“Bu işte suyla ilgili bir şeyler var,” diyor Kevin Norberg, 2004 seçimlerini değerlendirirmiş gibi yapan alaycı yazısında. “Mavi Eyaletler’e dikkatle bir bakın: Hepsi, büyük bir su kütlesine sınırı olan, suyla bağlantılı eyaletler. Bir iki küçük istisna dışında, Kırmızı Eyaletler de suya teması olmayan, iç bölgelerde yer alanlar. Bir başka deyişle, bu seçimdeki tercihleri suya olan yakınlık belirlemiş sanki: Atlantik’e, Pasifik’e ya da Göller Bölgesi’ne kıyısı olan Mavi Eyaletler, tercihlerini ‘Loser’dan yana kullanmışlar. İçte yer alan büyük çoğunluksa, Bush’u seçmiş.”
Norberg’in bu fazlasıyla “sulu” seçim değerlendirmesini siyasi bir perspektifle ciddiye almanın çok anlamı yok tabii. Ama World Net’e yaptığı değerlendirmedeki bazı satır aralarına baktığınızda, Amerika’daki ruh haliyle ilgili çarpıcı ipuçları yakalıyorsunuz. Bir kere, “seçimi yitirenler”i, yani “neo-con” tayfasının deyişiyle “solcu liberalleri” küçümseyip alaya alırken, işin “suyunu” çıkarıp, Demokratlara oy veren eyaletlere farklı isimler takarak eğlenmeye çalışıyor. Norberg’in çizdiği ABD haritasında, Kuzeydoğu’daki eyaletler, “Yeni Fransa” olarak adlandırılmış. Batı’da, California’dan Washington’a dek, Pasifik’e sınırı olan sahil şeridine “Disneyland” diyor Norberg. İki istisna hariç eyaletliği tescil edildiğinden beri evvel ezel Demokratlara oy veren (ve yine “sularla” çevrili olan) Hawaii’ye de “Birleşmiş Milletler Genel Merkezi” adını uygun görmüş. Göller Bölgesi’ne sınırı olan ve Demokratlara oy veren eyaletler, bu haritada “Güney Kanada” diye geçiyor. Kısacası, “suyla” ilgi bağlamına oturtmaya çalıştığı ABD siyasi/kültürel haritasında “Mavi Eyaletler”in hepsi, “yabancı ülke kökenli” oluyor. Peki ya Kırmızı Eyaletler? Norberg’e göre onlar, “halkın sesi”, yani “Gerçek ABD”!
Eğer konu bir tek yazarın, kendince mizahi değerlendirmesi olsaydı, bu yazıya gülüp geçebilirdik. Ama 2004 seçimlerinin öncesinde başlayıp bugüne yükselen bir ivmeyle aktarılan kutuplaşmanın arkasındaki “renk kodları”, ülkenin geneline yayılmış bir “garip hava”nın sinyallerini veriyor. ABD, bugün hüzünle anımsadığı İç Savaş’tan 140 yıl sonra, yeniden iki rengin net, belirgin ve uzlaşmaz karşıtlığına doğru yürümeye başladı. Bu kez “Griler ve Maviler” yok siyasi ayrışmada: Grilerin yerini, muhafazakâr ve dinci “Kırmızılar” aldı. İki farklı renk, artık “iki farklı Amerika”nın da simgesi durumunda. Bir yıldır sessiz ve derinden yükselişini sürdüren tansiyon, son birkaç aydır net bir “saflaşmaya” doğru yöneliyor. Çünkü, bu kez, şimdiye dek sıklıkla olduğu gibi, seçimi yitiren tarafın azınlıkta kalması ve yenilgiyi kabullenip Başkan’ına sahip çıkması gibi bir gelenek işlemiyor Amerikan halkı için. Yemiyor artık, “hayvan terli”.
ABD, belki kimseler farkında değil ama, tarihi bir virajın, oldukça ürkütücü bir dönemecin eşiğine gelmiş durumda. Soluklar tutuldu, yumruklar sıkıldı, iki yüz küsur yıldır biriktirilen ve içe atılan öfkeler, nefretler, “gıcıklıklar” yeniden tartılıyor ve bu kez masaya yatırılıp neşterlenmeden sular kesinlikle durulmayacak.
Bir başka deyişle, ABD’de “garip” şeyler oluyor. Aslında dünyanın çoğu ülkesinde tarih boyunca çok sık yaşanan ama Amerikan halkının çok aşina olmadığı bir gerilimin uzantısı bunlar, o yüzden “garip” diyorum. Yoksa hiç de garip bir tarafı yok tabii. 1776’dan beri dillere pelesenk edilen, hani şu “birçok kültürün içinde eriyip birleşerek ‘Amerikalı’ prototipini yarattığı” söylenen, ünlü “Melting Pot” çatırdadı gidiyor. “Melting Pot” falan yok artık; Nasreddin Hoca’nın deyişiyle, “Sizin kazan öldü, ey Amerikalılar, geçmiş olsun.”
