Hanidir bu başlıkla bir yazı yazmayı tasarlıyordum ama Mart ayının ilk günlerinde patlak veren ve hemen her televizyon kanalının ana haber bültenlerinde ilk haber olarak gündeme gelen akıllara durgunluk verdirecek haberler artık ‘Farz geldi sünneti geçti’ dedirtti.
Evet, Türkiye’nin milli içkisi ‘RAKI’nın sahtesi yüzünden 6 kişi vefat etmişti! Bu haberin şokunu yaşarken, bu defa sahte ilaç haberi ekranlara yansıdı. Stüdyoda konuk edilen yetkili “İlacın sahtesini anlamak çok zordur. Ancak eczaneler tarafından fatura bilgileri, seri numaraları falan kontrol edilirse belki tespit edilebilir” gibi bir şeyler söyledi.
Peşpeşe verilen ve insanın adeta kanını donduran bu haberler karşısında “Bunları yapanlar insan olamaz!” dedim. Hastalanıp da derdine deva arayanlara ilacın sahtesini yapıp satmak kimin aklına gelir? Keza akşamları bir-iki duble rakısını yudumlayıp hayattan şöyle veya böyle keyif almaya çalışanların bu zevkini kabusa çevirmek hangi zihniyetin ürünüdür?
Her ülkenin sembolü haline gelmiş yiyecek, içecek vb. özgün şeyler vardır. E bizimki de ‘rakı’. Şimdi ehveni şer kabilinden olacak ama bu ölümler bir de turist gurubunun içmesi sonucu patlak verseydi! (Ki her an olabilir!) Meydana gelecek skandâlin boyutlarını tahmin edebiliyor musunuz? Bunları düşünmek bile istemiyor insan… Ayrıca o günden bugüne gelişen olaylar ve yapılan baskınlar sonucu ele geçen sahte rakılar olayın boyutunu hayli genişletip imalâtın ve sevkiyatın İstanbul’la sınırlı olmadığını bilâkis ülke sathına yaygınlığını işaret ediyor. Dolayısıyla her an yeni ölümlere ve olaylara gebe…
Bu nasıl bir zihniyet nasıl bir zekânın ürünüdür ki insanı en iyi ihtimalle kör eden daha da kötüsü öldüren bir şeyin imalini akıl eder…
Nitekim bir kaç gün içinde ölenlerin sayısı 15 kişiye çıktı bile!..
Bir ülke için ne kadar utanç verici böyle haberlerle dünya kamuoyunun gündeminde yer almak! Bizim hiç mi onurumuz, haysiyetimiz şerefimiz kalmadı?
Hiç bugüne kadar sahte Uzo skandalıyla Yunanistan, sahte viski olayıyla İskoçya veya sahte şarapla Fransa gündeme geldi mi?
Her ülkenin övünç duyduyuğu ürünleri, özgün tatları vardır. Ve bunları itina ile korur. Gerekirse kaliteyi korumak adına fiyatını yüksek tutar ama baştan savmacılık yapmak veya bu seferde böyle olsun demek gibi bir şansı yoktur. Çünki iyi ve güzel şeyler adam sendecilikle, salla gitsin mantığı ile ortaya çık(a)mazlar.
Geçen ramazan ayında yine haberlere yansıyan içinde ete rastlanmamış salam ve sucuk haberlerinin görüntüleri halâ gözümün önünde. Gün geçmiyor ki; boyayla karartılmış zeytin, karpitle sarartılmış muz, içine kiremit tozu konmuş kırmızı biber, patatesle imal edilmiş kaşar peyniri ve milletin karnını doyurmak adına en çok tükettiği ekmek fırınlarından pis, böcek kaynayan, iptidai koşulları yansıtan görüntüler ve fotoğraf kareleri basında yer almasın…
Öte yandan milleti zorla paranoya içine sokmak istercesine hemen her gün yapılan hırsızlık, gasp ve kapkaç haberleri… Nasıl bir ülkede yaşıyoruz? Bu gidiş nereye? Buna kim ne zaman ve nasıl dur diyecek? Halkın sağlığıyla futursuzca oynayanlar, para hırsıyla şeytanın dahi aklına gelmiyecek hilelere başvuranlar ne zaman adaletin tokatını yüzlerinde hissedecekler.
