Ünlü fıkra, bir kez daha doğrulandı: Cehennemde, içinde Türklerin yer aldığı kazanın başına zebani dikmeye gerek yok. Nasıl olsa birisi yukarı tırmanmaya çalışırken, diğerleri büyük bir hevesle ayaklarından tutup onu aşağı çekmek için elinden geleni yapacaktır. Orhan Pamuk‘un Nobel aldığı açıklandığından bu yana, faşistlerimizin nefret ve öfke saçan konuşmaları yeri göğü inleterek bu bildik fıkranın geçerliliğine bir kez daha onay veriyor. Arkadaşlar “sıkı milliyetçi” ya, bir Türk’ün Nobel ödülüne değer bulunmasını “komplo” sayarak, müthiş vatanseverliklerini dünya aleme kanıtlıyorlar. Ama haklılar, Orhan Pamuk çok ayıp etti gerçekten. Yetmiş milyon nüfustan topu topu kırk elli bin kişinin kitap okuduğu bir ülkede, “roman yazmak” gibi hor görülesi, aşağılanası bir işi meslek edindi ve bir de utanmadan bunda başarılı oldu. Üstelik, tutup Nobel Edebiyat Ödülü’nü de alarak “vatan hainliğini” bütün çıplaklığıyla dünyaya ilan etti. Affedilir şey midir bu?

 Biz bu hikâyeyi daha eskilerden de biliyoruz. Sinemamızın yerlerde süründüğü günlerde Yılmaz Güney, “Yol” filmiyle Cannes’da Altın Palmiye’ye layık görülmüştü de, basınımız 12 Eylül rejiminin korkusundan, bunu önce görmezden gelip yok saymayı, sonra da küçümsemeyi ve aşağılamayı seçmişti. Sanki yönetmenlerimiz zırt pırt uluslararası festivallerde ödül alırmış, Türk sineması dünyayı beşik gibi sallarmış da, Güney’in durumu “vakayı adiyeden”miş gibi.

Eğer bir Türk, zeka, bilgi, ustalık ve yetenek gerektiren herhangi bir alanda uluslararası başarı elde ettiyse, “altında mutlaka bir çapanoğlu” vardır, kimilerine göre. Çünkü “Gâvur, adama durduk yerde ödül vermez, bir hesabı vardır”. O hesabın, söz konusu Türk’ün ortaya koyduğu yapıtların kalitesiyle ilişkisi olabileceğini düşünmek bile günahların en büyüğüdür. Elbette yapmıştır bir “vatan hainliği” ki, gâvur onu sevmiş ve bağrına basmıştır. Çünkü biliyorsunuz bütün dünya, işi gücü bırakmış, yıllardır “Ne yapar, nasıl eder de Türkiye’ye zarar veririz; onların yurdunu parçalar, topraklarını ele geçiririz; Türkleri Singapur’da kuracağımız esir pazarlarında satar, onlara işkence ederiz” diye düşünüp, planlar yapmaktadır. Bu nedenle, eğer herhangi bir Türk yazarına, sinemacısına, müzisyenine ilgi gösteriyorlarsa, bu ancak o kişinin “hainliği”nin ve “satılmışlığı”nın kanıtı olabilir.

Bütün bu gürültü patırtının içinde, ödüle konu oluşturan alandan, yani edebiyattan ve romandan söz eden yok. “Ermeni tasarısının Fransa parlamentosunda kabul edildiği gün bu adamın ödül alması, gerçekleri ortaya koymaktadır” diye bağıran zeka kumkumalarından kaç tanesi bir Orhan Pamuk romanı okumuştur, merak ediyorum. Bırakın onu, “En son hangi romanı okumuştunuz acaba?” diye sorsanız, verecek yanıtları var mıdır? Peki “Hayatınızda bugüne kadar kaç kitap okudunuz?” deseniz, nasıl bir karşılık almayı umarsınız?