Peki bütün bunlar ne demek şimdi? ABD’nin düşünce ve siyaset ikliminde altmışların başlarından bu yana benzeri görülmemiş bir kutuplaşmanın, tam da tarihin şu kritik noktasında yeniden ve çok daha etkili biçimde diriliyor olması, ne anlama gelebilir? “Mainstream” politikayı hatip gibi ezberleyip günlük laf üretmekten başka elinden bir şey gelmeyen bizim şu çokbilmiş siyasi yorumcularımız ya da köşe yazarlarımız farkında değiller ve olacakları da yok belki ama ABD’yi çok yakında ciddi bir kargaşa bekliyor. Hem de çok ciddi. Bunu görmemek için, siyaset biliminden, tarihten, ekonomi politikten ve sosyolojiden zerre kadar anlamıyor olmak gerek.
Şimdi ben de Norberg gibi yapıp, meseleyi “sulandırayım” biraz: Ne kadar ciddi bir kargaşa? Yani bir “iç savaş” falan mı? Duyamadım, “Yok devenin başı” mı dediniz?
Siz isterseniz ciddiye almayın ama, çölün ve Ortadoğu’nun simgesi deve yerine, ABD siyasi partilerinin simgelerinden yola çıkarak “Fil’in Başı” ya da “Eşeğin Başı” deseniz daha doğru bir tepki vermiş olabilirdiniz belki. Dedim ya, sulandıracağız biraz işi şimdi: Bundan birkaç yıl önce ABD’nin Internet yazışma ve sohbet gruplarında, John Titor adlı biri belirdi, belki duymuşsunuzdur. Bir tek kişi bile yüzünü görmedi, sesini duymadı ama forum ve sohbet odalarında söyledikleriyle, sansasyonu çok seven Amerikan halkını heyecanlandırmayı başardı bu “sanal” kişilik. İddia ettiğine göre, “gelecekten” geliyordu bu muhterem, 2030 yılından falan. O tarihlerde, (anlattığına göre) artık zaman yolculuğu mümkündü ve ailesini görmeye gelmişti John Titor. Bu arada vaktini de boşa harcamayıp, biz yirmi birinci yüzyıllılara, mesajlar vermişti. Zaman gezgini Titor’a göre, ABD büyük bir çalkantı yaşamıştı “tarihin” derinliklerinde. Ona göre “tarih”ti tabii bu; bize göreyse, henüz “yakın gelecek.” John Titor, 2005 yılında ABD’de büyük bir “iç savaş” yaşandığından ve ülkenin harabeye döndüğünden söz ediyordu!
Bilimkurgu edebiyatının en vazgeçilmez ve en klasik konularından biri, “zamanda yolculuk” temasıdır herhalde. Şöyle bir zihninizi tarasanız, çocukluğunuzdan beri izlediğiniz filmlerin, okuduğunuz romanların ya da “baktığınız” çizgi romanların içinden en az on beş, yirmi dolayında “zaman makinesi” konusu üzerine kurulmuş hikâyeyi eleyip bulabilirsiniz. Benim çocukluğumda, şimdikinden daha da revaçtaydı sanki geçmişe ya da geleceğe yolculuk etme fantezisi. Belki de H. G. Wells’in ünlü romanından uzun bir süre sonra bu motifin en fazla müşteri bulduğu zaman dilimi, “uzaya adım atılan” altmışlı ve yetmişli yıllar oldu desek yeridir.
Yalnız, bir önemli fark vardı eski dönemlerin zaman yolculuğu hikâyelerinde. Neredeyse sözleşmiş gibi, bu konuda kalem oynatan yazarların çoğu, sessiz bir anlaşmayla aralarında belirledikleri bir ilkenin uygulanması konusunda bir hayli titizdiler: Tarihi değiştiremezsiniz ve değiştirmemelisiniz! Bu nedenle, kahramanların sözde geçmiş yüzyıllara yaptıkları gezileri işleyen roman ve filmlerde, nedense hep bir “pasif izleyici” olma durumuna tanık olurduk. “Amman ha, geçmişte olan biten değiştirilmez! Sakın bir şeye müdahale etmeyin!” Çocuktuk o zamanlar; bu yaklaşımın aslında alabildiğine muhafazakâr ve “kaderci” bir bakış açısının, hatta adını koymak gerekirse “hıristiyan tutuculuğunun” dünyaya ve hayata bakışını yansıttığını anlayacak halde değildik. Nereden bilebilirdik ki kendini çok “rasyonel” sanan Batı toplumunun, bütün kültürünün arka planına sinsice sızıp yerleşmiş, “Olgular, daha önce peygamberlerin sözleriyle ‘kitapta’ belirtildiği gibi gerçekleşmek zorundadır” saplantısına teslim olduğunu?