Lâfa gelince 70 milyon Türkiye!.. Bunun nesiyle övünüyor yetkililer anlamak mümkün değil. Bir kuru kalabalık, bir çapulcu güruh ve böcekleri aratmayan bir üreme durumu bir başı bozukluk almış gidiyor. İnsanların eğer verecek maddi ve manevi birşeyleri yoksa, tahsil yaptıramayacakları herhangi bir görgü ve kültür aktarımında bulun(a)mayacakları çocukları dünyaya getirmelerinin manâsı nedir? Açıkcası hiçbirşey yapamayan çocuk yapıyor bu ülkede. Çünkü ne kadar zengin olursa olsun eğitim ve kültür düzeyi yüksek kesim 8-10 ve hatta daha fazla çocuk yapmıyor.
Cehalet korkunç, kesinlikle mücadele edilmesi gereken bir şey. Eğitime önem verilmeli. Ama toplumda öyle bir kötüye gidiş ve ahlâki değerlerde öyle bir çöküş var ki. Bakıyorsunuz en iyi eğitimi almış insanlar bile birbirleriyle yalan dolanda, hırsızlıkta ahlâksızlıkta, hile ve desisede yarışır haldeler. Televizyonlarda bir sürü kanal var ancak 3-5 kanal dışında dürüst ve ilkeli yayıncılık anlayışına uygun kaliteli eğitici program yapan yok.
Gerek vakıf ve dernek faaliyetleri ortamında söz aldığımda, gerekse RTÜK’e bizzat telefon açmak suretiyle yıllar evvel bir öneri getirdim. Şöyle ki; “Bence kararmış bir ekranın ne seyirciye ne de kanal sahibine ve çalışanlarına bir faydası yok. Lütfen gerek halka kaliteli yayın ulaşması adına gerekse medya patronlarına ve çalışanlarına kaliteli ve ilkeli yayıncılığı zorla da olsa öğretmek adına; bu ülkede faydalı işler yapan kurum ve kuruluşların çalışmalarını, başta klâsik müzik olmak üzere sanatsal olayları bilhassa ihmal edilmiş olan tiyatro sektörünün faaliyetlerini yansıtan yayın yapma zorunluluğu getirin. Eğer yasaklayacaksanız onlara kazanç sağlayan reklâm kuşağı ve ara/ana haber bültenlerini yayınlama yasağı getirin” dedim.
Bu görüş, dile getirdiğim sivil toplum ortamlarında takdir gördü ancak RTÜK’ten olumlu bir yanıt almak mümkün olmadı. Ankara’ya kadar numaraları bulup telefon açtım. Dinlemiyorlar bile…
Yasaklar, cezalar yeterince caydırıcı değil. Durup durup af çıkarıyorlar. Cezaevleri olmuş firarevi. Ayrıca hapise iftiraen giren masum birisi bile orada kaldığı sürede her türlü kötülüğü öğrenmiş ve pisliğe bulaşmış olarak çıkacaktır büyük ihtimal. Keşke hapiste kalınan sürede kişilere bilgi ve beceri kazandırılabilse. Yetersiz olmakla beraber galiba bazı cezaevlerinde bu tip faaliyetler var.
Birileri ne kadar her şeyi yola girmiş/girecekmiş gibi göstermeye çalışsa da artık gerçekler görmekten kaçınılamaz hale geldi. İşsizlik, hayat pahalılığı, psikolojik sorunlar içinden çıkılamaz boyutlarda. Her an olası bir deprem söz konusu ki bu konuda bir şey yapıldığı falan yok!
Bu ayki Gezginler Kulübü toplantısına konuşmacı olarak değerli sanatçı Ediz Hun katıldı. Gayet zarif bir biçimde; “1970’li yılların ortalarında Türk sineması krize girince Norveç’e gittim” dedi. Halbuki hepimiz biliyoruz, o dönem seks filmleri furyasıydı kaliteli aktörleri ve aktrisleri kaçırtan. Ayrıca “Bizim zamanımızda toplumun %75’i namuslu şerefli %25’i kanunsuz işlere meyilli denilebilecek yapıdaydı şimdi tam tersi yönde oranlar değişti” dedi. Bir de tabii ki uzun yıllar yaşadığı Kuzey Avrupa ülkesi insanlarının yüksek ahlâki değerlerine ne denli dürüst olduklarına değindi…
Bir zamanlar Aziz Nesin’de bu milletin %70’i aptal demişti de kıyamet kopmuştu. Her iki değerli şahsiyetin verdiği oranlar gerçekçi bir gözle bakıldığında ne yazık ki az bile!
