Üniversitenin koridorlarından koşarak ders vereceği anfiye girdiğinde, karşısında onlarca öğrencinin kendini süzdüğünü gördü. Öğrencilerin bir kısmı, sanki sınıfa kimse girmemiş gibi davrandı ve konuşmaya devam etti, diğerleri ise rahatsız bir ifadeyle not kağıtlarını çıkartıp önlerindeki sıraya koydular.

Sınıfını karşısına alarak bir dakika bekledi, susmalarını sağlamamnın en iyi yönteminin bu olduğunu bilerek öndeki ve arkadakilerle tek tek göz teması kurmaya çalıştı. Ne kadar başarılı olabileceğini bilemeyerek bir süre daha durdu ve yavaş yavaş insanların birbirlerini susturmalarını, mekanın kendine bırakılışını izledi.

Tahtaya dönüp, kocaman harflerle yazdı sloganını; ” SAVAŞMA! SEVİŞ!” Kıkırdamalar…

” Sevişmek, bu millete hep utanılası bir eylem gibi gelmiştir.” dedi sınıfına dönüp;

” Neden savaşmak bu kadar olağandır sizce?” Yine ölüm sessizliği…

 

” Aslında, sevişmek yaşamın bir parçasıdır ama nedense hep görülmezden gelinir, sevişmeye çalışana kötü kötü bakılır, bazı yerlerde el ele tutuşan çiftler kovalanır ya da yine bazı kültürlerde arabanın içinde öpüşürken yakalanan iki yetişkin genç hapsi boylayabilir…”

“Evet… Bugün, yaşamını kendisi gibi yaşamayan, kendisi olmaya cesaret edemeyen ve hep olması gerektiği gibi davranan, hayatta da başkalarından önce kendini aldatan insanlardan bahsedeceğiz.”

” Bu duruma bir örnekle katkıda bulunmak isteyen var mı?” Korku… Üniversite ortamında dahi tartışma yaşanılamıyor. Öğretilmek istenenler daima E=mc2 kadar formüle edilmiş. Okulların ilk sıralarından itibaren kafalar yıkanmaya başlamış bir kere. Biyoloji dersinde evrim teorisi anlatılırken, din öğretmeni gelip kadınların çalışmaması gerekliliğinden, insanlığın Adem’le Havva’dan türediğinden bahsetmiş. Peki bu türeme işi nasıl olmuş? Kimse sorup öğrenmemiş, yol yordam kafa göz kırılarak, ben neredeyim, nerede durmalıyım? diye sorgulanarak yapılmış. Hala bekleme…

“Evet?”…

” Şimdilerde toplumda sürekli görülen bir karmaşadan mı bahsetmek istiyorsunuz yani hocam?”

“Olabilir, bana göre o karmaşanın sebebi işte bu olması gereken kavramıdır, örnek verebilecek misiniz?”

“Savaşmak eylemini ele alalım mesela, toplumlar savaşa sürüklenirken, aslında kendi çıkarlarına değil politikacıların çıkarlarına hizmet ederler, bence bu bir çelişki…” dedi kız arkalardan.

“Sevişmek de öyle, yaşanan yaşanır ama toplum bunu görmezlikten gelir ve hasır altı eder, görülürse de yanlışlıkla halk tarafından dışlanılır. İnsanların bu kadar iki kişiyi ya da ne bileyim gönüllü olarak ve kimselere de zarar vermeyen eylemlerini ne diye didik didik yolmak isterler hiç anlamıyorum.” dedi oğlanlardan biri.

“Geçen gün, bir konuşmaya tanık oldum.” dedi bir öğrenci daha konuşmaya katılarak; “İki tane din adamı camide başı açık olarak kılınan namaz hakkında konuşuyor, arka planda da çocuk da dahil olmak üzere insanların sürekli fotoğrafları dönüp dönüp yayınlanıyordu.” “Evet, biz de seyrettik.” diye katıldı başka biri.” Karşılarında da laik bir cumhuriyetin başı açık, gayet bakımlı ve orta yaşlı, kadın avukatı olaya işin tabi ki kanunu açısından bakış açısı getirmeye çalışıyordu…”

“Lütfen dini konulara girmeyelim!” diye haykırdı arkalardan bir genç. Ortalık karışmaya başladı. Öğretmen devereye girdi;

“Hayatta, dini konular da dahil olmak üzere, her konu tartışmaya, üzerinde düşünülmeye değerdir. İşte, bu konuşamadığımız konular bir gün gelir bizim elimizi kolumuzu bağlar ve üstünde düşünülmesi ve konuşulması yasaklandığı için, korkulan ve sorgulamadan inanılan hurafeler zincirine dönüşür.”