Düşünsenize, elimde zaman makinesi olacak, kalkıp 1930’ların Türkiye’sine gideceğim de, bir yolunu bulup Çankaya’ya ulaştıktan sonra Atatürk ’le konuşup, “Aman Cumhurbaşkanım, sağlığınıza çok iyi bakın, çevrenize de dikkat edin, çünkü siz öldükten sonra bunlar işin bokunu çıkaracaklar burada” demeyeceğim! Niye? Çünkü “tarih değiştirilmez.” Yok yahu?
Biz yine John Titor’a dönelim. Büyük olasılıkla, zeki, donanımlı, sezgileri güçlü ve akıllı birinin “internet şakası”ydı gelecekten gelme motifine yasladığı hikayeler. (Gerçi zaman makinesinin şemalarını bile çizip verdiği söyleniyor ya, bilemeyeceğim.) Bir süre forum ve sohbet odalarında çarpıcı açıklamalar yapan bu gizli beyefendinin gelecekten gelmediği, ama sezgileri ve öngörü yetenekleriyle “geleceği önceden yaşadığı” söylenebilir. Yaptığı da, şu zaman yolculuğu temalı film ve romanların geleneksel muhafazakârlığının aksine, “yaşanmamış geleceği,” yani “henüz yazılmamış tarihi” değiştirme yolunda küçücük bir çabaydı belki. Çünkü, John Titor adının belirdiği günler, bugün iyice tansiyonu yükselen Mavi-Kırmızı kutuplaşması yolunda ilk belirtilerin ortaya çıktığı dönemdi: George “Dubya” Bush, fazlasıyla “şaibeli” biçimde seçimleri kazanmış ve ülke genelinde daha çok oy aldığı halde Florida’daki temsilcileri bir avuç büyüklüğündeki farkla yitiren Al Gore, şaşırtıcı bir sessizlikle her şeyi kabullenerek yarıştan çekilivermişti. Demokratlar, zaten güçlü bir aday olmayan Al Gore’un şahsında yenilgiyle yüz yüze geldiler ama içlerindeki tepki, tedirginlik ve ürperti, azalmak bir yana, daha da arttı. Çünkü bugünlere uzanan yolun başındaki kapı, ABD’nin yeni binyıla girerken yaptığı o çok kritik tercihle açılmıştı. Bunun farkında olan bir azınlık, epey bir süre homurdandı ama çoğunluk, eski alışkanlıkla, “demokrasicilik oyunu”nun ninnileri eşliğinde kış uykusuna geri döndü. Henüz ABD’nin sorunları, ağırlıklı olarak “iç sorunlar”dı; Bill Clinton döneminde, Oval Ofis’in adının “Oral Ofis”e dönüşmesi skandalı dışında, ABD halkının gündemini politik rüzgârlarla buluşturacak hiçbir hareketlilik yaşanmamıştı hemen hemen. Yalnızca, birileri, “Güçlü ve masaya yumruğunu vurdu mu ses getiren” bir Amerikan yönetimine duyduğu isteği dile getirerek halkın egosunu dürtüklemeye çalışıyordu.
2004 seçimlerineyse, bambaşka bir arkaplan resmiyle girdi Amerikan halkı: Richard Nixon döneminde bile benzeri görülmedik biçimde, denizaşırı topraklarda başlarını belaya sokmuşlardı. Ürpertici bir saldırganlık, emperyalizmin klasikleşmiş yöntemlerini bile “yumuşak ve zayıf” bulan bir anlayış, yalnızca ABD’nin değil, dünyanın da yazgısıyla oynamaya başlamıştı artık ve bunda da çok kararlı görünüyordu. Afganistan operasyonu, muazzam bir halk desteğiyle geldi, çünkü Pearl Harbor’dan sonra kendi toprakları üzerinde gerçekleşen en büyük saldırıya tanık oldukları için feci paniğe kapılmışlar ve çareyi Başkan’ı desteklemekte bulmuşlardı. Buna rağmen, “Durun, yapmayın, bu işin sonu karanlık” diyen aydınlar ve ileri görüşlüler çıktı tabii ama sesleri boğuldu gitti. “Useful idiots” diye alay ettiler onlarla; yani, “yararlı aptallar”. Kime yararlı? Elbette, Amerika’nın düşmanlarına. Yani, bir nevi “vatan hainliği” suçlamasını baştan göze almak demekti Beyaz Saray ve Pentagon’un dehşet politikalarına karşı çıkmak.