Tepki ve rahatsızlık iki farklı kesimden geliyor genel olarak. Birincisi, kitapla ve okumayla uzaktan yakından ilgisi olmayan ve dünyayı kendi daracık perspektifinden görmeye çalışıp, her şeyi köhne bir siyasi yaklaşıma endeksleyen; üzüm yemekten çok bağcıyı dövme hesapları içinde olduğunu ayan beyan belli etmiş; eski, ucuz hamasi söylemlerden öte düşünce üretemeyen; değişik “renk ve tonlara” sahip faşist gruplar. İkincisi de, “Ulan ben de bunca yıldır bu kadar roman, şiir, öykü yazdım, bir sürü kitabım yayımlandı, niye bu ödülü bana değil de bu herife veriyorlar” diye kıskançlık krizlerine giren, ama bunu maskelemeye çalışan “edebiyat erbabı”. Daha ödülün açıklandığı haberi duyulalı bir saat bile olmadan BBC’ye ve Reuters’e demeç verip, “Orhan Pamuk’u buradaki saygın edebiyat eleştirmenlerinden hiçbiri beğenmez, romancılığı kötüdür, dolayısıyla bu ödül ancak ve ancak politik olabilir” diye nefes nefese ağzına geleni söyleyen, yayın dünyamızın ünlü simaları takdire şayandı doğrusu.

Bunları bir yana bırakıp, kendi adıma konuşayım: Bugüne dek Orhan Pamuk romanlarından yalnızca “Sessiz Ev“i sonuna dek ve severek okudum. “Beyaz Kale“yi, yarılamak üzereyken bıraktım, çünkü ilgimi çekmedi. “Kara Kitap” daha ilk sayfalarında soğuk geldi, bıraktım. Bir Orhan Pamuk hayranı ve okuru olduğum kesinlikle söylenemez. Ama geçen hafta Nobel’i aldığı açıklandığında, gerçekten çok sevindim ve gurur duydum. Tıpkı, kendimi bildim bileli Fenerbahçeli olmama rağmen, Galatasaray UEFA kupasını kazandığında müthiş sevinip, gurur duyduğum gibi. (Şimdi hatırladım da, o günlerde de bazı “renktaşlarım” karalar bağlayıp, Galatasaray’ın başarısını küçümsemeye, sağına soluna kulplar takmaya çalışmıştı. Bu durum bizim toplumda gerçekten kalıtsal galiba.) 

Bazı şeyleri unutmamak ve akıldan çıkarmamak lazım: Dünyanın birçok yerinde Türkleri ve Türkiye’yi küçümseyen; bu ülkedeki insanları “savaşmaktan ve ibadet etmekten başka hiçbir şey bilmeyen, seks düşkünü, şovenist ve kavgacı barbarlar” olarak göstermek için elinden geleni yapan onca ırkçı ve faşist varken, sinema, edebiyat, müzik ya da bilim gibi alanlarda gelen çarpıcı uluslararası başarılar, önyargılara açık toplumların insanlarına “şok tedavisi” işlevi görür.

Girin yabancıların yazıştığı popüler Internet forumlarına ve Orhan Pamuk’un Nobel almasının Türklerle ilgili önyargıları nasıl sarsmaya başladığını görün. Yalnızca kendi rastladığım küçük bir örneği vereyim: Zibidi Amerikalının biri, böylesi forumlardan birinde, Nobel ödülüyle ilgili bir mesajın altına alaycı, küstahça bir şeyler yazmış: “Wow, Türkler roman yazmayı da mı biliyorlardı, çok şaşırdım. Kalem kullanmaya ne zaman başlamışlardı?” gibi bir mesaj. Anında, tepkinin büyüğünü kendi vatandaşlarından görmüş: “Irkçılığın lüzumu yok, sen git My Name Is Red‘i ya da Snow‘u oku, ondan sonra gel yine konuşalım.”

Son iki gündür, yurtdışından tanıdığım, yazıştığım insanlardan tebrik e-mail’leri geliyor posta kutuma ve açıkçası, çok hoşuma gidiyor, sanki Nobel’i ben almışım gibi! Romanları beğeninize hitap eder ya da etmez, Orhan Pamuk’u seversiniz ya da sevmezsiniz, ayrı mesele. Ama birkaç gün önce gelen bu Nobel, yalnızca Pamuk’u bağlayan kişisel bir mesele olmanın ötesinde algılanmalıdır artık. Bu ödülü bir Türk yazarının alması, kitap okumayı “entel-dantel işi” olarak gören ve yaşamı boyunca bir kitapçı dükkanına gidip kitap satın almamış insanların ezici çoğunluğu oluşturduğu bir ülkede, cehalet ve kültür düşmanlığı üzerine kurulu “makus talihi” yenmek için iyi bir fırsat ve önümüzde açılmış yeni bir kapıdır. Tabii, “vatanperver” faşistlerimiz uygun görür ve lütfedip toplum olarak bu ödülün tadını çıkarmamıza izin verirlerse.

 

Burak Eldem