“Hoca! Dini konular tartışmaya açık değildir, zaten hanım arkadaşlarımız sınıflara girip, derslerini dinleme haklarını kaybetmişlerdir, bu yasaya aykırıdır, onlar Allah kanunlarıdır!!!” dedi öfkesi giderek yükselen öğrenci yine arkalardan…

“Ben sözümü bitirebilir miyim?…” diye sordu kız, sabırsızlanarak…

Buyrun, devam edin, dersi dinleyecek ve aklından geçen her şeyi sorgulamaya yüreği dayanamayacak arkadaşlar dışarıya çıksın lütfen…”

Sınıfta bir dalgalanma oldu. Arka sıralarda birkaç kişi ders notlarını toplamaya başladı…

Kız devam etti; “Bu avukat, diyordu ki, efendim, her mekanın kendine ait bir giyim tarzı vardır, papa hazretlerinin karşısına çıktığım zaman yerlere kadar siyah bir elbise giydim ve başımı örttüm, diğer çağdaşlık adı altında mini eteğiyle oraya gelmiş Avrupalı (!) kadınlar içeri alınmadı. Kiliselerde de aynı uygulama vardır ama bizim gibi bunu bilmeyen insanlar bu kuralı tanımaz onlar da bizi bozmamak için söylemezler…Efendim, sinagoglarda da kadın ve erkek ayrı oturur vesaire…”

“Burada varmak istediğin nokta nedir?” dedi öğretmen.

“Birincisi, ben de kilise ortamında bulundum ve bu bayanın söylediklerine o yüzden katılamıyorum, oraya en güzel kıyafetleri ve şapkalarıyla bir sürü bayan gelmişti ve kadın erkek bir arada oturuluyordu, kendisinin karşısına çıktığı ya da bulunduğu ortamlar koyu katolik ise o zaman genelleme yapmadan ve dinleri de bu şekilde işe karıştırmadan, her mekanın kendine ait bir giyim tarzı vardır demesi yeterliydi. Bu, bana göre büyük bir çelişkiydi çünkü avukat bayanın kendisinin başı açıkdı. Eğer, dinleri ve giyim tarzlarını konuşuyor isek yaşanması buyurulan da başın bağlanmasıydı çünkü saç bir ziynet ve örtülmesi gerekiyor. ”

Arka taraflarda yine bir hareket oldu.

“Sen bunu bir çelişki olarak mı aldın? ”

“Evet, bence büyük bir çelişki çünkü bir avukat olarak, kadının meslek hayatına girmesini, para kazanmasını ve başının da açık olmasını örnekleyen bir insan ve kendi çizgisinin dışında bir konuşma yapması bana tuhaf geldi.”

“Peki…Başka fikri olan?” Öğretmen, kendisi de aynı şeyleri düşünüyordu, bu konuşmanın gideceği nokta yine belli olmuştu, ne kadar doğru yapıyordu? Üniversite, düşünmek, tartışmak ve gelişmek değil miydi? Hayır… Korkuyordu, etliye, sütlüye karışmadan kendini tehlikeye atmadan yaşamak varken niye bu yolu seçiyordu?

“Arkada Atatürk’ün devrimleri varken, O’nun başlattığı yoldan dönmek bana göre en büyük çelişki.” dedi bir tanesi daha.

“Niye böyle düşünüyorsun?” dedi öğretmen. Cevabını bile bile…Onların konuşmalarını istiyordu. Gençler konuşmalı, insanlar konuşmalı ve herşey hakkında düşünmeliydi, eğitim, öğretim bu olmalıydı…

“Herkesin arkasında kocaman bir Atatürk fotoğrafı ama o masalarda otururken bir sürü şeyin de tersi yapılmakta. Hilafet kaldırılmış bu ülkede, kadına seçme seçilme hakkı tanınmış, peçe yasaklanmış, ezan Türkçeye çevrilip okutulmaya başlatılmış. Kadın erkeğin arkasından, yanına alınmış. Omuz omuza hayatı göğüslesin diye, birey olarak kararlarını yalnızca erkek olduğu için babasına, abeğeyine sormadan alabilsin diye…”

“Sonra ne olmuş?” “Bence çok komik bir şey olmuş, bugünün demokratik, laik kanunları baz alınarak bir sürü kadın ki işin üzücü yanı da bu, bizim demokratik haklarımız çiğneniyor diye kendini kapamaya, arka planda kalmaya, erkeğin hakimiyetini kabullenmeye ve her ortamda cinsel obje olduğunu düşünerek baştan ayağa kapanma hakkını isteme durumuna getirilmiş.”

“Bu da büyük bir çelişki…” dedi kızlardan biri… Üzülmüştü hemcinsleri açısından… Kadınla erkeğin farklılıklarını bilerek ama onların tamamlayıcı unsurlar olduğunu görerek düşünüyordu. İnsanlar, özgür olmalıydı. Belli kanunlar getirilerek eller kollar bağlanmamalıydı.

