Sabah Eckhart Tolle’nin “Varolmanın Gücü”nü okurken “acı” ile ilgili tüm bakışımı değiştiren cümlelere rastladım. Tolle diyor ki “Acı, egodan kaynaklanır. Ama aynı zamanda acı, egoyu yakıp bitirir. Acı çekmenin ardında yatan en acı veren duygu, benim acı çekmemem lazım düşüncesidir. Acılar vardır ve egonun yok olması için gereklidir. Acıları reddetmek, acılara sebep olur; acıları kabullenmek, egoyu eritip varlığa ulaştırır.” (Aklımda kalanlardan mini bir özet yaptım sizlere…) 

Bu cümleleri okuduktan sonra özellikle Mayıs’tan beri kaybettiğimiz gençlerimizi, yaşadığımız acıları düşündüm. Başbakan’ın evrensel planda nasıl bir rol oynadığını daha net gördüm. Başbakan’a kızıyoruz çünkü açıklamalarıyla aslında acı veriyor bizlere. “Böyle mi olmalı Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı” diyoruz, acı da kızgınlık yaratıyor, kızgınlık da öfke… Fakat bir yandan da kendisi farkında olmasa bile yaptıklarıyla birleşmesi çok zor görünen nicelerini birleştirmeyi başardı. Egoları yaktı kül etti. İzmir’de birbirlerine gördükleri yerde saldırma potansiyeline sahip Karşıyakalılar ve Göztepeliler yanyanalardı. İstanbul’da Beşiktaş, Fenerbahçe, Galatasaray taraftarları. Bir araya gelmesi imkansız olan nice grubu birleştirdi, zaten fazla anlatmama gerek yok, hepimiz yaşadık…

Peki ya gençlerin ölümleri? Gezide aramızdan ayrılanlar zaten kalplerimizde hissettiğimiz acıyla, egolarımızı pişirdiler ve birleşmeyi hızlandırdılar. Acıları, egoları daha hızlı eritti ve Birlik ve daha da önemlisi uyanışı hızlandırdı. Artık ruhlarımız o günlerde yaşadığımız Birlik duygusunu yaşamlarımızda talep etmeye başladı… Sonra Berkin, Burakcan ve polis memuru Ahmet aramızdan ayrıldı. Baktığınızda aslında her biri ayrı bir kutbun çocukları. Berkin Alevi ve “gezici”, Burakcan Ak Gençlik’ten, Ahmet Fetullahçı bir polis, şimdi de 10 yaşındaki Kürt asıllı kardeşimiz Mehmet… Birbirinden ayrışmış her gruptan bir genç ve hepsi de kalplerimizde yer aldı. Hepsi canımızı acıttı ve hepsini de saygı ve sevgiyle andık. Niye? Sadece genç oldukları için mi? Hayır. Çünkü öldüklerinde veya yaralandıklarında üzerlerindeki tüm etiketler, damgalar, yargılar eridi gitti. Geriye sadece tek bir gerçek kaldı: İnsan! Bizim insanımız. Bu Dünyanın, bu toprakların insanı. Sokaklarda her gün karşılaştığımız, yan yana yürüdüğümüz insanımız. Ama hepsinden öte Varoluşumuzu paylaştığımız, özümüzde BİR olduğumuz kardeşlerimiz… Onlar sadece gençler ve çocukları değiller, her biri BİR varlığın parçası olan Varlıklar ve toplumsal egoları eritme adına kendilerini feda etmiş ruhlar… Berkin’in babası, Burakcan’ın babası, Ahmet’in babası… Bunlar belki de geçen sene yanyana gelip konuşmazlar ve hatta birbirlerine yargılarla bakarlardı. Fakat acı, geriye sadece varlığı kucaklayış bıraktı onlara ve onlar da yaptılar da; “Senin evladın benim evladımdır…” diyerek.

