Yine aklım o kadar karışık ki… Bir o kadar da yoğun. Çünkü, aslında herşeyin bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlı olduğunu düşünüyorum.
Yolculuğumuzun başlangıç noktasını, bu sektör de gözlem yapabilecek kadar bulunduğum eğitim camiası olarak belirlemek istiyorum. Eskiden, çocuğum yoktu. Yalnızca, bir öğretmendim. Şimdi ise hem bir öğretmen, hem de anneyim. Algılamalarım, hislerim her insan da olduğu gibi değişim içinde ve bu, iyi yönde bir gelişme. Artık, baktığım her yer de benim kızım var. Yaşadığım ya da seyrettiğim her olay da ise; ” Acaba, bu benim başıma gelseydi?” ” Kızım’a yapılsaydı?” sorusu…
Çocuklarımızı özel okullara yollamak istiyoruz. Hepimizin ortak bir noktası var o da, evlatlarımıza iyi bir eğitim vermek. Devlet okullarından alabileceğimiz performans sınırlı. Çok çocuk, az derslik ve yetersiz öğretmen üçgeni. Belli başlı isim yapmış kurumlar ayrı ama bir de işin diğer ucunda iyi para kazandığını keşfettiği için bu işe başlayanlar var. Özellikle, bir anaokulu furyası…
Anaokulları ile tanışmam da kızımın sayesinde oldu, diyorum ya çocuklarımız bazı yönlerden aslında bizlerin öğretmenleri konumunda. Daha önce ki iş tecrübem, yine bir özel okul da yaşandı. Eşim ise, dört yıl başka bir özel okul da öğretmenlik yaptı. Artık, isyan ettiği için bu işi bıraktı. Sonuç da, karı koca birikimlerimiz ve gözlemlerimiz böyle, yıllara yayılarak bir anlam kazandı. Aslında, anlam mı yoksa öfke ve nefret mi, orası da ayrı konu ya!
Gözlemlediğimiz en önemli şey, bu okullar da öğrenciye verilen tek mesajın ” Ne kadar paran var, o kadar önemlisin!” olduğu. Artık, öğrenciler ve veliler müşteri potansiyeline, okullar da yüksek sermayesi olan ve para basan şirketlere dönüşmüş durum da. Genel de, anne de baba da bu yüksek maliyeti karşılamak uğruna saatleri belirsiz işler de çalıştıkları için, evlatlar okuldan sonra okulun veya o çevre de olan başka bir eğitim kurumunun etütlerinde. Sabahın kör karanlığında başlayan hayatlar ise, gecenin geç saatlerinde bitmek zorunda…
Şirketleşmiş bir okulun en önemli amacı maliyeti en düşük seviye de tutarak, en fazla karı elde etmek. Bu da okula alınan öğretmenin kalitesini düşürerek sağlanıyor. Sınıflar da ki öğrenci sayısı özellikle, ana okullarında arttıkça, artıyor. Okullar için belli kriterlere ise Atatürk büstünün nerede olacağı ya da kapıların yükseklik santimetresi arasına sıkışılarak karar veriliyor. Hizmet içi eğitim neredeyse sıfır. Anneler babalar ise, daha fazla para kazanabilmek uğruna çocuklarını bu kurumlara bırakarak işlerine gidiyorlar.
Çocuklarımızın üç yaşından sonra sosyalleşmesi lazım. Daha değişik, onları gerek beyinsel, gerek fiziksel olarak uyaran renkli ortamlara girmeleri gerekiyor. İngiltere’de bu, devletin desteği ile dört yaşında yarım gün olarak başlatılmış durumda. Biz de ise, aylık bir kira bedeli kadar olan bir paranın cepten çıkarılabilmesi demek. Sonra işte, o kısır döngü başlıyor.
İlk önce çocuğunuzu, siz kararlı olsanız dahi onlara bir şans bırakmadan tutarak, elinizden çekerek içeri alıyorlar. Bu konu da bir eğitim alınmamış çünkü. Tabi ki, sosyetik olan ana okullarının bazılarında müşteri memnuniyeti! adına anneler de çocukları ile, belki bir hafta, çay börek eşliğinde ortama uyum sağlama alıştırmaları yapıyorlar. Fakat bunu maalesef, sizin verdiğiniz miktar karşılayamıyor. Yani, ne kadar para, o kadar hizmet anlayışı daha orta da parmak kadar olan çocuğunuz varken yaşatılmaya başlanıyor ve böylece acı hayat kızınıza ya da oğlunuza ilk olarak burada; ” Merhaba!” diyor. Siz de içiniz de o büyük gerilimle, evladınızı krize girerken arka da bırakıyorsunuz. Pek tabi ki bunlar, yeni bir ortamın veya hayat düzeninin normal getirileri ve alışılacak ama her başlangıcın çeşit çeşit şekli var. Bunun da bilincindesiniz üstelik…Fakat yapacak hiçbirşeyin de olmadığını yavaş yavaş öğreniyorsunuz. Önce, kulaklarınızı tıkamaya başlıyorsunuz.