Irak savaşı başladığında da, durum aşağı yukarı böyleydi ama bir miktar insan daha uyanıp, “Bir dakika, neler oluyor?” demeye başlamıştı artık. Sesler yükseldikçe, yönetim de pervasızlaştı, saldırganlaştı, sertleşti. Muhalifler, “Beyaz Saray, Capitol ve Pentagon, bir fanatik misyoner grubu tarafından gasp edildi, Amerika artık bize ait olmaktan çıkıyor” diye haykırdılar protesto gösterilerinde, Bağdat halkının tepesine bombalar yağarken. Ama bu kez o “demokrasi cenneti” ülkenin resmi makamları, yalnızca “useful idiots” diye alay etmekle yetinmedi, gösteri yapanların üzerine coplu, göz yaşartıcı bombalı, köpekli polisleri sürdü. Yüzlerce insan gözaltına alındı, tutuklandı, dayak yedi. Salt, sesleri kısılsın, bu olan biten ve bu tepki, Amerika’da geniş yankı bulmasın diye. Dünyanın en güdümlü tekelci medyası, göz göre göre Amerikan halkının (ve bu arada bütün insanlığın) sürüklendiği uçuruma gözlerini kapayıp, “Preemptive War” denen rezilliği yüzsüzce destekledi. İyi de, ne oldu sonunda?
Denizaşırı yerlerde olan bitenler, asker cenazeleri gemiler dolusu gelmeye başladığında bile halkın gözlerinden saklanabiliyor. Medyanız, size “masal” anlatıyor ve bunları gerçek sanıyorsunuz. Doğruları söylemeye çalışanlar, sesini yükseltmek isteyenler, coplanıp içeri tıkılıyor. İşte size dünyanın özgürlük ve demokrasi cenneti! Bunlardan haberi var mı insanların? Eğer biraz kuşkucu ve meraklı değilse, eğer hamasi nutuklara teslim olacak denli koyunlaşmışsa, haberi olmadığı gibi, birçoğu duymak da istemiyor zaten. Ama diğer yandan, bir başka grup insan da giderek daha net tavırlara yönelmeye başlıyor, başka kanalları kullanarak sesini duyurmayı başarabiliyor. “İç sorunlar” ile giriyor tartışmalara, sözgelimi. ABD ekonomisinin içler acısı hali, baş ağrıtan işsizlik, sağlık sigortası sorunları ve sosyal güvenceyle başlıyor. Sonra enflasyon, daha doğrusu “stagflasyon” üzerine homurdanmalar alıyor sırayı. Ardından, ABD’nin ezeli sorunlarından biri, “dincilik” çıkıyor ortaya ve resim keskinleştikçe, hiç de azımsanmayacak bir kesim, rahatsız olmaya başlıyor. Nihayet, George “Dubya” Bush’un yalnızca “tetikçi” olarak vitrine sunulduğu; başrollerde “Yeni Amerikan Yüzyılı” (Project for New American Century – PNAC) adlı örgütün tepesindeki “elitler”in yer aldığı tüyler ürpertici strateji ve plan fark edilmeye başlıyor; hiç değilse, halkın bir kesimi tarafından.
2004 seçimlerini değerlendirirken, hataya düşmemek için bir şeyi doğru anlamakta yarar var: Seçmenlerin yüzde 48’i John Kerry ’ye ya da Demokrat Parti’ye bağlılığı yüzünden vermedi oylarını. (Daha baştan teslim bayrağını çeken bu ikiyüzlü partinin, Kerry gibi bir adayla Bush’un karşısına çıkması bile yenilgiyi kabullenmek anlamına geliyordu zaten.) Bu insanların çoğu, Bush’un, dincilerin, neo-con’ların, PNAC’nin, ne derseniz deyin, onların önünü kesmek için Kerry’yi “ehveni şer” olarak desteklediler ve oylarıyla cansiperane çalıştılar ama güçleri yetmedi. Az bir farkla da olsa, Amerikan halkının, “denize ya da göle kıyısı olmayan” iç kesimlerindeki “Kırmızı Eyaletler”in oylarıyla, kâbusun devamı tescil edildi. Şimdi, çeşitli web sitelerinde “Mavi Eyaletler”in insanları, ellerinde pankartlarla resim çektirip “Özür dileriz Dünya, elimizden geleni yaptık ama olmadı işte” diyor.