İşte eğer acının durmasını ve daha fazla ruhun kendisini feda etmesini istemiyorsak, bunun yolu “Lanetliyorum”, “Bitsin artık”, “Kınıyorum”, “Bıçak kemiğe dayandı” sözlerini söylemek değildir. Elbette ki tepkimiz oluyor ve elbette ki ifade edeceğiz; hiçbirimiz saksı değiliz. Bu öyle yan gelip yatmak da değildir hani sanıldığı üzere. Fakat eyleme geçmek demek de kendi içinde tüm bu sürece kattıklarını kabullenmeyip, sadece birilerini suçlamak ve nefreti daha da körüklemek de değildir. Aydınlığa karanlıkla ulaşılamaz. Bu yol başarılı olsaydı bugüne kadar acılar çok dinmiş olurdu, fakat azalmak ne kelime arttıkça artıyor…

Peki ne yapacağız? Bağırıp çağırmak en kolayı. Alın size en zor eylem: Yapabiliyorsak önce acılarımızdan başlamak üzere kızdığımız her ne varsa, her kim varsa önce yüreğimizde yer verelim ve onların varlıklarını onurlandıralım; önce kendimizden başlamak üzere… Bu gezegende yaşayan tüm canlıların en temel arzusudur bu: Varlıklarının onurlandırılması. Anne babalarımıza bu yüzden öfke doluyuz, çünkü evet insani görevlerini anne baba rolleriyle yerine getirdiler; ama bizlerin varlıklarını görüp onurlandırmadıkları için. Bu yüzden “Gör beni” diye bağırıyoruz, ama aslında neyimizin görülmesini istediğimizi de bilmiyoruz hani: İstediğimiz varlığımızın onurlandırılması… Ama tabii ki bunu yapmasını beklediğimiz kişilerin de bundan haberdar olması gerekiyor ki yapabilsinler. Her varlık birbirinden varlığının onurlandırılmasını bekliyor, ama kimsenin kendi varlığından haberi yok ki diğerinin varlığını onurlandırsın.

İşte aslında tüm çatışma da buradan çıkıyor… Herkes bir diğerinin yüreğinde yer almayı istiyor, ama kimse yüreğinde yer vermenin ne olduğunu bilmiyor… Hatta eminim bu satırları okurken “Eee onca halt etmiş adamı yüreğimizde yer verelim de bir de sırtını pışpışlayalım mı?” diye tepki cümleleri yükseliyordur bazılarından… Bu noktada Berkin’in cenazesindeki o muhteşem sözü hatırlayalım: “Kişi kötü deme, işi kötü de…” Elbette ki kişinin yaptığı işlerin ödenmesi gereken bir bedeli varsa, kişi bunu ödeyecektir; evrende zaten Karma yasası var. Benim bahsettiğim “Kişi” kısmı… Çünkü her ne kadar bizleri dellendirseler de her kişi, Varlığın bir parçası ve bizler onlara kalbimizde yer vererek sadece onların varlığını değil; kendi varlığımızı da onurlandırıyor, büyütüyor ve genişletiyoruz… Sonrasında konu kişinin “iş”i kısmına geldiğinde ise, dünyevi olarak yapılması gerekenler, atılması gereken adımlar her neyse yerine getirilir; ama yüreklerimizde bir reddedişle, bir dirençle, bir beklentiyle değil… Bir kabullenişle, sonsuz bir güçle, sonsuz bir bilişle… İşte bu noktada zaten her şeyin beklentilerimizin ötesinde bir güzellikte ve hızda dönüşmeye başladığını görmeye başlarız. Bu sadece toplumsal yaşantımızda değil, kendi hayatlarımızda da…

İşte o gencecik yaşlarda aramızdan ayrılıp bizlerin kalplerini acıtan gençler, aslında bizlere varlığımızı hatırlatan büyük fedakar ruhlar… Bu güzel varlıkların fedakarlıkları da ancak “mesaj”ı doğru alabilmemizle onurlanır ve yerini bulur… Gidişleri canımızı acıttı ve hele ki ailelerinin canlarını daha da yaktı. Bu acıyla da “hamdık, piştik yandık elhamdülillah” ve şimdi yüreklerimizden “Ne olursan ol yine gel” çağrısını yapma vakti varlığımızın tüm parçalarına… İşte bu enerjiyle attığımız adımlar, katıldığımız etkinlikler, yaptığımız eylemler de tüm realiteyi değiştirir.

Aramızdan ayrılan, yaralanan, canları yanan, varlığımızı keşfetme ve uyanış adına tüm bu senaryoda yer alan tüm varlıklara, tüm ruhlara sonsuz sevgi ve saygılarımla… Hepsinin önünde saygıyla eğilerek…

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...