Aslında çok doğru bulduğum bir söz var ‘Aptal insan yoktur aklını kullanmayı bilmeyen insan vardır’ diye. Bana kalırsa -akıl fikir kişiye göre değişen ve tartışilabilir şeyler- esas sorun insanların aklını iyiliğe güzelliğe değilde menfi yönde kullanmaları. Ve kişinin kendine lâyık görmediği istemediği şeyleri başkasına pekalâ reva görmesi.
Meselâ -olacak iş değil ama- sahte rakı ve ilaç imal edenlere ceza olarak ürettiklerini kendileri tüketme cezası verilse… Sakın ‘İnsan Hakları Mahkemesi’ falan demeyin. Bunları yapanları insandan mı sayalım şimdi yani?..
Kötü hiçbir zaman emsâl teşkil etmez! Yanlıştan örnek değil ancak ibret alınır! Ama maalesef günümüzde adeta hemen her konuda ve her kesimde olumsuzluklar üzerine kurulu bir yarış ve rekabet ortamı var. ‘O yaptı ben neden yapmayayım!’ gibisinden.
Eskiden zenginliğin afişe edilmesi görgüsüzlük olarak sayılır ve fakirlik ayıplanmazken bu iki kavramda artık iyice değişti. Çünkü para el değiştirdi. Bozuk düzen yeni türedi zenginler yarattı. Kirli işlerle uğraşanlar devlet eliyle aklandı. Birden yeraltından çıkan sermayelerle mısır patlağı gibi ani holdingler türedi. Onlar kendilerince “İnsanlara iş imkânı sağladık. Ekmek kapısı açtık” diye övünüp dursunlar. Gerçek olan şu ki gittikçe artan hayat pahalılığı karşısında düşen alım gücü ve sürekli aşağı çekilen veya sadaka kabilinden artışlarla devam eden ücret politikaları toplumu isyan etme noktasına getirdi.
Bir olay vuku bulduğunda -hırsızlık, gasp, kapkaç, dolandırıcılık vs.vs.- mağdur olan kişiler; ifade verme yasal yaptırımla ilgili işlemlerin takibi vb. konular için olayın faillerinden daha uzun süre karakolda kalmakta. Avrupa Birliği’ne uyum yasaları çerçevesinde failler eskaza yakalansa bile çabucak salıverilmektedir. Zaten birde bize özgü ‘onun bunun yakını olma, devlet katında kayırılma’ durumları var ki artık kangren boyutunda.
Yıllar evvel evine hırsız giren bir yakınıma polis çalınanları bulmak bir yana “Hırsızın aklı kalmıştır bu evde, daha çalınacak bir dolu şey var!” diyerek temelli üzüntü ve panik yaşattı…
Ben bazen artık sapıtmışlığın hırsızlığın ahlaksızlığın başıbozukluğun vardığı noktada öyle huzursuz oluyorum ki; bizi koruma altında tutacak bir alan bir sistem olsa da bari gitsek sığınsak oraya diye düşünüyorum.
Bizi öncelikle ülkemizde olup bitenler ilgilendiriyor ancak dünya genelinde çocuklarla seks yapılan bir sektörün varlığı hatta seks turizmi!, uyuşturucu kullanımının gitgide artması, her sektörün mafyasının dışında bir de organ mafyasının ortaya çıkması, etnik çatışmalar, mezhep kavgaları, rant paylaşımından doğan çıkar çatışmaları ve -az sayıdaki ülkelerin nüfus gerilemesi dışında- özellikle yoksul kesimden kaynaklanan plânsız nüfus artışı ‘Bu gidişin sonu nereye?’ dedirtiyor.
Nüfus çoğaldıkça insan azalıyor sözündeki gerçek payı da gitgide artıyor…