Türkiye gerçeği denilen kavram, Reşat Nuri kitaplarını okuyarak anlaşılamazmış. İşte ben şu geçtiğimiz birkaç ayda bunu fark ettim.

Öğrenim hayatının 9 senesini özel okullarda geçirmiş biri olarak pembe bir baloncuğun içinde yaşadığımın az çok farkında olsam da 12.000 kişilik, Anadolu’nun tam merkezindeki bir devlet üniversitesinde okumaya başlamam bunu iyiden iyiye fark etmeme neden oldu.

Özellikle lise yıllarımda gençliğin aslında hiç de öyle ümitsiz vaka olmadığını düşünüyordum. Gençleri, sorgulayan, kültürlü, her konuda az çok söyleyecek iki kelimesi olan, açık görüşlü, yeniliklerden çekinmeyen, nerede ne yapılması gerektiği bilen özgüvenli insanlar olarak görüyordum. En “boş” görünenler bile bir felsefe dersinde “varlık var mıdır?” gibi tuhaf ve aslında çok zor bir soruya bir yorum yapabiliyordu. Biliyorduk biz aslında, fakat işte gençlik ateşi denilen şeyin büyüsüne fazla kapıldığımızdan ve gezip tozmak bir de aşık olmak bize her şeyden önemli göründüğü için bu tür “entel dantel” şeylere vakit ayırmıyorduk.

Derken, liseden mezun olduktan sonra, öyle bir Sosyoloji dersine girdim ki 80 kişilik sınıfta tek bir kişi bile “Sizce teknoloji iyi bir şey midir?” sorusuna cevap vermiyordu. Umurunda da değildi aslında ne bu soru ne de bu ders. Hatta çoğu kişinin aklındaki tek şey sadece o dersi verip mezun olup bir an önce iş hayatına atılıp para kazanabilmekti.

Ben, örneğin, şimdiden yurtdışında iyi bir doktora programına kabul görebilmek için ne yapıp ne etmem gerektiğini araştırmaya koyulmuşken konuştuğum kişilerin çoğu yüksek lisansa başvurmayı bile düşünmüyordu.

Önceleri bunu çok yadırgayıp hatta itiraf etmem gerekirse küçümsesem bile sonradan ortadaki asıl durum kafama dan diye düşüverdi. Yüksek lisans 2 yıl, doktora ise en az 3-4 yıl süren bir süreç. Yani üniversitenin 4 yılına ek olarak bir 6 yıl daha okumak gerekiyor. Ve bu insanlar bu süreci göze almıyorlar. Alamıyorlar belki. Ek 6 sene, aileye 6 sene daha yük olmak anlamına geliyor. 25-26 yaşına gelip hala meslek sahibi olamamak anlamına geliyor. Akademisyen olmak istemediğiniz sürece bu uzmanlaşmanın bir değeri olamıyor çoğu kişinin gözünde.

İşte bu yüzden Türkiye’de alanında uzmanlaşmış isimler göremiyoruz kanımca.

Bir konuda uzmanlaşmak, Dr. ünvanını adınızın önüne almak ülkemizde para getirmiyor. O eğitime yani “boşa” harcanan 6 sene size para olarak da statü olarak da geri dönmüyor. Sizin uzmanlaşacağınız 6 senede iş hayatında 6 sene deneyim edinmiş olan kişi sizin okuduğunuz yüzlerce kitaba, hazırladığınız tezlere rağmen daha kıymetli oluyor işverenin gözünde. “E ama ben uzmandım… kem küm…” durumuna düşüveriyorsunuz.

Bu yüzden işte şu okuldaki insanların büyük çoğunluğu sadece mezun olmak istiyor. Çünkü hedef, iş başvurusuna götürülecek olan özgeçmişte okulun adını oraya yazabilmek. Çünkü, aslında, önemli olan şey de o ismin orada durması. Hangi ortalamayla mezun olduğunuz ya da öğrenim sürecinde ne tür aktivitelere katıldığınız pek umurunda değil işverenin. Ve işverenin umurunda olmayan şeyler, ne yazık ki, karın doyurmuyor.

Bu umursamazlık ve üniversite hayatınız boyunca okuduğunuz şeyi fazla önemsememenin yarattığı hava ne yazık ki öğretim görevlilerine de, kısmen de olsa, yansıyor. Düşünün ki yıllarca okumuş ve bir konu üzerine emek vermişsiniz. Şimdi de bu konudaki bilginizi ve deneyimlerinizi öğrencilere aktarmakla yükümlüsünüz. Eğer karşınızda size boş boş bakan, “bitse de gitsek” ifadeli öğrenciler bulsanız şevkiniz kırılmaz mıydı? Düşünün ki bir soru soruyorsunuz sınıfa, bir tartışma ortamı olsun yeni fikirler oraya atılsın diye umuyorsunuz, fakat öğrencilerin yarısı uyuyor kalan yarısı ise tavana bakıyor boş boş.

Varsayım değil aslında, ben her gün aşağı yukarı bu tür derslere girip çıkıyorum.

Durum böyle olunca elbette Türkiye üniversiteleri yabancı üniversitelerle yarışamıyorlar. Üniversitelerde “iyi”lik kıstası genelde o üniversitenin öğretim görevlilerinin katıldıkları araştırma ve yayınladıkları makale sayısıyla ölçülür. Türkiye’de bu rakam çok çok düşük. Çünkü ne doğru dürüst para alıyor öğretmenler, ne de onları araştırmaya teşvik edecek sorgulayıcı, merak eden insanlarla iç içeler.

Yani aslına bakarsanız eğitimle, kültürle alakalı bir konuya da yine para ağırlığını koyuyor. Yine iş bir şekilde devlete düşüyor.

Şimdi diyebilirsiniz ki “E sen de bir öğrencisin, madem farkındasın o kadar durumun, sen katıl derse, sen yansıt heyecanını.” O öyle olamıyor işte. Ağzınızı açtığınız anda, tip tip bakıyor çevrenizdekiler size. Ya da profesörler ukalalık yaptığınızı düşünüp sizi tersleyebiliyorlar.

Sizin de şevkiniz kırılıyor. Böyle bir kısır döngü işte…

Özetle demek istediğim şu ki aman gençlik şöyle böyle demeden önce herkes durup kendine ve Türkiye’deki duruma baksın önce. Gençlik okumuyor! Gençlik kültürsüz! Gençlik abuk subuk pop şarkılarında dans etmekten başka bir şey bilmiyor!

Bilmez tabii, bu ülke okumaya, kültüre değer vermediği sürece, o pop şarkılarını yazan insanlar yıllarını eğitime adamış kişilerden bir gecede 10 kat fazla para kazanmaya devam ettiği sürece bu gençlik okumayacak. Okumayı istemeyecek.

Ben doktoramı tamamlayıp ülkeme döndüğümde çalışmak için, kim bilir kaç tane iş başvurusundan “deneyimsiz” olduğum için geri çevrilirken bu gerçeği çok önceden fark etmeme rağmen yine de bu yolu seçtiğim için kafamı duvarlara vurup belki de okuduğum şeyden apayrı bir iş, örneğin reklamcılık, yapmaya başladığımda benimle birlikte mezun olan sınıf arkadaşlarım çoktan iş güç sahibi ve hayatlarını düzene koymuş olacaklar. Ben de işte böyle okuduğumla, bilgilendiğimle, adımın önündeki Dr. ünvanıyla kendine hayrı olmayan bir insan olarak kalakalacağım.

Çok mu karamsar oldu? Tekrar düşünün bence…

E. B.