“Anlaşılıyor ki, uygarlık kurucusu olarak bizler yeryüzünde yalnızız,” diyordu Isaac Asimov, Dünya Dışı Uygarlıklar adlı kitabının ilk bölümünde. Hemen ardından da, şunları ekliyordu: “Ama bu öyle trajik bir şey değil. Yeryüzü, artık insan bilincindeki tek dünya olmaktan çıktı. İhtiyacımız olan şey, başka dünyalardaki uygarlıkları araştırmak. Ancak o zaman, yalnız olmadığımızı keşfedebiliriz.”

Galileo’nun ilk teleskobu yapmasından bu yana, yani aşağı yukarı dört yüzyıldır, bilimin ve insanlığın gözleri, uzayın derinliklerini engellenemez bir ilgi ve merakla taramaya başladı. Birincil amaç, başta güneş sistemimiz olmak üzere içinde yer aldığımız galaksinin ve onu çevreleyen evrenin gizemlerini kavramaya çalışmaktı belki ama ikincil amacın önem ve ağırlığı da tartışılmaz biçimde ortadaydı: Yalnız olmadığımızı kanıtlayacak bir başka “akıllı canlı”nın, hatta başka uygarlıkların izini bulmak.

Bilim dünyasının popüler isimlerinden Carl Sagan’ın da önayak olduğu bir projeyle, 1972 yılında fırlatılan Pioneer 10 uzay aracına, akıllı canlıların anlamasını umduğumuz bir mesaj plakasının yerleştirilmesi de bu güdünün uzantısında gerçekleşmişti; dış uzaydan gelecek radyo sinyallerini tarayarak başka uygarlıkların gönderebileceği olası mesajları taramak amacıyla başlatılan ünlü SETI projesi de. Bir başka deyişle, uzayda bizim dışımızda akıllı yaşam formlarının bulunma olasılığı, “ortodoks bilim” tarafından bile yabana atılmadığı gibi, çoğu bilim adamı tarafından da “gayet mümkün” görülüyordu. Hâlen de bu böyle; fazla bir şey değişmiş değil. Bilim adamlarının arasında gerçekten içten ve önyargısız olanların bu fikre ve olasılığa ciddi bir itirazları yok. Kendilerini “şüpheci” olarak adlandıranların başlıca kaygısıysa, evrende gök cisimleri arasındaki çok büyük mesafeler ve bu mesafeleri aşmanın fiziksel sınırlarıyla ilgili soru işaretleri. Bir başka deyişle, dünyaya en yakın yıldız konumundaki Alpha Centaur çevresindeki olası bir sistemde yer alan herhangi bir gezegende, akıllı ve gelişmiş bir uygarlık var olsa bile, bu korkunç uzaklığı aşıp bizi ziyarete gelmelerinin “bilinen” makul bir yolu yok gibi görünüyor. Peki ya henüz tarafımızdan “bilinmeyen” ve anlaşılmayan alternatif bir “yolculuk modeli” varsa? Olamaz mı? Elbette olabilir; yine açık fikirli ve önyargısız bilim adamları, böyle bir olasılığa da bütünüyle kapıları kapatmıyorlar. Ama “Peki nasıl?” sorusuna tutarlı ve sağlam bir yanıt getiremediğiniz sürece, bu konuda söyleyeceğiniz her şey de spekülasyon olmanın ötesine geçecek durumda değil. Tabii eğer masallar ve fanteziler üretmeye meraklı değilseniz ve içtenlikle “gerçeği” arıyorsanız.

Böylesine belirsizliklerle dolu bir konuyla ilgili yapacağınız her fikir yürütmede, ister istemez, soru işaretlerini daha da artıracak, bir hayli puslu ve bulanık “güncel veriler”le yüz yüze gelmeniz kaçınılmaz: Yaklaşık altmış yıldır, “UFO’lar” adıyla bilinen bir olgu var yaşantımızda. Ne olduğu, kimliği, eldeki bilimsel verilerle rahatça açıklanamayan; ne zaman nerede ortaya çıkacağı belirsiz, “muamma” uçan cisimler. Her yıl, kabarık “UFO tanıklığı” dosyalarına, yüzlerce yenisi ekleniyor. Oldukça kuşkucu bir tavırla, bunların çok büyük bir bölümünü “yanlış algılama”, “düşgücünün oyunu” ya da “düpedüz palavra” etiketleriyle bir kenara kaldırıp atsanız dahi, çok küçük, minicik bir oranı oluşturan az sayıdaki “muamma veri” bile, kafaları karıştırmak ve konuyu ciddiye almak için yeterli neden. Üstelik, bu tanıklıklardan bazıları o denli fazla insan tarafından paylaşılmış ve kimileriyle ilgili görsel kanıtlar ve uzman ifadeleri o denli inandırıcı ki, elinizintersiyle itip “Bunlar düşgücü fazla geniş birilerinin eğlence için uydurduğu masallar” demeniz o denli kolay değil. Bırakın şu altmış yıl içindeki açıklanması gerçekten çok güç yüze yakın dosyayı, daha henüz 1947’de New Mexico yakınlarındaki Roswell’e düştüğü ileri sürülen uçan cisimle ilgili bilgiler bile “muamma” olma özelliğini koruyor.