“Özgürlük getiriyorum diye bir memleketi işgal etmeye ne demeli?!” dedi bir diğer öğrenci. Gözlerinde öfke vardı, arkadan birkaç kişi kitaplarını toplayarak kalktılar, çıkarken de; “Allah’ın emirlerini kimsenin sorgulamasına izin yoktur!!! ” diye slogan attılar. Öğretmen tekrar düşündü, düşünmek insanı insan yapan, O’nu hayvandan ayıran en önemli özellikti çünkü. Korkuyla yapılan hareketlere davranış demekten çok tepki demek lazımdı. İnsan, bir kere korkmaya başladı mı kanı akmaz olurdu damarlarında, donar kalırdı, arkadan gelen sesleri susturmaya çalışır ama başaramazdı…

“Evet, evet…” diye katıldılar diğerleri de. “Benim oğlum olsaydı, asla savaşa yollamazdım!” dedi bir kız öğrenci.

“Neden yollamazdın?”

“Çelişki var da ondan, bu da öyle bir durum. Hayatı tehlikeye atmak, geri kalan yaşamını gerek fiziksel gerek psikolojik sorunlarla yaşamak…Ne için?”

Erkeklerden biri savaşmaya programlanmış beynine hakim olamadan sordu; “Ya sana saldırsalar?”

“Onlara anlatamayacağıma göre, herhalde anlamsız yere beni öldürmeye gelmiş insanlara karşı kendimi savunurum ama aksi taktirde hiçbir ülkenin topraklarına girmeye gönderecek ne çocuğum olur, ne kendim. Bir o kadar da kendime ve oluşturduğum, canımı kanımı verdiğim yaşama karşı saygılıyım.” dedi kız gururla. O an öğretmenin gözünde, büyüdü, kocaman bir kadın oldu, yaşam ana oldu, dalları çiçek açtı.

“Çelişkiler hakkında başka örnekler vermek isteyen?”

Herkes öğretmeni dinliyordu. Çıkan öğrenciler arkalarında kendi boşluklarını bırakmışlardı. düşünmek bu kadar mı korkutuyordu onları? Cehenneme gitmek miydi bunun sonucu? Taaa, ana okullarından başlayarak öğretmenler cezanın yeni adını koymuşlardı nasıl olsa. “Git şu köşeye ve düşün!!!” Yani, cezalısın ve yaptığın hareketin ne olduğunu anla. Düşünmek, sınırları konmayınca insanı içine alır, değil mi? Küçücük beyinler neyi düşünecek? Daha, o noktada anlaşılan bir tek şey var ki, düşünmek ceza ve kötü bir eylem…

Lise yıllarını bizlerle beraber okuyan dönem bilir. Felsefe dersi bir anda rafa kalkmıştı. Felsefe herşeyi düşündürtürdü çünkü. Kakaydı, kaldırılmalıydı, düşünen insan güzel yönetilemez, savaşlara yollanamaz, beyni kolay kolay yıkanamaz ve O’nun üstünde sonsuz varır gibi duran bir kölelik hali uygulanamazdı.

“Çocuklar…” dedi. “Gerisini sizlere bırakıyorum, hayatta ne yapıyorsanız onu düşünerek ve sorgulayarak yapın. Değişmeyen tek şeyin değişim olduğunu bilirseniz, hayatı deneyimlemenin ve insan gibi yaşamanın da sonsuz olduğunu anlarsınız.” ” İnsan, dünyaya insan olarak gelmişse ve duyguları, hisleri, yaşama hakkı varsa en önemli hazinesini yani kendini hayatının sonuna kadar doğrularıyla ve olmak istediğiyle korumalıdır çünkü adı üstünde en değerli hazinesi kendisidir.”

“Yaşam, ne kadar çelişkiyle doluysa o kadar düşünülesidir çünkü yollar birbirine zıt, paralel ayrılır, binlere, onbinlere, milyonlara bölünür. Sen, başkalarına zarar vermedikçe, kendi doğrularına tutunabiliyorsan o kadar olması gerektiğinin dışında kalırsın. Ya göründüğün gibi olur ya da olduğun gibi görünürsün. İşte, demokratik toplumlarda eğer bu yaratılabilmişse insanlar oldukları gibi görünme hakkına sahiplerdir ve bu en sağlıklı sistemdir çünkü o sistemde insanlar sokaklarda Savaşma! Seviş! diye basa bas bağırabilir. Benim cinsel tercihime karışılamaz çünkü ben bu şekilde kimseye zarar vermiyorum diyebilirler. İnsanlar birbirlerine zarardan çok nasıl yanlışları düzeltebiliriz diye yaklaşmaya ve cehenneme gitme korkusundan ziyade vicdanlarına hesap vermeye başladıklarında, amaç iyi insan yetiştirmek olduğunda ve savaşmak yerine sevişmek baş role geçtiğinde belki dünya tekrar yaşanılası bir yer olmaya başlar. Belki de bizlerin amaçları bunu yerine getirebilmektir, kim bilir?”

Öğretmen bir nefes aldı… Saatine şöyle bir göz attı ve kalan dakikalarını tahtaya ikinci bir cümleyi yazarak geçirdi. ” HAYATTA DEĞİŞMEYEN TEK ŞEY DEĞİŞİMDİR.”

Reyhan Bull