Türk halkı demokrasiyi kavramadan önce “kızgın kalabalıkların gücünü” kavramış gibi gözüküyor. Baskın basanındır mantığı ile gözü dönmüş, mantıksız ancak histerik bir grup insanı toplayın, onları iyice galeyana getirin ve hedefin üzerine salın, başarı kaçınılmaz olarak sizindir. Üçü, beşi ölebilir; nasıl olsa yerlerine geçecek mutsuz, öfkeli ve aç adam çok.

Yanlış okumadınız, Türkiye’de olay böyle gerçekleşir. Bu o kadar iyi bilinir ki, ülke genelinde her alanda uygulanmaktadır. Spor karşılaşmalarında en ağır örneklerinden biri yaşanır. Bu nedenle seyircisiz oynanan maçlarda başarı kazanamaz takımlarımız.

Spor sahalarında edilen hakaretler, cinsel şiddet içeren küfürler hep son 20-25 yılın değişimine örnektir: Hakkaniyet ve saygının yokluğuna, ne pahasına olursa olsun biz kazanalım çıkarcılığına…

Geçenlerde Türkiye’de yaşanan izinsiz gösteriyi çok daha önceden bilenler, gösterinin olacağı mahalleden 500 liraya adam tutup, göstericilere silah çektirdiler. Silahı çeken, “parayı kim verirse, onun için çekerim” diye açıklama yaptı.

Şiddet için iki şeye de sahibiz: biz ve onlar diye her şeyi ikiye bölmüş dar kafalı kimliksiz zihniyetler, parayı basan için anamı bile satarım-cinayet de işlerim diyen aç kimliksizler.

Parayla oy satın almanın buraya kadar geleceğini bilemezdik diyebilir miyiz artık?

“Ben de başbakan olsam çalmayacağımın garantisini veremem” diyen Türk gencinin bakış açısından sorumlu değiliz diyebilir miyiz? Şahsen duyduğum ve kulaklarıma inanmakta zorlandığım bir sohbetten alıntıdır.

Çalanın, çırpanın yanına kalmasına göz yumduk, benim memurum işini bilir söylemleriyle kavrulmasına seyirci kaldık ve Türk insanını asalak, onursuz ve hakkaniyetsiz bir çizgiye çekmeyi becerdik.

Bunlar her yerde olur diyebilirsiniz. Ancak başka hiçbir yerde bu kadar olağan karşılanmıyor. Saygıyı ve sevgiyi bilen insanlar korkup geri çekiliyor ve kazanan davranış kalıbı olarak ortada sadece “Baskın Basanındır”cılar kalıyor.

Bunların kazanç kapısı, kaos ve kargaşa olduğu için; ikiye bölünüp iki tarafa da katılıyorlar. Her iki tarafta bu işi para için yapıyor. Para ve mevki sahibi olmak için. Bir şey olabilmek için, kimlik kazanmak için.

Onların parasızlığından biz sorumlu değiliz, ancak onları kimliksiz bireyler yapma kısmında hepimizin ortak onayı ve çabası var.

Kimliksizliği-birey olamadan hatta olgunlaşamadan yaşlanıp ölen koca çocuklar olmayı dünya toplumları asırlar önce seçtiler. Neden ve nasıl buraya gelindiğinin tarihsel akışı uzun, geldiğimiz nokta ise canlı ve elimizde saatli bomba misali tıklıyor.

Lafı uzatmadan elimizdeki saatli bombaya bakalım. Şu ya da bu şekilde ihtiyacı olan sevgiyi alamamış, ilgi ve alakayı bulamamış çocukların özgüvensiz büyüdüklerini bilim insanları söylüyor. Özgüvensiz yetişen çocukların para ve onun getirdiği mevki ile kendilerine kimlik yaratmaya çalıştıklarını da biliyoruz. Nasıl bilmeyiz ki aynısını bizler de yapıyoruz.

Yaşadığım çevreye uymaz diye bazı şeyleri kabul etmeyen ya da daha fazlasını isteyen tarafımızla kaç kez karşılaşmışızdır. Biz unutsak bile bize hatırlatırlar. Arabanızın markasını beğenmedikleri için içeri alınmadığınız mekan, kılık kıyafetinizin acımasızca süzüldüğü toplantılar olmadı demeyin inanmam.

Kimi zaman biz yargılanırız, kimi zaman biz yargılarız. Rahatsız olsak bile toplumun kurallarıdır diyip fazla itiraz etmeyiz. Bu onaylamalarımız sayesinde, yeni yetişen nesiller şu deyişlerle büyürler, şekillenirler. Ör: Paran kadar adamsın. – Benim memurum işini bilir. – Parası var, yapar tabi…

İronik değim midir ki Türkiye’de İslam’ın kurallarını sıkı takip ettiğini söyleyenlerin çoğu mütevazılık konusunu es geçmiş son model arabalar ve marka kıyafetlerle tasavvuf yapıyor.

Bir lokma, bir hırka dönemi bitti Yunus Emre! Şimdi Metropol güzeli Hocaların bir Prada, bir Gucci dönemi başlamış durumda. Tasavvuf dâhil her türlü varoluşsal soru parayla birlikte cevaplanır dönemi.

Türkiye gibi iki de bir ekonomik krize tutulan bir coğrafyada bir şey daha öğrendik biz. Piyango çıkınca eşini boşarsın, paralar bitince depresyona girersin; yani paran kadar varsın.

Kendi değerini toplumun kuralları ve değerleri çerçevesinde dış kaynaklı belirleyen bireyler en çok bozulmayı ekonomik kriz, zorunlu göç, savaş, doğal afet veyahut piyango çıkması gibi dengeleri bozan durumlarda yaşarlar.

Yüzyılların çarpıklığıyla yarattığımız sevgi ve değer anlayışımız, başarı ve kazanç hırsına mahkûmdur. Daha çok kazanmak, daha çok harcamak, daha çok şeye sahip olmak, daha çok şeyi kullanmak ve atmak bize toplumsal statü-onaylanma-hayranlık gibi egosal doyurucular sağlar.

Elimizdeki maddi kazanç ve mevki sarsıldığında biteriz; piyango biletine ikramiye çıkması gibi artış olduğunda ise çevremizi beğenmez olur değiştirmeye bakarız. Çünkü eski çevre artık bizimle aynı kazanç seviyesinde değildir.

Bugün Türkiye’nin yaşadığı tüm sorunlar çocukken sevgi, şefkat, anlayış ve güven bulamamış insanların para ve mevkiden medet ummalarıdır. Kendimize kimlik satın almaya çalışırken neleri kaybettiğimizin farkında mıyız acaba?

Kimlik yaratacağız derken birbirimizi yok ediyoruz. “Benim kimliğim yok, senin de olmasın” diyoruz. Anlayıştan yoksun, empatiden yoksun, öfke ve acının körlüğünde sadece saldırmayı biliyoruz. Sevgiyi tekrar bulana kadar da çare yok bu duruma.

Bu yazının bu satırlarına kadar geldiyseniz ve doğru noktalar var diye düşünüyorsanız lütfen Arno Gruen’in “İhanete Uğrayan Sevgi ve Sahte Tanrılar” kitabını okuyun, seveceksiniz.