Diğer yandan, insanoğlunun bilinen uygarlık tarihi içinde rastladığımız çok sayıda açıklanması güç olgunun içinden de, olası “dış ziyaretçi” ipuçları göz kırpıp duruyor bize. Şimdilik, en azından dünya kamuoyuna bütünüyle mal edilmiş, ikna edici çok güçlü kanıtlar ve açıklamalar olmasa da, Tibet’ten Mezopotamya’ya; Mısır’dan Meksika’ya; Pasifik’ten Sibirya’ya dek dünya üzerinde insan uygarlığının köklü izler bıraktığı tüm coğrafyalarda, uzak
geçmişte olası bir “dış ziyaret” yaşanmış olabileceğine ilişkin, bir kalemde üzerini kolayca çizemeyeceğiniz ipuçları, tespih taneleri gibi sıralanıyorlar.

Sağduyulu ve aklı başında insanlar için, “fantezi ve eğlence” ile, “ciddiye alınması gereken olasılık” arasındaki sınır, son derece açık ve net. Her ne kadar Ajan Fox Mulder düş ürünü bir karakter olsa da, NASA, NSA ve FEMA gibi örgütlerin gözetiminde “derin devlet” ilkeleriyle çalışan bir “X-files” ekibinin varlığını sürdürüyor olması, çok da uzak bir olasılık değil. En azından, derlenen bilgilerin ve toplanan verilerin en ince ayrıntısına dek dünya kamuoyu ile paylaşıldığını, her şeyin bizlere alabildiğine dürüstlük ve şeffaflık içinde aktarıldığını düşünecek ve içi rahat olacak kadar “saf”ların, günümüz dünyasında giderek azalmakta olduğu söylenebilir. Başlıkta da altını çizmeye çalıştığım gibi, “UFO’lar ve dünya dışı uygarlık izleri” meselesi, gülüp geçilemeyecek, orada burada “geyik muhabbeti”ne malzeme yapılamayacak kadar ciddi bir meseledir.

Şimdi geliyoruz, kritik noktaya: Aslında bu denli ciddiye alınması gereken bir konu, nasıl oluyor da kendine “kuşkucu” etiketini yakıştıranlarca, bu denli rahat biçimde “espri ve alay konusu” haline getirilebiliyor? Yanıtı aramadan önce, Engin Ardıç’ın şu satırlarını dikkatle okuyalım: “Eh, ipini kıran zırtapoz Amerikalı da elinden gelen ‘katkıyı’ yaptı tabii… Eli kalem tutan ne kadar marihuanacı manyak varsa ‘ben aslında uzaylıyım’, ‘yüce tanrıça İştar beş bin yıl önce bir gün bana dedi ki’ falan gibi, kargaları bile güldürecek saçmalıklar üretmeye koyuldu… Daha da kötüsü, kabaca ‘metafizik ve parapsikoloji’ ana başlığı altında toplanan ruhlar, hayaletler, medyumlar, kısaca ‘öbür dünya’ alanı, ve insan beyninin bilinmeyen, gizemli birtakım yetenekleri de (durugörü, telepati, bedenden çıkıp ‘astral gezi’ yapıp dönmek falan gibi), Osmanlıca bir deyim kullanacağım için bağışlayın, ‘bu fasiledenmütalaa edilerek’ işin içine katıldı; aydınların konudan büsbütün soğumalarına çanak tutuldu. Kısacası, at izi it izine karıştı. Bütün bunlar çorbaya döndüler. ‘Hadi canım’ denilip geçilen, ciddiye alınmayan bir çorba. İlgi gösterenler de alınlarına ‘kafayı yemiş’etiketi yapıştırılacak diye ürküyorlar.”

Engin Ardıç, açıkfikirliliği, entelektüel donanımı, sözünü esirgememesiyle tanındığı gibi, bu literatürü ve alanı en iyi bilen, gelişmeleri yakından izleyen az sayıda yazardan da biri. Bu nedenle, tespitleri ve bir anlamda “uyarı”sı, dikkate alınmalı. Üzerinde çalışılması gereken yüzlerce dosya; açıklanmaları yolunda sağlam adımlar atılması gereken yüzlerce soru işareti ve uygarlık tarihinin karanlık noktalarından gelip aydınlatılmayı bekleyen yüzlerce muamma; okunması, incelenmesi gereken yüzlerce kitap ve belge kapı gibi karşımızda dururken, “UFO’lar ve Dünya Dışı Uygarlık olasılığı” gibi son derece ciddi bir konuyu, “Falanca yıldız sisteminden bize tebliğler geldi, bakın anlatalım”, “Uzaylı varlıklar birbirinizi sevin diye haber yolladı, aman pozitif enerji üretmekten vazgeçmeyin” gibi ipe sapa gelmez, dayanaksız zırvalarda boğmaya kalkarsanız, siz bizzat işin “cılkını çıkarmış” olursunuz. Ardıç’ın sözünü ettiği “ciddiye alınmayan çorba”nın hazırlanmasına da, tuzunuzla katkıda bulunursunuz. Mustafa Topaloğlu’nu ne kadar ciddiye alırlarsa, sizi de en fazla o kadar ciddiye alırlar. Görünüşe bakılırsa, “alternatif bilim”le ilgilendiği varsayılan oldukça heterojen çevrenin en ciddi sorunu, bu.

Deniz Kite