“Efsânevî Romulus tarafından, i. ö. yedinci ya da sekizinci asırlarda tasarlandığı rivayet edilen ve “ab urba condita” (“şehrin kuruluşundan beri” anlamındadır.) şeklinde isimlendirilen erken roma dönemi takviminde yıl, mart ayında başlamaktaymış. Altısı 30 günlük ve dördü 31 günlük on aydan oluşan ve onuncu ay anlamındaki december ile sona eren yıl, 304 gün sürmekteymiş. Roma’nın ikinci kralı sayılan Numa Pompilius, (i.ö. 715 – 637) 10 aylık bu takvimin başına, toplam günleri 50 olan, iki ay daha eklemiş. Böylelikle farklı gün adetleri taşıyan 12 aylık ve 354 ya da 355 günlük bir yıla ulaşılmış. Bu sistem, i.ö. altıncı yüzyılda, roma’nın beşinci kralı adına etrüsk’lü astronom Tarquinius Priscus (i.ö. 616 – 579) tarafından tekrar düzenlenerek “devlet takvimi” (resmî takvim) adını almış. 355 günlük yıllar, otuz birer günlük, mart, mayıs, temmuz ve ekim, yirmi dokuzar günlük, ocak, nisan, haziran, ağustos, eylül, kasım ve aralık ile 28 günlük şubat ayını içermekteymiş. Netice itibariyle kamerî esaslı bir takvim görüntüsü veren bu düzen, tropik yıla göre 10.25 gün daha kısadır. Bunu düzeltmek gayesiyle, iki yılda bir şubat ayının yirmi üçü ile yirmi dördü arasına, 27 ya da 28 günlük bir ay ilâve edilmekte (mercedonius) ve şubat’ın geri kalan 5 günü, atılmaktaymış. böylelikle varılan ortalama yıl günü adedi, 366.25 olmakta ve her yıl tropik güneş yılına nazaran bir fazla güne ulaşılmaktadır. Vs. vs. vs.”
Yani şimdi benim pazartesi sendromlarımın sorumlusu bu adam mı ? Efsânevî Romulus efendinin can sıkıntısı yüzünden mi, ben pazartesi sabahları sancılarla uyanmak zorunda kalıyorum? Ne hakla ? İki artık güne kavuşmak için mi kocaman beş günü tüketme çabası. Neden peki hafta sonlarını ikiye bölüp, birisini araya koymayı akıl etmemiş bu Romulus efendi ? Pazartesi, Salı, Pazar, Çarşamba, Perşembe, Cuma, Cumartesi dizilişinin nesi vardı da dizmemiş bu şekilde. Daha çok çekilir olmaz mıydı sizce de ?
Her kararımızda bir etken aslında bu haftanın günleri. Yapılabilirlik yada yapılamazlık onayı sorulmadan günlere bölünmüş. Arkadaşlarla içmeye ancak Cuma yada Cumartesi geceleri gidilebilir. “Haydi millet, gidelim de bu akşam şu haftanın bir belini kıralım…” niyetleri ile. Piknik, mangal, brunch, sabah koşuları, doğa yürüyüşleri ancak Pazar günlerine has bir etkinliktir. Yeni gelen bir filme gitmek istiyorsanız Cuma gecelerini doldurmak zorundasınız. Bizim yerimize birileri hayatımızı mı planlıyor da, bizim haberimiz yok. Neden birileri, bizleri toplulaştırma çabası içerisine girme gereği duyar anlamıyorum. Neden bizler için, bizler adına toplumsal kurallar koyma gereği hissederler. Toplum olarak yaşadığımızın, ama aslında bizlerin birer birey; hem de her birinin, diğerinden farklı bir birey olduğunun farkına varmamız ne kadar işlerine gelir bu komün yönetimine meraklı insanların? Canım eğer piknik yapmak isterse haftanın hangi gününde olduğumuz neden önemli. Gözlerimi kaparım ve pikniğimi yaparım. İçmek istiyorsam eğer, haftanın sonuna kadar bekleyip sonra da onun belinin kırılmasının şerefini bekleyemem ben. Radyoda duyduğum güzel bir melodinin şerefine bile içebilirim ve içebilmeliyim de aslında.
Sadece haftaları günlere bölmekle yetinmeyip bir de kendisinden sonra gelen diğer muhterem insanlara olanak yaratmış olmadı mı bu efendi, bu icadı ile ???
