“Herkese eşit eğitim hakkı” isteyebilirsiniz. Sakın bunu kimselere söylemeyin. Ya da yakınınızdakilere çok da heyecana kapılmadan söyleyin gitsin. İçinizde kalmaz en azından. Aman diyeyim sokağa çıkıp bunu dillendirmeyin. Yok, ille de yapacağım derseniz başınıza geleceklere hazır olun.
Kafanızın, gözünüzün yarılmasına, saçlarınızdan sürüklenmeye, coplarla bedeninizin paralanmasına razıysanız o başka. Meydanlarda, caddelerde sizin bu rızanıza gereken karşılığı fazlasıyla verecek güçlerin olacağından kuşkunuz olmasın.
Haberlerde bu şiddete maruz kalmış gencecik insanları izledik günlerdir. Benzer nedenlerle Yunanistan’da sokaklara çıkmış gençlerden birinin bile burnunun kanamadığını da izledik aynı günlerde. Bunca şiddet ve zulüm nasıl birikir bir insanın içinde? O gençlerin bedenlerine insafsızca indirdikleri darbeleri haklı bulmayı nasıl beceriyorlar? Bilmiyorum. Parasız ve eşit eğitim hakkı istemek ne zaman suç oldu? Bir araya gelip, birkaç pankart taşıyarak ve sesini yükselterek derdini söylemek mi tahammül edilemeyen? Gerekçe ne olursa olsun bunca şiddeti hak ediyorlar mı?
İronik olan şu ki o şiddeti uygulayan polislerimizin evlatları da eşit eğitim hakkına muhtaç. Her yıl başka bir sistem icat ederek eğitim sistemini çorbaya çevirmek bir yandan, dershaneleri okullardan öne çıkaran sınav sistemleri bir yandan, çocukluğunu, gençliğini sınav kaygısıyla tüketen “geleceğimizin” durumu bir yandan… Parası olmayan okuyamıyor, okuyamayacak böyle giderse. “Dağda çobanlık yapıyordu, azmetti, çalıştı, üniversiteler peşinde” haberlerine kanıp “İçinde varsa nerede olsa okur” diyecek saflıkta değilseniz bunu görmemeniz imkânsız. Bir devlet üniversitesine girebilmiş “şanslı” gençlerden harcını ödeyemeyip okuyamayanları neresine koyacağız bu sistemin. Hadi harcı ödedi diyelim ailesinden uzakta üç kuruşla geçinmeye çalışan gençleri ne yapacağız? Okul paralı, yurt paralı, kitap paralı…
Off yoruldum vallahi… Şurdan devam edeyim: Şiddeti haklı gördüğünüz zaman sadece gösteri yapan bir avuç çocuğa değil herşeyinize yansır bu. Kendi çocuğunuzu da döversiniz sudan bir sebeple, karınızı da, kornaya basıp sinirinizi zıplatan birini de, pazarda size çürük meyve verdi diye esnafı da. Eliniz bir alışır ki bazen farkına bile varmadan kalkar karşınızdakine.
“Av Mevsimi” filminde beni etkileyen şeylerden biri şuydu. Cinayet masasında çalışan polislerimiz öyle kanıksamışlar ki ölümü, ölüyü, yanlarında çömezlik yapan bir polis adayının bir ceset parçasını tuttuktan sonra elinden çıkmayan ceset kokusunu yok etmeye çalışmasına gülecek hale gelmişler. Polis adayı antropoloji mezunu genç adam ellerinden kokuyu silemedi filmin sonuna kadar. Ceset kokusu ellerine değil içlerine de işliyor zira. Dayak da öyle, kin de, öfke de. İçinize girmiş, yuvalanmışsa hep duyarsınız “kokusunu”.
Bu okuduklarınızı düşünüp daralan içimi dün akşam Kim Ki Duk’un Türkçeye “İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış, İlkbahar” diye çevrilen filmini izleyerek sakinleştirmeye çalıştım. Bir nebze de olsa sakinledi de. Size de tavsiye ederim.