Sonra, çocuğunuz tam alışma aşamasındayken ki bu dönem bir ayı, hatta bazen daha uzun bir dönemi kapsıyor, öğreniyorsunuz ki ağlayan çocuğunuza birkaç sivri zekalı; ” Bak, ağlama yoksa annen gelmez!” diyor ve bu pek tabi ki evladınızın bam teline basıyor. Çünkü o küçük yavrunun aslında, o an ki en büyük korkusu zaten, annenin ya da babanın O’nu almaması, işler daha da sarpasarıyor…
Yemek yeme seramonisine gelince… Klasik bir şekil de tabak da ki yemeğin bitmesi üzerine kurulu. Öncelikle, eller kollar aşağıda. Sonra ” Yediğimiz can olsun, içtiğimiz kan olsun, hepimize afiyet olsun, afiyet olsun!” gibi değişik bir dua! ile seramoni devam ediyor. Sürekli bir ” Sus! Yapma! Otur!” anlayışı hakim. Burada, tabi ki öğretmenlere de hak vermek gerekiyor, aksi taktir de yaşanacak büyük bir kaos olacak ama orta da birşeyler eksik. Sevgi gibi…
Maliyetlerin düşük tutulup da karın maksimize edilmesinden bahsetmiştik ya, öğrenci sayıları gittikçe artıyor ve öğretmenin bire bir ilgisi, olaylara karşı sabretme derecesi gittikçe ters orantılı olarak azalıyor. Bahçelerin boyutları, alınan oyuncak miktarları da öyle. Aralarda dışarıya çıkmalar neredeyse hiçleşiyor. E, kolay değil, hepsinin ayakkabısını giydirmek, paltoları var falan filan…İkinci aşama da gözlerinizi kapatmanız icap ediyor.
Derken, veli devreye giriyor. Orada da veli ( müşteri ) memnuniyeti özellikle! önem arzediyor. Verilen karneler de kimin gelip de okulu birbirine katabileceği, kimin hangi notla mutlu edileceği havası hakim. Bu konu da çocuklara da gereken yetki verilmiş durum da, hani olur ya, öğretmen herhangi bir şekil de hata falan işlerse ” Haşa! padişahım” kelle gider. Çocuklardan bazıları yapılan hatayı görmek için resmen pusu da bekliyor. Bu durum tabi ki anaokulları gibi, daha miniklerin kendilerini rahat ifade edemedikleri yerler de henüz gerçekleşemiyor. O yüzden de, oralar da yönetimin baskın ve nereden kar etsek oradan kazanırız düşüncesi yürürlükte gibi gözüküyor. Şimdi de gözleri kapatmaya geldi sıra…
Aslında, burada yazılanları örnek olaylarla da pekiştirmek olası ama o zaman da yazı gereksiz yere uzamış olacak. Bu işin çözümleri nerede peki?
Herşeyden önce, sistemi sevgiye dayalı oturtmak da. Veliyi ve öğrenciyi okulun karşı yakasında düşman olarak algılatmamakta. Evlatlarla ilgilenmek ve onları sevebilmek için zamana ihtiyaç var. Bir takım şeylerin bu hayat şartlarında robotlaşması ise yürek burkucu…
Düşünün ki, daha avuç içi kadar olan bebeğiniz hayata öyle bir şekil de başlıyor ki, belki siz, kendiniz bile bu kadar değişimi kaldıramıyabilirsiniz. En son, kaçıncı bakıcınızı değiştirdiniz? Yavrunuz, daha kendisini bile ifade edemeden, bir sürü cahil insanın elinde oradan oraya savrulmak zorunda.
Okula başlamak diğer bir büyük değişim. Yapılacak en önemli iş, okul müdürünün olabildiğince akıllı, esprili ve prezantabıl olması değil, öğrencisi ile birebir ilgilenen, perde arkasında duran ESAS öğretmenin kalitesinde. Çocuğunuzun içinde bulunduğu ortamın renklerinde, oyuncakların ne kadar eğitici olduğunda, okunan kitapların kalitesinde, hatta okulun kitap stoğunda! Sınıflar da ne kadar öğrenci var?
Sanırım, bu sefer çok uzadı. Toplum içinde özellikle de bu, bizim gibi sürekli Görme! Duyma! İşitme! tarzından bir kalabalıksa eğer, her alan da aynı problemler vardır. İşte, maddiyatın esas mesele duygunun, eğitimin, aklın ve doğrulukların yoğun yaşanması gereken bu sektör de de ortamı bozmamasında . Şimdi, bu işi para kazanma mekanizmasından çıkarttığımız an, acaba kaç eğitim neferimiz! sektör değiştirecektir?
Hepimizin anlaması gereken bir nokta, paranın herşey olmadığı. Nereye bakmamız gerektiğini ve çocuğumuz için en iyisinin ne olduğunu yüreğimiz de hissedebilmemiz. Hayatımızın doğrularını yaşarken üç maymunu oynamamamız. Bol para harcanmış, karşılığı yarım yamalak alınmış, kimsenin birbirinin suratını görmeden harcanan yıllar mı, yoksa birbirimize biraz olsun zaman ayırabilmek mi?