Yılda 365 gün var topu topu, ama bize kutlayacak neredeyse 500 gün çıkardılar. Yılın son günü, yılın ilk günü, anneler günü, babalar günü, SEVGİLİLER günü…. Tüm kıskananlar da arkalarından kendi günlerini ilan ettiler. Şiir günü, şarkı günü, tiyatro günü, çevre günü, havacılar günü, cıvacılar günü, yeşiller günü, kızıllar günü…. Sığamaz olduk kabımıza. İnsanlık kabına sığamaz oldukça, insanlığı bir kaba sığdırmaya kalktılar, bu efendi yüzünden…
Şimdilerde kutlanacak gün enflasyonu yaşanır oldu bu sayede. “Yaaa, dünya tiyatro gününü kutladık da, bir gün daha vardı bugün kutlanacak ama unuttuk. Neydi acaba??? Neydi, neydi??? Hayır ayıp olacak şimdi, darılacak bize… Yetim miyiz biz diye kapriste çabası…”
İsim verdikleri her günü de yapıştırdılar hemen “Özel Günler” takvimlerine. Boşta kalan günlerde (kaldıysa tabi) gayet sıradan ve adi olduklarının utancı ile aşağılanmış bir vaziyette kendilerine birer misyon yüklenmesini bekliyorlar sessizce köşelerinde…
Bıraksalar bizi kendi halimize daha iyi olmaz mıydı ? Dileyen, dilediği günü, dilediği gibi yaşasaydı olmaz mıydı? Sahi… Olmaz mıydı? Olamaz mıydı?
Annenize yada babanıza yada sevdiğiniz herhangi birisine, içinizden geldiği anda bir çiçek, küçük bir armağan, sıcak ve sevgi dolu bir telefon konuşması ile “Bugünü sana armağan ediyorum. Bugün senin günün olsun…” diyemez miyiz ? Bize öyle buyurdular diye ille de bize dayatılan günü mü beklememiz gerekiyor ???
Buyurun işte size en güzel ve en inandırıcı örneği. Önümüz yılbaşı… Koca bir yıl boyunca içinde bulunduğumuz yılın ne kadar farkındaydık da, şimdi o biten yada bitmekte olan yılı ve akabinde gelecek olan yeni yılı karşılamak için hüzünle, sevincin bir arada yaşanacağı birkaç saate hazırlıklar son sürat başladı… Neredeyse bir ay öncesinden başlıyor toplum bizi sürüden kopmadan kendisi gibi hareket etmemiz gerekliliğini empoze etmeye. Sokaklarda vitrinler, dükkanlar çam ağaçlarını indirmiş kaldırdıkları raflardan, gazeteler dergiler eklerinde onlarca, yüzlerce yılbaşı hediyesi alternatifi, tatil paketleri satan acentalar da Uzakdoğu, Avrupa turları, yurt içi, yurt dışı programları. Şehrin otelleri sadece “O” geceye özel organizasyonları, dansöz vaatleri, sabaha kadar eğlence ve yemek ve içmek…. Ardından televizyonlar, radyolar başlar “Bizi bekleyin” , “Hayatınızın eğlencesi O gece sadece bizde” vaadlerine.
Ortaya çıkan pastanın büyüklüğüne ve o pastadan alınacak dilimlere hiç takılmıyorum bile. O işin rant kısmı ve takılsam da devam edecek o kavga, takılmasam da. Benim takıldığım nokta çok daha vahim. Aslında biraz da iç hesaplaşma belki. Ben içinde bulunduğum yıldan ne aldım, yada onun ne kadar farkındaydım da, ondan ayrılırken üzüleyim ve gelecek olan yılda ne değişecek bir öncekinden de, onun gelişine sevineyim ??? Sadece kendi adıma da değil bu sorularım.
Kutlamaların ardından her şey bıraktığınız yerden başlayacak. Bir sonraki anlamlı güne kadar size kalan boşluklarda deviniminize devam edecek ve size dayatılan bir sonraki anlamlı gün gelince (ki bu şu anda eğer benim arada kaçırdığım bir gün olmadıysa Sevgililer günü) tüm yıla dağıtmanız gereken enerjinizi biriktirecek ve o gün kapağı kaldıracaksınız.
Sonuçta şöyle bir tablo çıkıyor karşımıza…
Romulus efendinin başlattığı ve ardından da bir dolu insanın çabaları ile ulaştığımız nokta şu…
Sabah yatağınızdan kalktığınız zaman öncelikli olarak haftanın, sonra da yılın hangi gününde olduğunuza bakacak ve ona göre hazırlayacaksınız kendinizi. Dolabınızdan o gün için giyeceklerinizi seçmeden önce o güne ait ruh kıyafetinizi geçireceksiniz üstünüze. Sürüden ayrılanı kurt kapar misali kendinizi ait olduğunuz sürüye karışabilmek için süsleyeceksiniz. Allayıp, pullayacaksınız iyice. Önümüz yılbaşı… Çıkıp vitrinleri dolaşın. Sevdiklerinize neler alabileceğinize karar vermek için fazla bir zamanınız kalmadı. Yeni yıla nerede ve kimlerle gireceğinize karar vermediniz mi daha ? Elinizi çabuk tutun. Yoksa oyunun dışında kalırsınız haberiniz olsun…
Birde bu yılın en şanslı numaraları 5 ve 3’müş haberiniz olsun. Bilet alacaklar, çeyrek biletlerden çeksin bol bol…. 5 ile başlayan ve sonu 3 ile biten bir çeyrek bilet de buldunuz mu sizden daha şanslısı olamayacakmış… Öyle diyor televizyonların ANA haber bültenleri…
Haydi hepinizin yeni yılı kutlu olsun…