Ama her şey bu kadar basit ve “olağan” değil. Son iki seçim ve arada geçen dört yıllık süreç içinde olanlar, Amerikan halkını ciddi ve net biçimde ikiye bölmüş durumda. Bu, yumuşak geçişlere pay tanımayan keskin kutuplaşmayı, eyalet haritalarında da görmek mümkün. Kırmızılar ve Maviler, artık biribirlerine ciddi biçimde “hınç” duymaya başladılar. Eskisi gibi, öyle “Amerika’nın bekaası” için falan susmayı, “ele ele tutuşalım, halkaya katışalım” oyunu oynamayı falan istemiyor kimse. Girin Internet üzerinde, Amerikalıların olduğu tartışma forumlarına ve şiddetli öfkeyi, ayrışmayı, saf tutmayı görün. Bakalım birileri bu durumu ne zaman fark edecek?
Peki, PNAC ve “Dubya” tayfası ne yapıyor bu görüntü karşısında? Halkın yarısının, diğer yarısına, oturduğu eyalete de endeksli olacak biçimde büyük tepki duymasını fark edip, ortalığı yumuşatmaya çalışıyor mu? Hayır. Onların vakit yitirecek halleri yok, stratejilerini tırmandırarak uygulamaya devam ediyorlar. Bir önceki dönem “zayıf” ve “yetersiz” bulunanlar, PNAC yönetiminin uygun gördüğü isimlerle değiştiriliyor. Bakın, Colin Powell’ın yerini “muhteşem bacaklarıyla” Condoleeza Rice aldı: ABD siyasi örgütlenmesi içindeki en tutucu, en sertlik yanlısı, en gözü kara ve en ürpertici hanım bürokrat, şimdi çok daha kritik bir yerde. Paul Wolfowitz, ipleri iyice eline geçiriyor artık. Dick Cheney, PNAC adına ABD’nin burnunu dünyadaki her deliğe sokup bu dehşet filmini daha da tırmandırmakta kararlı. Yani, kısacası, ABD yönetimi “Maviler”i iplemiyor bile. Onlara, arsız politikalarını destekleyen “Kırmızılar” yetiyor da artıyor. Aceleleri var; operasyonları, manevraları en kritik aşamaya girdi ve şu dört yıl içinde çok “iş bitirmeleri” gerekiyor.
Ya “Maviler”, onlar ne yapacak? İşte en belirleyici olan da bu zaten. Sekülerlik konusunda fazlaca duyarlı olan “Mavi Amerika”ya bağlılık duyanlar, Kilise’nin, dinin göstermelik bir makyaj olarak işin içine sokulduğu; emperyalist stratejilerin tarihte görülmüş en hayasız örneğiyle karşı karşıya bulunduğumuz; sertlik yanlısı, baskıcı ve “zenginlerden yana” bir ekonomik politikanın yeğlendiği, ABD’nin de borç ve ekonomik istikrarsızlık batağına sürüklendiği bir dönemde, nasıl tavır alacak? Bu dört yıl nasıl geçer? John Titor’un kehanetindeki gibi, 2005’te iç savaş çıkar mı?
Bunları çok net olarak kestirmek güç; bu gibi dengeler, hiç kimsenin öngöremeyeceği anlık “sürpriz” değişimlerle her an baş aşağı olabilir çünkü. Ama, bir tek şeyi ısrarla söyleyebilirim ve söylemeliyim de: Adına “iç savaş” denmese ve bu denli “köşeli” bir ifadeyle nitelenemese bile, ABD 2005-2008 dönemini ciddi iç kargaşalarla sarmaş dolaş yaşayacak. Saflaşma keskinleşip huzursuzluk ve tansiyon yükseldikçe, arkasına hamasi nutuklarla ve dini söylemlerle babaladığı “Kırmızılar”ı da almaya çalışıp tepkileri boğuntuya getirmeye çalışacak olan PNAC yönetimi, hepimizi şaşırtacak kadar sertleşebilir. Hatta, o noktaya gelebilir ki işler, ABD’de sıkıyönetim ilan edildiğine bile tanık olabiliriz.
Ya “dışarıda” neler olur? İran, Suriye ve Pakistan’la ilgili “projeler”; Filistin’deki kaos; Uzakdoğu’ya dikilen gözler; Küba’yı karıştırmak için Castro’nun ölümünü bekleyen ve aşırı sağcı, uyuşturucu mafyasının maşası göçmenleri yedekte tutan bir yönetim dikkate alındığında, 2005 yılı için dünyanın “falı fallanmış” görünüyor.