamalarını engellemen lazım. Arkalarına kendi deyişleriyle “modern dünya”nın sokaktaki insanlarından gelmiş “olur”u aldılar mı, her şeyi kaybettin demektir. Buna fırsat vermemek durumundasın: Birileri “İslam = Terörizm” şablonunu kafalara iyice çaktı mı, geleceğin ve varlığın tehlikeye girecek. Dinini, inançlarını, Peygamberini, kutsal kitabını bu çirkin oyunlardan uzak tutman, entrikaların merkezine çekip kirletmeye çalışanlara izin vermemen, haklılığını çok net ve anlaşılır biçimde ifade etmen gerekiyor. Tezgâhlanan oyunun farkında olduğunu, önce Batı’nın halklarına anlatmak ve onları yanına almak durumundasın. “Kamuoyu baskısı” ve “sivil toplumun gücü”, Ortadoğu ülkelerinde pek bilinmez ve küçümsenir ama Batı’da fazlasıyla önemsenir. Eğer kamuoyu desteklerini kesmeyi başarırsan, adamların elini de ciddi biçimde zayıflatırsın.
Dertler “dünyevi”, manevi değil
Ne yazık ki, şu gelinen noktada bu hiç de kolay değil. Müslümanlara, dünyanın geri kalan bölümünce (şu son beş yıl içindeki gelişmelerin de belli oranda katkısıyla) pek de sempati duyulduğunu söyleyemeyiz. “Karikatür krizi” sırasında yaşanan ve medyada defalarca ekranlara taşınan görüntüler, yaratılan resmi tamamlamaya başladı: “Yazarlara ölüm fermanı – Müslüman terör örgütleri – İkiz Kuleler’e yapılan saldırılar – Taliban’ın bin yıllık Buda heykellerini füzeyle yok etmesi – İntihar saldırıları ve sivillerin ölümü – Mısır ve Cezayir’de turistlere yapılan saldırılar – Fransa’da varoşlardaki Müslümanların ayaklanması ve şiddet eylemleri – Nihayet, dünyanın değişik kentlerinde, bir gazetedeki karikatürlere kızıp elçilik yakan kalabalık kitleler.” İnsan zihni, işine gelen rasyonalizasyonları birbiri ardına üretmeye çok eğilimlidir. Şimdi bütün bu olan bitenler karşısında “Tabii, İslam’ın yayıldığını ve genişlediğini gördüler, korkup buna engel olmak istiyorlar” gibi gerekçeler imal edenlere de bolca rastlanıyor. Bunlar bir süre için “moral verici” olabilir, kendinizi aldatmanıza yardım eder. Ama sonra bir bakarsınız ki olan bitenin dinle, inançla falan hiç ilgisi yok aslında. Bütünüyle siyasi, ekonomik ve askeri hırslardan ve güdülerden kaynaklanıyor. Adamlar “maddi dünyayı” avuçları içinde tutmanın peşindeler, “maneviyat”la falan bir alıp veremedikleri yok. O konuları başkalarına bırakmışlar; kendilerini aldatmaya devam etmeleri için.